Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, TBMM’de Yeni Yol Grup Toplantısı’nda konuştu. Davutoğlu, sözlerine Gürcistan sınırında düşen askeri kargo uçağında hayatını kaybeden askerlerine ailelerine başsağlığı ve sabır dileyerek başladı ve şu değerlendirmelerde bulundu:
“Herkesin kısır ve dışlayıcı kimlik tartışmaları içinde boğulduğu ve karşı tarafı kendi tanımına mahkûm etmek için ortak tarih bilincinden koparak kendi tarihi kutsallarını ve tarihi deccallarını oluşturmaya çalıştığı bir toplumun ortak bir zihniyette buluşması çok zordur. Sığ sloganların çatıştığı zihinlerden ortak bir bilinç çıkmaz. Toplumumuzun modern dönem siyasi akımlarını oluşturan muhafazakarlık, milliyetçilik ve seküler damarlarının sığlaşması ve diğer damarları ve hatta kendi damarı içindeki diğer kolları şeytanlaştırması beni ciddi şekilde kaygılandırıyor. Zihniyet düzeyindeki bu lime lime çözülme toplumsal düzenin ahlaki temellerini sarsıyor. Unutmayalım, dışlayıcı yaklaşımların sonun hüsrandır; milletimize ve devletimize yazık ederiz. Ayrıca tarihin bize öğrettiği acı bir gerçek vardır: Bugün dışlayan yarın dışlanır.
Yüreğimden gelen bütün bir feryatla çağrıda bulunuyorum. Gelin kardeşlerim çok geç olmadan insan ortak paydasında buluşalım, insan onurunu yüceltelim, gücü birbirimizi küçük düşürmekte değil, birbirimizi yüceltmekte bulalım. Bu da ancak ortak hukuk anlayışı ile mümkün olabilir. Birbirinden emin olamayanlar Müslüman, birbirini sevemeyenler millet, birbirinin hukukuna saygı gösteremeyenler çağdaş olamaz. ‘Terörsüz Türkiye, Terörsüz Bölge’ sürecini bu oratak aidiyet bilinci çerçevesinde destekledik. Bu sürece ilişkin tüm yapıcı adımları desteklediğimizi, meseleye bu çerçeveden bakanlarla da omuz omuza olduğumuz bir kez daha vurgulamak isterim. Atılan adımların hukukla pekiştirilmesi önemli olmakla birlikte asıl sorun kaynağımızın meselenin içindeki tüm kesimler açısından zihniyet olduğu unutulmamalıdır. O yüzden meselenin temellerine inmekle birlikte yeni bir paradigma inşasına da girişmek kaçınılmazdır. Yeni paradigma hem bölünme kaygısını, hem aidiyet problemini, hem de genel anlamda birlikte yaşama tasavvurunu geliştirecek yöntemler ve pratikler inşa etmeyi içermelidir.
Tam planladığımız şekilde ilim hayatına dönmek üzere istifa aşamasındayken 17 Mart 2008’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının AK Parti hakkında kapatma talebiyle dava açtığı haberi gündeme bomba gibi düştü. O zaman Başbakanımız Sayın Erdoğan’a giderek ‘Bu kapatma davası sadece size ve AK Partisine karşı değil 9 ay önce bize ülke yönetme yetkisi veren milletimize ve yeni yeni kökleşmeye başlayan demokrasimize savaş ilanıdır, ben sizi bu savaşta yalnız bırakmayacağım, siz ne yapmamı isterseniz yapmaya hazırım’ demiştim. Duygusal bir atmosfer yaşadıktan sonra ‘O zaman bakanlığı ve siyaset teklifim reddetmeyeceksiniz hocam’ demişti. İşte güç politikası anlamında dar siyasete o gün girmiş ve geniş anlamda değerlere dayalı siyasetin imkansızlığını gördüğüm anda da arkama bakmadan bırakmıştım.”
İBB iddianamesine tepki
“Dün aradan geçen 17 yıl sonra İBB soruşturması sonucunda İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianame ve sonrasında yaşananları görünce nereden nereye geldik diye başımı iki elimin arasına alıp düşündüm. İktidar veya muhalefet kim yaparsa yapsın yolsuzluklara karşı en kararlı mücadeleyi verelim ve kim tüyü bitmemiş yetimin hakkına el uzatmışsa o el kırılsın, kim emeğiyle, alın teriyle geçinmeye çalışan 86 milyonun hakkına göz dikmişse, o gözler oyulsun. Ama sormak gerekmez mi şimdi? İddianamenin ana odağını oluşturan ‘Örgütün amaçları kapsamında maddi zenginleşme, bu yolla CHP’yi ele geçirme ve Cumhurbaşkanlığı adaylığı için fon oluşturma’ iddiası ise bu suçları kökten yok edecek olan ‘siyasi ahlak, siyasetin finansmanı, ihale yasası, imar yasası’ gibi reform yasalarımıza niye karşı çıktınız ve üzerimize Sorosçu pelikan çetelerini sürerek önümüzü ahlaksız yöntemlerle niye kestiniz? “
‘Sayın Savcı sana kim ‘sözünün arkasında durma’ dedi’
“İddianame açıklandıktan sonra İstanbul Başsavcılığı’nın CHP’nin kapatılması için Yargıtay Başsavcılığı’na bildirimde bulunduğu haberleri ise tam bir facia. Gerekçe, Anayasa’nın 68, 69 ve Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin ihlali. Savcılık, CHP hakkında suçtan kaynaklı paralarla partiye bina alma, kişisel verileri hukuka aykırı şekilde yayma suçlamalarıyla Anayasa’nın 68, 69. maddelerinin ihlal edildiğini iddia ediyor ve Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin uygulanmasını Yargıtay Başsavcılığı’ndan istiyor. 101. maddenin başlığı, ‘Anayasa’daki yasaklara aykırılık halinde partilerin kapatılması.’ Sonra Başsavcı bir açıklama daha yapıyor. Diyor ki; ‘Biz kapama istemedik, Yargıtay Başsavcılığı’na bildirimde bulunduk.’ Sayın Savcı sana kim ‘Sözünün arkasında durma’ dedi? Hem bu bildirimi yapıp hem de ‘kapama istemedik’ diyerek bu milletin aklıyla dalga mı geçiyorsun?
Orada durun beyler, bu ülke parti kapatma davalarından çok çekti. Rahmetli Erbakan Hocamız kaç parti kapatma davasının önüne geçti biliyor musunuz siz? 28 Şubat’ta Refah Partisi’nin kapatılma sürecindeki acıları, ızdırapları unutmadık. Benim Siyaset yapmaya karar verişim birçok teklifi daha önce reddetmiş olmama rağmen AK Parti’ye kapatma davası açılması ile oldu. Başta vurguladığım ilkeler ışığında kendim için istediğim adaleti rakiplerim için de isterim. Ana muhalefet partisine karşı kapatma davası açılmasının kimseye bir faydası olmaz. Bunun düşünülmüş olması bile kabul edilemez. Suç işleyen cezasını çeksin, parti kapatarak ve siyasi yasaklarla siyaseti dizayn etmeye kalkışmayın. 3 Y’nin birinci maddesinin yasaklar olduğunu unutmayın. Bugün dışlayan, dışlanır. 28 Şubat bizi dışladı, sonra 28 Şubatçılar mahkemelerde yargılandı. Kimseyi dışlamayalım, hiçbir fikrin önüne engel koymayalım, hiçbir partiye kapatma davası açılmasına asla izin vermeyelim. Hiçbir şeyde anlaşamıyorsak adalet ilkesinde ve hukuk düzeninde anlaşalım. Kendisi için istediğini bütün halk için istemeyen adil bir yönetici olamaz.”
‘Bu açıkça sistematik bir cinayettir’
“Bir başka tablo üretim ve paylaşım düzenindeki çarpıklığı açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Üçü kız çocuğu üçü kadın altı vatandaşımızı kaybettiğimiz Dilovası’nda kozmetik fabrikasında çıkan yangından bahsediyorum. Bu bir sistemik cinayet vakasıdır. ‘İhmaller zinciri’ denetimsiz, yozlaşmış bozuk düzenlerde olur. Eğer bir yerde ‘ihmaller zinciri’ adı verilen karartma, saklama, gizleme, göz yumma operasyonları varsa, orada siyasi cinayetler işleniyor demektir. Doğru işleyen ahlaki bir yapısı, işlevsel bir planlaması olan düzenlerde ihmal ya da hatalar olur. Yoksa bu kadar rezillik, bunca ahlaksızlık ve pespayelik, onca vicdansızlık, bunca kanunsuzluk ardı ardına sıralanmaz.
Çocuk işçi çalıştırmaktan sigortasız işçilere, yıkım kararını göz ardı etmekten can güvenliği olmayan şartlarda çalışmaya kadar şikayetler ardı ardına geldiği halde göz yummalar, geçiştirmeler varsa bir olayın içinde, insan eliyle işlendiğine bakmayın, bu açıkça sistematik bir cinayettir. Bu cinayette sorumlu bu yoz düzen, bu çürümüş sistemdir. Sorumlular, bu kokuşmuş düzenin çürümüş kurumlarıdır. Kurumları çürüten ve işlevsiz hale getiren de Allah’tan korkmayan, ehliyetsiz, liyakatsız kadrolardır. Akrabayı, yakını kollayan; arkası olana dokunulamayan, iktidara yakınsa, sırtını oralardaki kodamanlara dayamışsa hukuksuzluklarını, günahlarını bir şekilde gözlerden kaçıran, denetimden ari şekilde işlerini bir şekilde yürütenler sınıfı diye bir sınıf oluşmuşsa orada suçlu bu yozlaşmış kurumlardır. Gözünü sermaye hırsı bürümüş arsızlar, tamahkarlar, ahlaksızlar, katiller de işte ancak böylesi bir yoz düzende mantar gibi çoğalırlar.
Tıpkı Kartalkaya’da olduğu üzere, tıpkı bebek katilleri ‘yenidoğan çetesi’nde olduğu üzere, tıpkı ‘yüzyılın depremi’ denen ama rant hırsıyla gözleri kör olmuşların kollandığı imar skandallarında olduğu üzere benzerlerini sürekli yaşadığımız sistemik cinayetler bir iklimin eseri. Bu iklimi yaratan siyasi ve bürokratik sorumlular hesaba çekilmedikçe ‘görevden alındı’ ya da ‘görevden affı kabul edildi’ gibi kavramlarla istifa ve sorumluluk mekanizmaları göz ardı edildikçe bu iklim değişmez, kirlenme devam eder. O rant ve koruma kollama düzeninin faturaları bazen can yakan felaketlere, bazen bahis ve şike soruşturmalarında olduğu gibi ülkeyi örümcek ağı gibi saran çürümüşlüklere sebebiyet vermekte.”
‘Yani ‘korunup kollananlar düzeni’ de diyebiliriz bu çürümüşlüğe’
“Adamlar mesleği, holding sahibi dayılarından öğrenmişler. Onun da 140 bin litre dezenfektanı, tehlikeli madde içerdiği için Avrupa’dan iade edilmiş ama pandemide milletin Meclisi’ne de dezenfektan satmış bu adamlar. Şimdi de herkes birbirine soruyor ‘Acaba o dezenfektanlar Avrupa’dan iade edilenler mi’ diye. O malum dayının adı 2021’de Alman gümrüğünde yakalanan Kolombiya-Panama-ABD-Almanya hattında Türkiye alıcılı 111 kilogram siyah kokainle de anılıyor. Hani derler ya ‘Dayın varsa arkan sağlam, dayın varsa işlerin yürür.’ Bu dayı da onlardan işte. Bataklıktaki dayılar düzeninin aparatlarından biri olan bu adam, suçu gariban bir çalışanının üzerine atmış ve paçayı sıyırmış o dönemlerde de. Üstelik savcılık, 20 bin lira maaşlı çalışanın kâğıt üzerinde patron olduğunu tespit ettiği halde birkaç ay sonraki duruşmada çalışanı tutuklamış, esas patronu da salıvermiş. Yani onu da birileri koruyup kollamış. Yani ‘korunup kollananlar düzeni’ de diyebiliriz bu çürümüşlüğe. 2021’de o atölyeye kaçak yapı gerekçesiyle yıkım kararı verildiği halde kimler tarafından kollandı bu caniler? İŞKUR’un, tüm şikayetlere rağmen dibindeki bu müesseseye gitmesini kim engelledi? Faillere yataklık yapan İŞKUR’daki sorumlular kimler?”
‘Üretim-paylaşım düzenini yeniden kuracak bir sosyo-ekonomik devrim şart’
“Eğer acil tedbirler alınmazsa ülkenin üretim çarkları duracak ve ülke üretimsiz bir finansa rantiye ve hizmet alanu haline dönüşecek. Türkiye’nin en büyük gücü olan Afroavrasya merkezinde bir üretim üssü olma niteliği kayboluyor. Tarımda üretim alanlarının. Her geçen gün daralması yanında, sanayide fabrikalar kapanıyor. Sanayicilerimiz en temel ekonomi ilkelerinden kopuk faiz-kur-enflasyon sarmalında can çekişiyor. Ne yapılırsa yapılsın yılların biriktirdiği sarmalın çetin duvarları aşılamıyor. Yüksek faiz sanayicinin ümüğünü sıkıyor, düşük kur ihracata dönük sanayiciyi rekabetten koparıyor, yüksek enflasyon üretim planlamasını imkansız kılıyor. Bu tablonun en çarpıcı göstergesi Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı’nın fabrikasını satışa çıkarması. Bu sarmalı kıracak adımlar çıkarcı rantiye ve onlarla işbirliği yapan siyaset eliti tarafından engelleniyor. Evet zihniyet, ahlak ve hukuk devrimi yanında üretim-paylaşım düzenini yeniden kuracak bir ekonomi-politik devrim, bir sosyo-ekonomik devrim şart. Artık pansuman tedbirlerle çözüm bulunamaz.”
‘Tek çözüm yolu gerçek bir temiz siyaset devrimi yapmaktır’
“Yine faizciyi, rantiyeyi kayıran bir bütçe ile karşı karşıyayız. Bu yıl takriben 2 trilyon ödediğimiz faize 2026’da tam 2.7 trilyon para ödeyeceğiz. Bu rakam toplam bütçenin yaklaşık yüzde 14,5’ini oluşturmakta ki bu da bütçenin faize çalıştığını göstermekte. 2026’da vergi istisnaları ve muafiyetleri toplam 3 trilyon 597 milyar lira düzeyinde hesaplanmaktaktadır ki; bu tutar toplam vergi gelirlerinin yüzde 23’üne, toplam gelirin yüzde 22’sine ve bütçe açığının tam yüzde 33’üne karşılık gelmektedir. Bütçe açığının önemli bir bölümü, tercih edilmiş vergi kayıplarından kaynaklanmaktadır. Bu da açıkça vatandaşın aleyhine, kodamanların lehine siyasi bir tercihtir. Yani ‘Ekonomi mucizesi yaratılacak. Ekonomi şahlanacak. Milli ekonomi modeli ülkeye çağ attıracak’ hamasi nutuklarını ata ata, ihaleciyi, yandaşı kollayan, kodamanları şahlandıran ama halkın belini, sırtını, boynunu büken bir model ve o modelin bedeli olan fatura işte bu!
Asgari ücret muafiyeti hariç tutulan vergi harcamaları yaklaşık 2,5 trilyon lira ve bu tutar, 2026 bütçe açığının yüzde 92’sine denk gelmekte. Bütçe açığına yol açan şey kaçınılmaz mali koşullar falan değil, bizatihi siyasi tercih olarak sürdürülmüş geniş ölçekli vergi kıyaklarıdır. Yani servet transferidir. Sosyal politikalara ayrılan kaynaklar sınırlı kalırken, milyarlarca liralık vergi avantajları bazı şirket ve sermaye gruplarına yönelmiş; üstelik bu istisnaların büyük kısmı performans veya istihdam yaratma koşullarına bile bağlı olmadan sağlanmıştır. Hani nas nerede? Enflasyonla vergilerin işçi ücretlerinde yarattığı 10 aylık kayıp tam 1.8 trilyon lira. İşçinin yaşadığı bu 1.8 trilyonluk kayıp yıllık kazancının tam yüzde 51’ine demek. Sen daha o milli gelir hesabını yaparken işçinin, emekçinin kazancı yarı yarıya erimiş halde. Var mı o hesabın içinde bu gerçeklik de? Her alanda girdiğimiz kriz sarmalının tek çözüm yolu gerçek bir temiz siyaset devrimi yapmaktır.” (ANKA)




