Dilimizdeki en anlamlı sözcük ‘barış’ olsun

Dilimizdeki en anlamlı sözcük ‘barış’ olsun
  • Yayınlanma: 31 Aralık 2025 13:42
  • Güncellenme: 31 Aralık 2025 16:05

Bir yıl daha bitiyor… Bir önceki yıldan kalan her şeyi unutup, iyi ve güzelliklerle dolu bir başlangıç yapmanın umuduyla yola çıkmıştık oysa. Kimilerimiz için gerçekten umutlu ve güzelliklerle dolu, kimilerimiz içinse aynı rutinlerle akıp giden bir yıl oldu. İşte saf, iyi niyetli dileklerimizle kapısını araladığımız bir yıl daha sona ererken; tüm bu güzel dilekleri şimdi yeni yıla devrediyoruz. Güzel başlangıçlar adına bir kez daha umuda ve barışa dair en içten dileklerimizle başlamak istiyoruz. 2026’ya girerken; dünyada güzelliğin en küçük kırıntısını dahi yüreğinde taşıyan insanlar için erdemli bir yıl dilemek buna dairdir.

Bugünden geriye dönüp kendi muhasebemi yaptığımda; iyi başlayan günler ve aylar, giderek derin bir uçuruma dönüştü. İspanya’nın tozlu yollarında şekillenen, sıcağın kâbus gibi çöktüğü bir hücrede sessizliğimle çığlıklarımın iç içe geçtiği bir önceki yılın devamcısı olan 2025; annemin kaybıyla sessizliğimin büyüdüğü bir yıl oldu. Her şey bir yaz tatili için İspanya yollarına düşmemizle başladı. Benidorm’un tatil köyü Terra Mítica’nın gösterişli neşesinden, Valencia’nın karanlık koridorlarına uzanan bu sürüklenişi, ancak Figueres’te Dalí’nin sürreal dünyasına sığındığımda dindirebildim. Dalí’nin bıyıklarının kıvrımından bilincime doğru akan o mağrur siluet, hayatın tablolar kadar düzenli olmadığını fısıldıyordu kulağıma. Zira hayat, onun tuvallerinin aksine, hayale sığamayacak kadar kaotik ve ‘Belleğin Azmi’ndeki o eriyen saatler kadar hüzünlüydü. Ya da Juan Ramón Jiménez’in dizesindeki gibi; “Irmaklar tek başına değil / Türküleri var / Ama can yalnız.”

Bu zorlu yolculuk; kederin, edebiyatın ve sanatın kalbine açılan gizli kapısı oldu aynı zamanda. Lorca’nın yaslı dizelerinde nefes aldım, Cervantes’in Don Kişot’u gibi kendi yel değirmenlerime karşı yürüdüm. Ama en çok da sürgün yollarında annesiyle el ele yürüyen Antonio Machado’nun kaderini iliklerimde hissettim. Ne diyordu Machado: “Yolcu, yol yoktur; yol yürürken oluşur.” Ben yürüyemeden kendimi küçücük bir hücrenin içinde bulmuştum. Adımlarım bir yoldan çok bir labirentin çıkmazıydı. Tutsaklığa düşen yolcunun ruhunun değdiği dikenli tellerle dolu bir mayın tarlasındaydım adeta.

Machado’nun kader ortağı Walter Benjamin’i de o hücrede hayallerime aldım ve sonra düştüğüm yolda yanıma… Fransa’da sürgünken Nazilere teslim edilme korkusuyla İspanya sınırında bir otel odasında son nefesini veren o büyük zihin benimleydi. Dalí’ye sadece kırk dakika uzaklıktaki sınır köyü Portbou’ya gidememiş olmanın hüznü, bugün bile üzerimde ağır bir yük. Biri diktatörlüğü alkışlarken, diğeri özgürlük adına ölümü seçen iki zıt kutup arasında yürüdüm. Walter Benjamin, Pasajlar’da Baudelaire’nin bir dizesini aktarır: “Kaldırım taşlarına takılır gibi tökezleyerek sözcüklerde, / Kimi zaman da çarparak nicedir düşlediğim dizelere.” Tam da yaşadıklarım bu dizelerdeydi ve bana onları Benjamin anımsatıyordu. Kaldırım taşları ve sözcükler arasına sıkışmış, düşe kalka ilerliyordum.

Benjamin’in trajedisine dalmışken, kendimi Dante’nin o meşhur dizesindeki gibi; “Yaşam yolumuzun ortasında, doğru yoldan sapmış ve karanlık bir ormana düşmüş” gibi hissediyordum. Dante de Floransa (Cumhuriyeti)’nden sürülmüş, sevdiklerinden koparılmış ve ömrünü ‘vatanına hasret bir yolcu’ olarak tamamlamıştı. Onun Cehennem’den Araf’a, oradan Cennet’e uzanan yolculuğu, aslında insanın kendi içindeki karanlığı aşma çabasıydı. Benim yürüyüşüm de bir nevi kendi ‘İlahi Komedya’m değil miydi?

Yeryüzünde yaşanmış trajedilere kafa yormak ve hiç tanımadığım bir yerde, bir pansiyon odasında zorunlu ikamete dahil olmak… Yaşadıkça öğrenmenin sonu yokmuş. Dilini bilmediğim insanların bir fincan kahveyle sunduğu yakınlıkta teselli buldum. Anladım ki; bazı maskeler inerken, bazı kalpler hiçbir karşılık beklemeden açılıyordu kalbime. Fırtınanın ortasında elimi bırakmayan gerçek dostlarımın vefasıyla sıcağa, hücreye, yalnızlığa ve çocuğumdan ayrı kalmaya dayanarak ayağa kalktım.

Birten Demirtaş Özbek’in Bir Fırat Hikâyesi / Sonsuza Kadar ve Jorge Amado’nun Sonsuz Topraklar’ı, bu yürüyüşte en sadık yoldaşlarım oldu. John Steinbeck ise Cennetin Doğusu ile ruhumun coğrafyasını genişletti. Bu kitapları kaç kez okudum, kaç satırın altını gözyaşlarımla çizdim bilmiyorum. İnsan kendisiyle konuşurken, dertlerini kendine anlatırken zamanı bir ileriye, bir geriye taşıyabiliyor, yükü sırtlayabiliyor, o yükü taşıyana sığınabiliyor. Ben buna duygunun, duymanın bedensel ve ruhsal olarak seyir hâlinde olması ve kayıtsızlığa isyan diyorum. Anlamanın ötesinde bir durum. Seni anlıyorum sözüne ortak olma olarak da ifade edebilirim. İlk defa oğlumun ellerini tutamayışımı çan seslerinin ortasında gözyaşlarımla karşıladım.

Şimdi tüm bunlarla 2025’i geride bırakırken, cebimde annemin aziz hatırası, heybemde ise bu yolculuğun öğrettiklerine sarılıyorum. Yol bir gün bitebilir, insanlar gidebilir ama yürürken oluşturduğumuz o bağ, her zaman içimizde kalandır. Herkes bir şeylerle vedalaşarak düşer yola; ama vedalaşılamayan, sonsuza dek kalpte kalan yüzler, izler ve seslerdir; kalıcı olan da budur.

En sert sınavını sona saklamıştı 2025. Göçebe olmanın, sürgünde yaşamanın en ağır yükü olarak annesizliği önüme koymayı başarmıştı. Sonsuz ve derin bir sessizlik içinde olmak böyle bir şeymiş. 29 yıllık hasret acıya döndü. O acısını da hasretini de yanına aldı ve gitti. Kömür karası saçlarında madenin kahrını biriktirerek büyüttü çocuklarını. Madenci eşi olmak Karadeniz’de hep yüktür. O saçlara erkenden aklar düşer ve her örükte bekleyişin ağır tonları vardır. Onun saçlarını, beklediği ölüm beyazlattı. Benim çocukluğa ve ülkeye dönme hayallerimin anlamı ise beklemediğim ölümle karardı. İçimde büyüttüğüm umutlar, kırıntılar onunla birlikte kayboldu.

Gidenlerin bıraktığı o uçsuz buçaksız boşluğu hiçbir şeyin dolduramayacağını artık biliyorum. Ancak bu ağır yıl bana şunu da öğretti: Edebiyat bana iyi geliyor, gerçek vefa ise ayakta tutuyor. 2026’ya adım atarken; kalbimde ve hücrelerimde annemin o hiç bitmeyen, zamanı aşan sevgisini taşıyorum. Aslında bu bir veda değil; annemin sevgisinden miras aldığım o şefkati, şimdi tüm dünya için bir ‘yeni yıl dileği’ olarak aktarıyorum.

Yeni yıl; kaybettiğimiz her şeyin yerine yeni bir umut yeşertsin diye değil; elimizde kalan gerçeklerin değerini bilerek yürümek için geliyor. Acısıyla, tatlısıyla, ama en çok da ‘kendi’ olarak kalabilmenin onuruyla… Belki de Özgün E. Bulut’un dizesiyle söylemem daha doğru olacak: “Ölümün şarkısını toprağa yazdın kâbus ortasında / bitmeyen o şarkıyı ağır ağır tamamladı kalbin.” Bitmeyen şarkılarımız çok, dilimizdeki en anlamlı sözcük ‘barış’ olsun. Geriye dönüp baktığımızda yad edeceğimiz kalıcı değerlerimiz ve izlerimiz bizimle çoğalsın, bizi izlesin.