• Ana Sayfa
  • Manşet
  • Dilan Kunt Ayan yazdı | Zeytin ağacının gölgesinde barışın dili
Dilan Kunt Ayan yazdı | Zeytin ağacının gölgesinde barışın dili
Konuk Yazar 3 Temmuz 2025

Dilan Kunt Ayan yazdı | Zeytin ağacının gölgesinde barışın dili

İçinden geçtiğimiz bu tarihi süreçte siyasetin dilinin topluma doğrudan nasıl etki edebileceği Kamran Erkaçmaz’ın 2018 yılında yayımladığı Acının İki Yüzü kitabında kanımca çarpıcı bir şekilde ortaya seriliyor. Kitap, 2013 yılında çözüm sürecinin başladığı o kırılgan ama umutlu dönemde bin bir emekle yürütülen bir projenin ürünü.

Erkaçmaz, bu çalışmasıyla bir yolculuğa çıkmış. Anadolu’nun hemen her bölgesinde, çatışmalı süreçlerde yakınlarını yitirmiş Kürt ve Türk ailelerle bir araya gelmiş, onların gözlerinde şahit olduğu ortak acıyı fotoğraflamış ve onları aynı masa etrafında buluşturmuş. Bu masalar yalnızca hafızalardaki acıya değil, aynı zamanda karşılıklı birbirini anlamaya açılan kapılar olmuş.

Bu proje, barışın dilini konuşmanın dönüştürücü gücüne işaret ederken; önyargıları aşmanın, çatışmadan etkilenenlerin sesine kulak vermenin ve çözüm umudunu canlı tutmanın ne denli önemli olduğunu hatırlatan bir barış çağrısı olarak hala güncelliğini koruyor.

Erkaçmaz, çözüm süreci rüzgarlarının estiği o dönemde, Mardin’de çatışmalı süreçlerde evladını yitiren Ramazan amcayla konuşuyor.

Ramazan amca:

“Ne güzel kaç aydır kan akmıyor, hiç kimse ölmüyor. Huzur var buralarda. Elbette bizim istediğimiz barışın, huzurun, mutluluğun tekrar var olması. Sadece bizim için değil; tüm asker aileleri için de bunu istiyoruz. Bu kirli savaşta iki çocuğumu, köyümü, arkadaşlarımı, akrabalarımı, hayvanlarımı, bir gözümü yitirdim. Hâlâ hapiste, dağda olan çocuklarım var. Bu yüzden, savaşın ne olduğunu nelere yol açacağını çok iyi biliyorum ve bu yüzden son olarak şunu söylemek istiyorum: Savaş gaddarlıktır, zavallılıktır, perişanlıktır, açlıktır, fakirliktir. Ama barış refahtır, huzurdur, mutluluktur. Barışı istemeyenler, demek ki insanlıktan hiç paylarını almamışlar…”

Daha sonra Rizeli Macit amca ile bir araya geliyor. Macit amca da çatışmalı süreçlerde oğlunu kaybetmiş.

Macit amca:

“Bir zeytin ağacı düşün; üzerinde siyahı, yeşili, olmuşu, olmamışı, irisi, küçüğü, güzeli, çürüğü binlerce meyvesi olur. Dalda farklı görünseler de bu meyveler hepsi aynı kökten beslenir. Tıpkı insanoğlu gibi sen Kürtsün ben Lazım, başkası Arap; tıpkı bu zeytinler gibi farklı olsak da kökümüz bir: Âdem ve Havva’dan besleniriz biz. Bu yüzden Kürt’ü Kürtçe, Laz’ı Lazca, Çerkez’i Çerkezce, Arap’ı Arapça konuşmuş, ne var bunda? Bunlar sorun haline getirilmesin. Mesela ben Sünni’yim ama bu ülkede bir Alevi sorunu olduğunu düşünüyorum. Alevilere neden böyle davranılıyor anlamış değilim. Biz Ermenilerle, Yahudilerle, Rumlarla, dinimizden olmayanlarla yüzlerce yıl komşuluk yaptık. Alevilere neden kucak açmıyoruz? İstanbul’da kilise çanları çalıyor da neden Alevilerin Cemevi ibadethane olarak kabul edilmiyor? Senelerden beridir Alevilerle bu ülkede yaşıyoruz, komşuluk ediyoruz. Bu ülke Kürt’e, Türk’e, Alevi’ye, Sunni’ye herkese yeter artar bile, biz neyin kavgasını veriyoruz? Biz bu milletvekillerini ne için seçiyoruz? Bir çözüm yapsınlar diye: Onun için şimdi otursunlar,…barış yapsınlar, artık yeter…”

Macit amcanın söylediği gibi, hepimiz zeytinler gibi farklı olsak da aynı topraklarda binlerce yıldır birlikte yaşamış halkların, inançların hakikatini kavrayarak gerçek bir barışı inşa edebiliriz.

Zeytin örneğinin kendisi bile derinde bir bilgeliği taşıyor. Zeytin ağacı, yaşadığımız topraklarda Ege’den Mezopotamya’ya uzanan geniş bir coğrafyada kök salan bir meyve.

Zeytin ağacı yavaş büyür, derin kök salar; barış da öyledir. Hemen sonuç vermez; ama toprağı sıkıca tutar, kökleri birleştirir. Beslendikçe büyür, emek verdikçe güçlenir.

Barışı besleyecek, büyütecek olan da barışa duyulan inancı, umudu büyütecek bir dili benimsemek, sahiplenmek ve inşa etmektir.

Erkaçmaz’ın kitabına döndüğümüzde; çözüm sürecinde oluşan olumlu atmosferde siyasette ve hatta basında kullanılan dilin gündelik hayattaki karşılığını gösteren çarpıcı bir örnek görüyoruz.

Çözüm masası henüz devrilmeden önce, Erkaçmaz, N.K. isimli bir yurttaşla da görüşüyor. N.K. o dönemki çözüm süreci karşıtı protestolara dair:

“Çıkıp protesto yapıyorlar. “Barış istemiyoruz, mücadele istiyoruz!” diyorlar. Yıllardır mücadele ediyoruz, olan gençlerimize oluyor. Dağdakiler de bizden, Kürt kardeşlerimiz; bu işin en güzel yolu barıştır. Asıl hain bu barışı desteklemeyenlerdir.” diyor.

Ancak masa devrilip, savaşın dili yeniden siyaseti kuşattıktan sonra, Erkaçmaz’ın 2017’de aileleri tekrar ziyareti esnasında, N.K.’nin tutumunun bu kez bambaşka olduğu görülüyor. Barışa dair N.K. bu defa şunları ifade ediyor:

“Ne barışı kardeşim, yok artık barış marış. O hakkı kaybettiler, sonuna kadar mücadele artık. Zaten bitmek üzereler, operasyonlar hep başarılı…”

Bu değişim sadece bir bireyin fikrindeki dönüşümü değil; toplumsal algı ve tutumların, medyanın ve siyasetin diliyle nasıl yönlendirilebildiğini de gösteriyor. Siyasetin çatışma ve güvenlikleştirme dilinin topluma ne denli hızlı sirayet ettiğini, toplumsal tutum ve duyguları nasıl dönüştürdüğünü açıkça gösteriyor.

Bugün bir yanda iktidar “Terörsüz Türkiye”, “tasfiye süreci” gibi söylemler kullanırken, diğer yanda muhalefetteki bazı kesimler “yine kandırılacaklar”, “hiçbir somut adım yok”, “böyle barış mı olur?” ya da “3. Dünya Savaşı’nın arifesindeyken silah mı bırakılır?” gibi söylemler üretiyor.

Oysa çatışmanın durduğu, diyaloğun kıymet kazandığı dönemlerde bu tür söylemler ve kavramlar ne kazandırıcı ne de toplumsallaştırıcıdır. Tam tersine, toplumu sürecin öznesi yapacak barış dilinin önünü tıkar. Kutuplaşmayı artırır.

2013’te kurulan masanın dağıtılmasının akabinde Türkiye halklarının yaşadığı kayıplar, acılar, toplumsal alanın giderek daraltılması bugün başlatılan sürece dair haklı kuşku ve güvensizlikleri yaratıyor olsa da savaşta iki çocuğunu, köyünü, arkadaşlarını, akrabalarını, hayvanlarını, bir gözünü yitiren; savaşın ne olduğunu nelere yol açacağını çok iyi bilen Macit amcanın dediği gibi savaş; gaddarlık, perişanlık, açlık ve fakirlik değil midir?

Eğer Türkiye’de kalıcı ve onurlu bir barış isteniyorsa, siyaset kurumu da toplumsal muhalefet de bütün kesimler dillerini gözden geçirmek zorundadır. Çünkü barış sadece müzakere masasında değil, aynı zamanda kelimelerin arasında, söylenenlerde ve susulanlarda kurulur.

Barışın dili; yıkmayan, dışlamayan, ötekileştirmeyen; toplumun ortak acılarını sarıp, ortak geleceğini kurmaya çağıran bir dildir. Ve bu dil, her şeyden önce siyasetin dili haline gelmelidir.

Eğer Türkiye’de kalıcı ve onurlu bir barış isteniyorsa, toplumsal güçler olarak demokratikleşme yönünde ortak bir mücadele yürütmek dışında başka bir seçeneğimiz var mı? Sürecin gerçek bir barış ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağı birlikte yürüteceğimiz mücadeleye de bağlı değil mi?

Zeytin ağaçlarının gölgesinde barışı kurmak için yürünecek yol uzun ve zahmetli olsa da varılacak yer yeniden birlikte ve onurlu bir yaşamın ta kendisi olacak. Hepimiz zeytinler gibi farklı olsak da barış hala bu toprakların özündeki hakikattir. Barışın da ağıtın da dili bizdedir. Kurulan her bir söylemin neye tekabül ettiği N.K.’nin tutumunun dönüşümünde simgeleşiyor. Ne söylediğimize, nasıl söylediğimize, neyi susturduğumuza dikkat ederek bu hakikati ortaya çıkarmak da her birimize düşen sorumluluk olarak önümüzde durmaya devam ediyor.

Unutulmamalıdır ki her ne kadar dünyalar dilde ifade bulsa da dil, aynı zamanda dünyaları da kurar.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.