Cumartesi Anneleri’nin 30. yılı vesilesiyle İstanbul Beyoğlu’ndaki Bilim Beyoğlu salonunda düzenlenen panelde, zorla kaybetmelere karşı 30 yıldır sürdürülen adalet ve hakikat arayışı masaya yatırıldı. Panelde akademisyenler, hukukçular ve kayıp yakınları söz aldı; kayıpların akıbeti, cezasızlık, toplanma özgürlüğü ve yüzleşme ihtiyacı farklı boyutlarıyla tartışıldı.
Zaman aşımı adaletin önüne duvar örüyor
Panelin ilk konuşmacısı Dr. Hülya Dinçer, “Zorla Kaybetmeler, Cezasızlıkla Mücadele ve Hakikat Hakkı” başlıklı sunumunda, Türkiye’de zorla kaybetmelerle ilgili süregelen cezasızlık sorununa dikkat çekti. Dinçer, kalıcı bir barış için sadece politik değil, etik bir zeminde de hakikatin tanınmasının şart olduğunu vurguladı:
“Kalıcı bir barış için hakikatin tanınması ve politik haysiyetin tanınması şart. Türkiye’deki adalet girişimleri cezasızlıkla sonuçlandı. AİHM gibi pek çok uluslararası kuruluş bunun sistematik bir sorun olduğunu teyit etti. Buradaki en kullanışlı mesele zaman aşımı. Failleri karatmanın temel stratejisi de zaman aşımı. Biz ısrarla insanlığa karşı işlenen suçlara zaman aşımı işlemez diyoruz, ancak zorla kaybetme suçu bilinçli olarak bu tanımın dışında bırakıldı. Meclis komisyonunda işkenceyle kaybedildiği teyit edilen Cemil Kırbayır’ın dosyasında da Yargıtay ne yazık ki bu tutumu sürdürdü.”
“Zaman aşımı, teknik bir hukuki meselenin ötesinde, hakikatin ortaya çıkarılmasının önünde çok büyük bir engel. Uluslararası hukukta zaman aşımının esnek yorumlanması gerektiği belirtilse de, bedenin bulunduğu, mağdurun akıbetinin ortaya çıktığı andan itibaren zaman aşımının başlatılabileceği düşünülse de Türkiye hukukunda böyle değil. Hukuk açıkça adaleti tesis etme vaadinden vazgeçtiğini belirtiyor zaman aşımıyla. Amin Maalouf ‘halkların belleğinde zaman aşımı yoktur’ der. Adalet arayışını çıkışsız bir labirente sokmak için çok sayıda teknik var ne yazık ki ve ceza mekanizması adaleti böyle derinleştiriyor.”

Fotoğraf: Mehmet Zeki Kaya
‘Hakikat hakkı’ zalimliğe karşı dirençtir
Dinçer, uluslararası alanda “hakikat hakkı”nın tanınmasının uzun bir mücadeleyle kazanıldığını, Cumartesi Anneleri’nin bu hakkın taşıyıcısı olduğunu vurguladı:
“Bugün uluslararası mekanizmalar kayıp yakınlarının maruz kaldığı bu hakikat yoksunluğunu ayrıca bir zalimane uygulama olarak kabul ediyor. Hakikat hakkının tanınmasının uzun bir serüveni var; yas tutma ve gömme hakkıyla bağlantılı olarak. Bu kayıp yakınlarının dirençli mücadelesiyle ortaya çıktı. Arjantin’de diktatörlük sona erdikten sonra kayıp yakınları af yasalarına ses yükseltti: ‘Benim çocuğumun başına ne geldiğini bilme hakkımı bu şekilde engelleyemezsiniz’ dediler ve buradan yola çıkarak evrensel bir mücadeleye dönüştü.”
“Bugün hakikat hakkı af yasalarına, gizlenen arşivlere karşı dünyanın pek çok yerinde adalet mücadelelerine yön vermeye, ilham olmaya devam ediyor. Sokaklar ve meydanlar yasaklansa da kayıplar için mücadele pek çok farklı mecrada yayılıyor ve yayılacak. Cumartesi Anneleri’nin yargılandığı davada mahkeme kürsüsü bir mücadele meydanına dönüştü. Dolayısıyla bugün Galatasaray Meydanı bariyerlerle ablukaya alınsa da bir mahkeme salonu da hakikati kamusal olarak dile getirmenin aracı olabiliyor. Bize düşen bu mücadelede Cumartesi Anneleri’nin taleplerini nefesimiz yettiğince yükseltmek.”
Mekan seçme özgürlüğü: Galatasaray Meydanı örneği
Panelde ikinci konuşmayı yapan Doç. Dr. Berke Özenç, toplanma özgürlüğü ve mekan yasaklarını hukuki açıdan değerlendirdi. Toplanma özgürlüğünün demokratik katılım için vazgeçilmez olduğunu vurguladı:
“Toplanma Özgürlüğünün ifade özgürlüğü ile yakın bir ilişkisi var. Demokratik toplumun yapıtaşı olarak tanımlanıyor. Peki neden bu kadar önemli toplanma özgürlüğü? Demokrasinin siyasi eşitlik ilkesine dayanmasıyla ilgili… Toplanma özgürlüğü, modern toplumun karmaşıklığıyla meşrulaştırılan demokrasinin doğrudan katılımını sağlayan bir araç; insanların sözünü siyasi alana katıp kamuoyu oluşturabilmesini sağlayan bir araç.”
“Bu işlevlerini yerine getirebilmesi için iki temel hak ortaya çıkıyor: toplanmanın mekanını ve zamanını seçme hakkı. Önceden izin almama ilkesi de toplantı gösteri yürüyüşleri açısından önemli bir güvence. Toplanma özgürlüğüne dair temel hukuki ilkeler hem AYM hem AİHM içtihatlarına yer alıyor. Barışçıl göstericilere hoşgörü gösterme yükümlülüğüyle ilgili ilkeler, gösterilere müdahalelerin gerekçeli ve ölçülü olması yükümlülüğünü içeriyor.”

Fotoğraf: Mehmet Zeki Kaya
‘Toplanma özgürlüğü tamamen cendereye alınmış durumda’
Doç. Dr. Özenç anlattığı hukuk ilkelerinin kağıt üzerinde kaldığına, pratik olarak bu ilkelerin hayata geçirilmesinde ise büyük sorunlar olduğuna dikkat çekerken Cumartesi Anneleri’nin mücadelesinin bu hukukun hayata geçirilmesi için verilen toplumsal mücadelede bir “sembol”e dönüştüğünü belirtti:
“Bugünlerde Türkiye’de hukukçu olmak biraz zor; anlattığım tüm bu içtihatlar bir masal gibi, çünkü uygulamada bir yansımaları yok. Toplanma özgürlüğü tamamen cendereye alınmış durumda. Bunun nedeni de siyasi iktidarın tavrı ve bu haklara yönelik yaklaşımı. İstanbul’da valilik 38 mekan belirledi, bunun dışındaki tüm mekanlar yasak. Bu ne anlama geliyor? İstanbul’un yüzde 99.9’unu oluşturan bu 38 mekanın dışındaki tüm gösterilerin fiilen yasak olması anlamına geliyor.”
“Cumartesi Anneleri toplanmanın mekan ve zamanını belirleme açısından çok değerli bir mücadele verdi. Galatasaray Meydanı ve Cumartesi gününü sabitleyerek özgürlüğün bu iki temel hakkını savundular. Anayasa Mahkemesi 700. ve 704. hafta eylemlerinde altı ihlal kararı verdi. AYM kararlarına rağmen toplanmanın engellenmesi, Türkiye’de demokrasiyle beraber hukuk devletinin de büyük bir erozyona uğradığını gösteriyor. Cumartesi İnsanları, toplanma özgürlüğünün sembollerinden biri olmaya devam ediyor.”
‘Kayıp beden bulunmadan yas bitmiyor’
Üçüncü sunumu gerçekleştiren Prof. Dr. Mithat Sancar, kayıp yakınlarının bedenler bulunana kadar yaşadıkları travmanın çok ağır olduğunu, beden bulunup bir mezar oluşturulmadığı sürece yas tutmanın mümkün olmadığını ifade etti. Sancar, konuşmasında yas sürecinin önemine vurgu yaparak şunları söyledi:
“Yas hakkının da gaspı burada söz konusu. Yas hakkı, kayıpla birlikte yaşamayı becerebilmek için en önemli haktır; yani kayıpla yüzleşmek ve kaybın gerçekliğini kabul etmek için bir yas sürecine ihtiyaç vardır. Yas sürecinin en önemli kısmı bedenin bulunması ve bir mezar ile bir vedalaşma ritüelinin yaşanmasıdır. Kayıp yakınları için kayıplar bulunmadığı sürece yas tutma imkanı da olmuyor.”
‘Yas tutmaya değer yaşamlar’ ve eşit yurttaşlık hakkı
Yas sürecindeki ayrımcılığa dair önemli bir tespitte bulunan Judith Butler’ın işaret ettiği, “yası tutulmaya değer yaşamlar ile tutulmaya değmez yaşamlar” ayrımından söz eden Prof. Dr. Sancar, “Bu ayrım eşit yurttaşlık hakkıyla doğrudan ilişkili bir tartışmadır” diyerek şunları kaydetti:
“Özellikle Türkiye bağlamında politik Kürt kimliğinin bu ihlallere maruz kalmanın sebebi olduğunu vurguladı: “Türkiye’de politik Kürt kimliği bu ihlallere maruz kalmanın sebebi olabiliyor. Zaten bu ihlale maruz kalmak eşit yurttaş sayılmamanın çok açık bir kanıtı. Yasını tutma hakkının da gasp edilmesi, ayrımcılığın derinleşerek devam ettiğini gösteriyor.”

Fotoğraf: Mehmet Zeki Kaya
Çatışmadan barışa geçiş döneminde yüzleşme
Sancar, geçiş dönemlerinde kayıplar mücadelesinin politik boyutunu anlattı. “Geçiş dönemi adaleti dediğimiz kavram, çatışmalı dönemlerden barışa, otoriter dönemlerden demokrasiye geçiş dönemini ifade ediyor. Çeşitli hak ihlalleri ve insanlık suçlarının nasıl ele alınacağı meselesi geçiş dönemlerinde açığa çıkıyor” diyen Sancar, “Barış ve demokrasi kavramları bir arada kullanılmalı. Biz sadece çatışmayı sonlandıran bir döneme geçmeye çalışmıyoruz, aynı zamanda otoriter bir dönemden demokrasiye geçmenin altyapısını oluşturma çabası içindeyiz” dedi.
Çatışmanın nedenleriyle yüzleşmenin önemi
Prof. Sancar, çatışmanın temel nedenlerinin sorgulanmasının kritik olduğunu belirtti.
“Bir barış sürecine doğru ilerliyoruz. “Burada çatışmanın sonlandırılması ve silahların susması çok önemli olduğu kadar, çatışmanın temelinde yatan sorunun çözülmesi gerekiyor. Bunun için de yüzleşme şarttır.”
1990’larda ‘terörü bitirme’ söylemiyle köy boşaltmalar ve ağır hak ihlallerinin yaşandığını hatırlatan Sancar, “Bunlarla yüzleşmeden kalıcı barış sağlamak mümkün mü? Bazıları unutmanın geçiş süreci için yöntem olduğunu söylese de, örneğin İspanya’da 1936-1939 iç savaşı ve Franco döneminde yaşananlar yıllarca üstü örtüldü ancak sonunda 2007’de tarihsel hafıza yasası çıkarıldı. Çünkü yüzleşmeden kaçmak mümkün değil” ifadelerini kullandı.
Yüzleşme ‘farklı biçimleriyle’ mümkün
Sancar, yargılamaların yüzleşmenin bir yöntemi olduğunu fakat tek yol olmadığını belirterek. “2008-2009’da çeşitli yargılamalar denendi ama sonuç alamadık. Özellikle Şırnak’ta yaşanan Temizöz davası ve ardından gelen sonuç malum. Hakikat hakkı, gerçeklik bilinmesine rağmen hakikatin tanınmaması demek” dedi.
Hakikat kavramını, devletin kayıpları yaratma yöntemlerinin ve toplumsal suskunluğun açığa çıkarılması olarak tanımlayan Sancar, “Biz yüzleşmeliyiz ki bu ağır ihlali yaratan yapıyı dönüştürebilelim” diye konuştu.
Ayrıca Güney Afrika örneğini vererek, hakikat ve uzlaşma komisyonlarının faillerin yargılanmaması karşılığında itiraf edilmesini sağlayabildiğini, mağdurların tanınması, özür dilenmesi, hafıza mekanları kurulmasının da yüzleşme yöntemleri arasında olduğunu vurguladı.
‘Yüzleşme olmadan adalet, adalet olmadan barış olmaz’
Konuşmasının en önemli bölümünde Sancar, “Barışın kalıcı hale getirilmesiyle yüzleşme arasında çok sıkı bir bağ var. Bunlar ilk aşamada bitişik yürümeyebilir ama ardışık yürümek zorunda. Yüzleşme olmadan adalet, adalet olmadan da barış kalıcı hale gelemiyor” dedi.
Türkiye’de yaşanan sürecin özgünlüğüne dikkat çeken Sancar, “Dünyadaki pek çok örnekte önce temas, diyalog, müzakere, mutabakat, anlaşma ve silahların bırakılması adımları izlenir. Bizde ise 27 Şubat İmralı çağrısıyla bu denklem ters çevrildi ve silah bırakma adımı en başta geldi. Barış inşası artık sadece Kürt hareketinin değil, tüm toplumun ve siyasi aktörlerin sorumluluğundadır” ifadelerini kullandı.
Sancar, özellikle Cumartesi Anneleri ve İnsanları’nın bu yüzleşme, hakikat ve adalet mücadelesinde çok daha aktif rol oynayacağını söyledi ve “Yüzleşme taleplerinin eşit yurttaşlıkla birlikte demokratik güçler ve siyasi aktörler tarafından sahiplenilmesi gerekiyor” dedi.
‘Tarih bizi dinliyor’
Konuşmasını “Geçmişi öldürmek, iktidarda olan bazılarının sandığı kadar kolay değildir. Mücadele eden, yok edilmiş insanların ışıklarını söndürmek istemeyen tek bir insan olduğu sürece bu mümkün değildir” sözleriyle tamamlayan Sancar, “Ahlaki çölde haykıran bir insan adalet kıvılcımının sönmesine engel olmak için yeterlidir. Bazen imkansızı istemek ve imkansız için haykırmak gerekir. Tarih bizi dinliyor olabilir, tarih bize cevap verebilir” sözleriyle sunumunu sonlandırdı.
İkbal Eren’in 45 Yıllık Adalet Mücadelesi
Ve söz kayıp yakınlarındayız… Panelin son konuşmacısı İkbal Eren, 1980 yılında gözaltında kaybedilen ağabeyi Hayrettin Eren’in ardından verdiği 45 yıllık mücadeleyi anlattı.
Devletin kayıplarla yüzleşmemesi halinde gerçek bir demokrasinin kurulamayacağını vurgulayan Eren, “Eğer bu ülkeye demokrasi gelecekse bu Galatasaray Meydanı’ndan geçecek,” dedi.

Fotoğraf: Mehmet Zeki Kaya
‘1980’de başlayan kaybımız ailemizin rotasını değiştirdi’
“Ben abimi 1980 yılında gözaltında kaybettim, dolayısıyla 45 yıldır bu mücadelenin içerisindeyim” diyerek sözlerine başlayan İkbal Eren, gözaltında kaybetmenin yalnızca hukuki bir terim olmadığını, geride kalanlar için hayatın tamamen değişmesi anlamına geldiğini ifade etti:
“Gözaltında kaybetme, sevdiğim bir insanın devlet görevlileri tarafından alınıp bir daha geri gönderilmemesidir. Devlet bütün canlıların yaşam hakkından sorumludur, ama bizim ülkemizde kaybedilenlerin yaşam hakları ellerinden alındı, mezar hakları ellerinden alındı. Onlar kaybedilirken geride kalanlar da cezalandırıldı. 1980 Kasım’ından sonra benim ailemin rotası değişti.”
Eren, 1990’lı yıllarda gözaltında kayıpların fütursuzca arttığını, 1995’te Hasna Ocak ve Rıdvan Karakoç’un cenazelerine ulaşıldıktan sonra “başka anneler ağlamasın” diyerek Galatasaray Meydanı’nda başlatılan oturma eylemine katıldığını anlattı. O gün meydanda bir araya gelenlerin yaşadıkları farklı olsa da acılarının ortak olduğuna dikkat çekti:
“Sadece biz yaşıyoruz sanıyorduk, ama Galatasaray Meydanı’nda buluşunca hepimizin aynı acıyı yaşadığını gördük. Biz zamanla kocaman bir aile olduk. Yaralarımız kanamaya devam ediyor. Galatasaray Meydanı aslında bir kan gölüne döndü ama kimse farkında değil.”

Fotoğraf: Mehmet Zeki Kaya
‘Devlet kendi karanlığıyla yüzleşmek istemedi’
Eren, yıllar boyunca Galatasaray Meydanı’nda sevdiklerinin fotoğraflarıyla gerçekleştirdikleri sessiz eylemlerin 700. haftasında ağır polis şiddetiyle karşılaştıklarını hatırlattı. Bu şiddetin sebebini ise şöyle açıkladı:
“699 hafta boyunca sadece sevdiklerimizin akıbetini sorduk. Devletin işlediği suçlarla yüzleşmesini istedik. Ama devlet bu karanlıkla yüzleşmek istemedi. Cumartesi Anneleri, devletin gözaltına alıp kaybettiği insanları kamuoyuna taşıdı. Bu devletin işine gelmedi. Sevdiklerimiz unutulsun istendi ama biz asla vazgeçmedik, vazgeçmeyeceğiz de.”
‘Galatasaray Meydanı kayıplarımızla buluşma yerimiz, vazgeçmedik’
700. haftadan sonra Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararlarına rağmen yeniden Galatasaray’a çıkmaya çalıştıklarını belirten Eren, 29 hafta boyunca gözaltına alındıklarını, kötü muameleye maruz kaldıklarını ve nihayetinde kendilerine başka bir toplanma yeri teklif edildiğini anlattı. Bu teklifi kabul etmediklerini ise şu sözlerle ifade etti:
“Galatasaray Meydanı bizim sevdiklerimizle buluşma yerimiz. Bizim mezarlarımız yok. Biz orada sevdiklerimizin fotoğraflarına sarılıyoruz, karanfillerimizi bırakıyoruz. Başka bir yeri kabul edemeyiz. Israrcı olduk ve asla vazgeçmedik.”
’10 kişiyle, 5 dakikayla sınırlandırılmak içimizi acıtıyor’
İkbal Eren, İçişleri Bakanlığı kararıyla açıklamalarının 10 kişiyle sınırlandığını ve bu durumun hem toplanma özgürlüğünü hem de adalet arayışlarını kısıtladığını söyledi:
“Yıllardır kayıplarımız için verdiğimiz mücadele şu an 10 kişiyle sınırlandırılıyor. Ayakta durarak, bariyerlerin önünde sadece beş dakikalık basın açıklaması yapabiliyoruz. Oysa biz faillerin yargılanmasını istiyoruz. Ama bu adalet mücadelesini Galatasaray Meydanı’nda yapmak istiyoruz. Çünkü orası bizim için sıradan bir meydan değil.”
‘Bu ülkeye demokrasi gelecekse bu Galatasaray Meydanı’ndan geçecek’
Konuşmasının sonunda devletin zaman aşımı ve cezasızlık politikalarına son vermesi gerektiğini vurgulayan İkbal Eren, adalet mücadelesinden asla vazgeçmeyeceklerini şu sözlerle ifade etti:
“Devletin işlemiş olduğu insanlık suçlarında zaman aşımı olmamalı, cezasızlık zırhı kaldırılmalı. Eğer bu ülkeye demokrasi gelecekse, bu Galatasaray Meydanı’ndan geçecek. Failleri yargılanmadan, devlet yüzleşmeden biz vazgeçmeyeceğiz. Onları unutmayacağız, unutturmayacağız. Biz hak, adalet ve hakikat mücadelesine kaç yıl geçerse geçsin devam edeceğiz.”