Özgür Kadın Hareketi, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla “Bi civaka demokratîk ber bi jiyana azad a bê tundî ve (Demokratik Toplumla Şiddetsiz Özgür Yaşama)” sloganıyla gerçekleştirecekleri etkinliklerin deklarasyonunu açıkladı.
Diyarbakır’da bulunan Sümerpark’taki Diyarbakır Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi (DİKASUM) önünde yapılan açıklamanın Kürtçesini Hatice Öncü, Türkçesini Rosa Kadın Derneği Yöneticisi Hazal Kaydu okudu.
Okunan deklarasyon metnin tamamı şöyle:
“1960’ta Dominik’te diktatörlüğe karşı direnirken katledilen Mirabal Kardeşlerin anısı ve mücadelesiyle simgeleşen 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nü bugün katledilen kadınların öfkesini ve direnişini kuşanarak karşılıyoruz. Kadın kırımına karşı amasız, fakatsız mücadelemizi büyütüyor; Mirabal’lerden bugüne uzanan mirasla, şiddetsiz ve özgür bir yaşamı demokratik toplumla birlikte örüyoruz.
Kadın kimliği bin yıllardır şiddetle evlere kapatıldı, sömürüldü ve katledildi. Yarattığı toplumsal değerler yok olsun ve unutulsun diye her türlü şiddete maruz bırakıldı. Kadınların tarihi yok sayıldı. Varlıkları yok sayıldı. Kültürleri, inançları yok sayıldı. Bunun yerine erkek egemenliğinin örgütlediği hegemonik ilişkiler ve bu ilişkilerin kurumsallaştırıldığı yeni yapılar inşa edildi ve bu yapılar ayakta kalabilsin diye şiddet her gün yeniden üretilmeye ve kadınlar kapatılmaya devam edildi. Bugün bütün dünyada gözlerimizin önünde gerçekleşen kadın ve toplum kırımı binlerce yıllık şiddet tekelinin devamıdır. Kapitalist modernite sistemi, temel dayanağı olan erkek egemenliğini dünyanın farklı coğrafyalarında farklı politikalarla ayakta tutmak için her zamankinden çok daha fazla saldırmaktadır. Her yıl dünya genelinde en az 80 bin kadın erkek şiddeti ile katledilmekte, kadınlara karşı açık bir savaş yürütülmektedir. Statüsüz fakat bütün yapıların ortaklaşarak yürüttüğü bu savaş her gün yüzlerce kadını öldürmekte, yaşamdan koparmakta, psikolojik-fizyolojik geri dönülmez yaralara neden olmaktadır.”
Erkek egemenliğine karşı direniş
“Kadın direnişinin son 100 yıllık örgütlü mücadelesi bu durumu ifşa etmiş, dünya genelinde büyük bir mücadele örgütleyerek erkek egemenliğine karşı sürekli direnişini sergilemiştir. Gelinen aşamada dünya genelinde kadın mücadelesinin sirayet etmediği bir coğrafya kalmamıştır. Fakat bunu bir tehlike olarak gören küresel dünya sistemi son on yılda her yerde kadınların kazanımlarına saldırmış, bu kazanımlara hem yasal hem pratik olarak el konulmuştur.”
Sistematik şiddet ve katliam
“Tanrıçaların yurdu olan bu topraklarda her gün kadınlar sistematik olarak katlediliyor, şiddete maruz kalıyor, intihara sürükleniyor ve adını burada sayamayacağımız kadar çok fazla baskı ve şiddet cenderesine alınarak varlığı adeta parçalanmak isteniyor. Duygusu, düşüncesi küçük görülüyor, kadın olmak şiddet görmek için yeterli bir gerekçe sayılıyor. Resmi makamların açıkladığı verilerin gerçekleri yansıtmadığı aşikardır. Son yıllarda artan intihar olarak not düşülen ‘şüpheli kadın ölümleri’nin arkasında erkek faillerin olduğunu biliyoruz.”
Hükümete eleştiri
“Son 20 yıllık süreçte hükümetin kadın düşmanı politikaları bu sistemi pekiştirmiş, daha fazla kadını hayattan koparmıştır. Bütün bilimsel ve sosyolojik veriler kadınların en çok evlerde, aile içinde şiddete maruz kaldığını gösterse de ısrarla kadına yönelik şiddeti ailenin zayıflaması olarak ele almasını kabul etmedik, etmeyeceğiz. İlan edilen ‘Aile Yılı’ ve bu kapsamda uygulanan politikalar kadınları daha çok eve kapatmakta erkek şiddetini görünmez kılmaktadır. Kadına yönelik şiddet bir aile meselesi değil erkek egemen sistem sorunudur. Mevcut iktidar aile içinde yaşanan sorunları ‘kutsal aile’ söylemiyle görünmez kılmakta, özel alana sıkıştırılan kadın iradesinin özgürleşmesini engellemektedir. Her gün kadınlar, evlerinde en yakınları tarafından cinsel, ekonomik, psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalıyor. Bu şiddetin üstüne görünmez bir perde çekiliyor; ev içi şiddet hala çoğu zaman şiddetten bile sayılmıyor.”
Yasalar kağıt üzende kalıyor
“Mevcut yasalar kadını koruduğunu iddia etse de, uygulamada bu koruma yalnızca kağıt üzerinde kalıyor. Kadınları korumakla yükümlü kurumlar çoğu zaman ‘aile birliğini koruma’ adı altında kadını yeniden şiddet ortamına itiyor. Güvenli alanlar yetersiz, koruma kararları ise etkisiz; çoğu kadın, tehdit altında olmasına rağmen faille aynı mahallede, hatta aynı evde yaşamaya mecbur bırakılıyor. Erkek şiddeti sistematik biçimde ‘bireysel öfke’, ‘kıskançlık’, ‘tahrik’ gibi gerekçelerle hafifletiliyor; erkek failler iyi hal indirimleriyle serbest bırakılıyor. Yine Meclis’e sunulmak üzere hazırlanan 11. Yargı Paketi taslağı bireyin özgür yaşama hakkını tehdit eden, Türkiye’nin uluslararası insan hakları yükümlülüklerini hiçe sayan ağır ayırımcı düzenleme önerileri içeriyor. Hukukun, toplumun yaşama ve eşitlik hakkını güvence altına alması gerekirken bu tür yasalarla ayrımcı ve antidemokratik uygulamalar meşrulaştırılıyor. Böylece yasa metinlerinde yer alan ‘eşitlik’ ve ‘koruma’ ilkeleri, erkek egemen zihniyetin duvarlarına çarpıp işlevsiz hale geliyor. Kadınlar için adalet arayışı, devlet kurumları içinde yeniden travmatize edildikleri bir sürece dönüşüyor. Bunun en çarpıcı örneği, koruma kararına rağmen katledilen kadınların sayısının her geçen gün artmasıdır. Kadınlar yaşam haklarını savunmak için meşru müdafaa hakkını kullandığında ise, en ağır cezalarla karşılaşıyorlar. Bu tablo, yürürlükteki politikaların kimden yana olduğunu açıkça gösteriyor.
Kadına yönelik şiddetin kökeninde binyıllardır süregelen erkek egemen ideolojiler yatıyor. Bu sistem yapısal olarak doğaya, topluma, kadına ve çocuklara karşı her türlü saldırıyı süreklileştiriyor. Eko kırım politikalarıyla kendine, toprağına, hafızasına yabancılaşan bireyler yaratarak yaşam anlamından uzaklaştırılıyor. Kadınlar yaşam alanlarından kopartılarak yoksulluğa mahkum ediliyor. Böylece muhtaç, bağımlı ve çaresiz kılınarak nice yaşamlar azami kar politikalarına kurban ediliyor. Ancak biz biliyoruz ki, kadın direnişi bu ideolojilere karşı bir an bile geri adım atmadı ve atmayacak. Şiddetsiz, sömürüsüz, eşit bir dünya kurulana dek kadın mücadelesi büyümeye devam edecek.”
27 Şubat çağrısı
“Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’taki çağrısıyla başlayan Barış ve Demokratik Toplum Süreci’ni, erkek egemen sisteme karşı verdiğimiz kadın özgürlük mücadelesinden ayrı görmüyoruz. Çünkü biliyoruz ki savaş, bu coğrafyada en çok kadınların ve çocukların yaşamını yıktı. Binlerce Kürt kadın katledildi, işkenceye uğradı, zorla yerinden edildi; körüklenen militarizm kadın bedenini, emeğini ve kimliğini hedef aldı. Özel savaş politikalarıyla kadınlar kimliğinden, inancından, yaşamından koparılmak istendi. Kolluk güçlerinin işlediği suçlar cezasız bırakıldı; karanlık dönemlerin faili meçhul cinayetleri ise bugün kadın kimliği üzerinden güncelleniyor. Hala Gülistan Doku’nun akıbetini soruyor, ‘Rojin Kabaiş’e ne oldu’ diye haykırıyor, Narin Güran cinayetinin karanlıkta bırakılmasını kabul etmiyoruz. Narin, çocukların yaşam hakkının nasıl sistematik biçimde ihlal edildiğinin, yoksulluğun, şiddetin ve cezasızlığın birleştiği bu düzenin sembolü haline gelmiş durumdadır. Onun ardından sorulan her ‘neden’ sorusu, bu coğrafyada çocuk olmanın, kadın olmanın, yoksul olmanın bedelini hatırlatıyor. Gerici ve karanlık ilişkiler ağında katledilen, özgür dünyalarından kopartılıp çalışmaya mahkum bırakılan, eğitimsiz kılınarak geleceksizliğe sürüklenen çocuklar da bu savaşın en büyük mağdurları haline getirilmiş durumdadır.”
‘Barış sadece silahların susması değil şiddetin tüm biçimlerin sona ermesidir’
“Savaşın yaşamı yok ettiğini, savaş ortamında erkekliğin nasıl kutsandığını, militarizmin şiddeti nasıl meşrulaştırdığını yaşayarak gördük. İşte tam da bu yüzden TJA olarak, barışı yalnızca silahların susması değil, şiddetin tüm biçimlerinin sona ermesi olarak görüyoruz. Barış demek, kadınların öldürülmediği, kimliklerinin inkar edilmediği, bedenlerinin savaş alanı yapılmadığı bir yaşam demektir. Barış aynı zamanda çocukların açlıktan ölmediği, okula aç gitmediği, nefes aldığı havanın, içtiği suyun kirletilmediği bir yaşam demektir. Çünkü savaş sadece insanı değil, doğayı da öldürür; ormanları, nehirleri, kuşları, toprağın bereketini yok eder. Ekolojik kırım da erkek şiddetinin başka bir biçimidir.Kürt halkının büyük bedeller ödeyerek bugüne taşıdığı mücadeleyle filizlenen Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin kadınların öncülüğünde başarıya ulaşacağına inanıyoruz. Çünkü barış, kadınların sesiyle, emeğiyle, adalet arayışıyla mümkündür. Barış sürecinin kendiliğinden ya da tek taraflı yürümeyeceğini bilerek, her yerde örgütleniyor, barışı toplumsallaştırıyoruz. Biliyoruz ki kadınlar barış süreçlerinin öznesi olduğunda, sadece savaşlar değil, şiddetin bütün biçimleri de son bulur. Bu yüzden bir kez daha haykırıyoruz;
Savaşa hayır, barış, hemen şimdi!
Komün en temel öz savunmadır!
Bu toprakların mayası komün örgütlenmesi ve özgürlükçü yaşam felsefesiyle tuttu. Toplum bu bilinçle kendini var etti, eşit ve özgür bir yaşamın ölçülerini yarattı. Bugün tüm bu değerlere yapılan saldırılar karşısında kendini savunma ve özgürleştirmenin yolunun yine komün örgütlenmesi olduğunu biliyoruz. Komünal özgürlük değerleriyle cinsiyetçilik, dincilik, milliyetçilik ve bilimciliğin yarattığı tüm tahribatların aşılmasının mümkün olduğu bilinciyle daha fazla örgütlenecek, savunmamızı ve yaşam hakkımızı komün etrafında inşa edeceğiz. Barışın yolu da özgür yaşamın tohumu da bu değerler birleşkesinde var olacaktır. Bu 25 Kasımı sadece şiddete karşı duruşun değil, yaşamın tüm alanlarını kadın rengiyle inşa etmenin dinamiğini oluşturan ‘Jin, jiyan, azadî’ devrimimizin ruhu ve etkisiyle karşılıyoruz. En etkili eylemin örgütlenmek olduğu bilinciyle, yaşamı savunmanın yolu ortak kadın mücadelesidir diyoruz.
Umutluyuz!
Yarım asırdan fazladır devam eden kadın özgürlük mücadelemiz büyük bedeller ödeyerek bugünlere geldi. Fakat vazgeçmedik, geri adım atmadık. Çünkü mücadele ile nelerin başarılabileceğini en iyi biz kadınlar biliyoruz. Erkek egemen sistemin bizi yok etmek isteyen politikalarına karşı bin yıllardır klamlarla, ninnilerle, öfkeyle, umutla, inançla direnerek bugünlere geldik. Bugün kadın yoksulluğu, kapitalist sömürünün en çıplak haliyle görünür olduğu alanlardan biridir. Kadınlar yoksulluğun yükünü taşırken, çocuklarını doyuramadığı için suçlanıyor; üretimden dışlanırken dayanışma ağlarıyla yaşamı yeniden kuruyor. Bu nedenle kadın mücadelesi, sadece şiddete değil, aynı zamanda yoksulluğa, açlığa, güvencesizliğe ve doğanın tahribine karşı da bir direniştir.”
‘Ekolojik kırım, kadın yoksulluğu’
“Ekolojik kırım, kadın yoksulluğunun ve savaşın ayrılmaz bir parçasıdır. Sular kururken, topraklar madenlerle oyulurken, ormanlar bombalanırken en çok kadınların emeği, geçimi ve yaşam alanı yok ediliyor. Bu nedenle özgürlük mücadelesi aynı zamanda toprağın, suyun, yaşamın savunusudur. Yoksulluğa, tacize, tecavüze, şiddete, katliamlara karşı sesimiz, sözümüz büyüyerek bugünlere ulaştı. Toplumsal değerlerimizi bağrımızda taşıyarak yürüdük. Bugün ise ‘Umut İlkesi’ne her zamankinden daha fazla tutunarak özgür yaşam kararımızı büyütüyoruz. Bu değerler bugün yeniden komünleşmeyi, toplumsal birlikteliği, beraber üretmeyi ve çoğaltmayı bekliyor. Kadın Rönesans’ını gerçekleştirmek için daha fazla gerekçemiz, mücadele imkanlarımız ve kadim bir tarihimizden edindiğimiz deneyimlerimiz var.
Şiddetsiz bir yaşam için demokratik değerler etrafında yeniden birlikte olmak, toplumsal komün değerlerini açığa çıkartmak, sözünün ve iradenin sahibi olmak her zamankinden daha elzem. Bu 25 Kasım’ı da bir yandan katledilen kadınların öfkesi bir yandan coğrafyamızda hakim olan barış inşasının umudu ile karşılıyoruz. Yürünecek yolumuz, verilecek mücadelemiz var. Bütün kadınları özgürlüğe yürümeye, sözü büyütmeye ve kadın Rönesans’ını yaşamsallaştırmaya çağırıyoruz.” (MA)




