Ünlü Kürt yazar Bextiyar Ali, The Amargi’de kaleme aldığı son yazısında Batı’nın Suriye politikası üzerinden derin bir ahlaki ve felsefi sorgulama yaptı. Ali, Ahmed el-Şara’nın ve Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) Amerikan ve Avrupa terör listelerinden çıkarılmasını, Batı’nın “iyi” ile “kötü” arasındaki sınırları çıkar siyaseti doğrultusunda yeniden çizmesinin çarpıcı bir örneği olarak değerlendirdi.
Ali’ye göre Batı, bir dönem terörist olarak tanımladığı Ebu Muhammed el-Colani’yi, kısa süre içinde “Ahmed el-Şara” kimliğiyle yeni bir aktöre dönüştürerek sahneye çıkardı. Bu dönüşümün ahlaki bir yeniden değerlendirmeden değil, pragmatik ve kâr odaklı bir siyasal akıldan kaynaklandığını vurgulayan yazar, Batı’nın böylece kendi değerler sisteminde derin bir kriz yaşadığını savundu.
Yazının tamamı:
Amerika ve Avrupa’nın, Ahmed el-Şara’yı ve HTŞ’yi terör listelerinden çıkarması, eski ama hiç eskimeyen bir soruyu yeni bir biçimde yeniden gündeme getirdi: Batı’nın gerçekten bir ahlaki pusulası var mı? Bu tutum, Batı’nın “iyi” ile “kötü”, “dost” ile “düşman” arasındaki ayrımı tanıma ve tanımlama yeteneğinde derin bir kriz yaşadığını göstermiyor mu?
Eğer şeylerin değişmeyen bir özü olduğuna inanıyorsak, Batı siyasetindeki bu ani ve radikal dönüşleri açıklamak kolay değildir. Bu keskin yön değişikliklerinin arkasında yatan şey, şu iddiayı temel alan bir dünya görüşüdür: Tarihte kalıcı, istikrarlı bir durum yoktur; değişmeyen bir öz yoktur; sonsuz ve sabit ilişkiler yoktur.
Bu soru hep önemliydi. Ancak bugün, bir teröristin -Ebu Muhammed el-Colani’nin- 21. yüzyılın yeni kahramanı olarak dünyaya yeniden sunulduğu bir anda, bu mesele hayatlarımızda çok daha çarpıcı biçimde görünür hale geliyor. Ayrıca şunu da sormak gerekir: Kâr odaklı bir politikanın aracı haline getirilebilen, dostları ve düşmanları buna göre sınıflandıran bir anlayış gerçekten “ahlak” mıdır? Öyle ki bu anlayışta, ürkütücü bir katil bile “işe yarar bir dost” olarak yeniden markalanabilmektedir.
Belki de bu etik çöküş, meseleyi daha derin köklerinden ele almak için bir fırsattır. Bu durum yalnızca belli bir Batılı kapitalist ve siyasetçi sınıfının ahlaki zaafı mıdır, yoksa Batı’nın insanlığa genel olarak ve özellikle “öteki”ne bakışının tarihsel biçimini daha dikkatli incelemeyi mi gerektirir?
Bu sorun, Batı düşüncesini ve edebiyatını sürekli meşgul etmiş çok daha temel bir soruya işaret eder: Tanımlama ve belirleme meselesi. Şeylerin açık, sabit bir özü var mıdır, yoksa böyle bir istikrarlı öz hiç yok mudur da elimizde olan sadece sürekli akış ve değişim midir? Sağlam, kalıcı ve değişmeyen bir durum gerçekten var mıdır, yoksa yalnızca dönüşüm, istikrarsızlık ve farklılık mı vardır?
Eğer değişmeyen bir öz olduğuna inanıyorsak, Batı siyasetindeki bu ani dönüşleri anlamak zorlaşır. Bu keskin değişimlerin ardındaki dünya görüşü şunu ilan eder: Kalıcı bir istikrar yoktur, değişmez bir öz yoktur, tarihte ebedi ilişkiler yoktur.
Bu sorun ilk kez Antik Yunan düşüncesinde belirginleşir.
Platon için değişmeyen arketipleri ve sabit tanımları aramak, felsefi projesinin temelidir. Ona göre şeylerin gerçekten de değişmeyen bir özü ve tanımı vardır. Platon’un idealar dünyası, gerçek, asli ve değişmez özlerin alanıdır. Bu ideal dünyada şeyler sabit bir öz ve biçime sahiptir ve asla değişmez. Platon’dan sonra özcü yaklaşım Aristoteles’te daha da belirginleşir. Aristoteles’e göre şeyler, koşullar ne kadar değişirse değişsin, özü değişmeyen varlıklardır.
Ancak bu istikrarlı, kalıcı ve sabit dünya tasavvuru, Aydınlanma ile birlikte ağır bir darbe alır. Aydınlanma yeni bakış açılarını beraberinde getirir; Batı düşüncesinin liberal kanadı, o günden bu yana nadiren değişmez tanımlara tutunur ve toplumu değişmez öz inancından uzaklaştırır. Nitekim modern çağda Batı’nın özcü bir mantıkla hareket ettiği her durumda felaketler yaşanmıştır. Nazi Almanyası bunun en çarpıcı örneğidir: Yahudiler, kanlarına ve ırklarına içkin olduğu varsayılan “kötü” bir özle tek ve homojen bir bütün olarak görülmüştür.
Batı dünya görüşünün bir de öteki yüzü vardır: Sürekli değişime, istikrarsızlığa ve çoğulluğa inanan yüz. Özünde son derece olumlu olan bu bakış, neoliberal ahlak tarafından ele geçirilmiş ve içsel anlamın, değişimin ve çoğulluğun derin sonuçlarına karşı pragmatik bir silaha dönüştürülmüştür.
Postmodern çağda Batı’nın dünya görüşü, istikrarsızlık, kimliksizlik ve dönüşüm kültürünün gölgesinde yeniden şekillenmiştir. Batı bir an için bir kimlik tanımlar, yalnızca bir sonraki anda onu söküp dağıtmak için. Egemen felsefi akımda her şey çok katmanlı ve çok kimliklidir. Hegelci ve Marksist diyalektiğin ifadesiyle: “Her şey kendi karşıtını içinde taşır.”
Bu felsefi bakış siyasete de yansır. Kötü Mr. Hyde’ın içinde iyi Dr. Jekyll nasıl varsa, kötü Mr. el-Colani’nin içinde de iyi Dr. el-Şara bulunabilir.
Batı edebiyatı ve düşüncesinde “benlik” ve insan imgesi, siyasette zaman zaman ürkütücü biçimlerde yeniden sahnelenir. Burada benliğin varlığı, “öteki”nin varlığına bağlıdır ve onun karşıtı olarak tanımlanır. Batı’yı anlamak isteyen herkes, “öteki”ni aramanın Batı’nın felsefi ve siyasal tutkusunun merkezinde yer aldığını kavramalıdır. Ahmed el-Şara, bu bitmeyen “öteki” arayışının en güncel ve çarpıcı örneğidir.
“Öteki”ni teşhir etmek, Batı’nın Doğu’daki siyasal pratiğinin daima bir parçası olmuştur. 1975’te ABD, Kürt devrimini ani ve benzeri görülmemiş biçimde terk ederek modern Kürt tarihinin en büyük siyasal çöküşlerinden birine yol açtı. Birkaç yıl önce aynı senaryo Afganistan’da tekrarlandı. Şimdi ise aynı ritimle ve aynı biçimde, yalnızca birkaç hafta içinde terörist Ebu Muhammed el-Colani’nin kimliği, kahraman Ahmed el-Şara’ya dönüştürüldü.
Burada gizli mesaj açıktır: “Hiçbir şey sabit değildir; her zaman ortaya çıkmayı bekleyen başka bir yüz vardır.” Afganistan ve Suriye örnekleri üzerinden Batı, Doğu’daki tüm siyasal aktörlere de net bir sinyal gönderir: “Bugün size yapıştırılan etiketten yarın tamamen farklı bir şeye dönüşebilirsiniz. Hazır olun, yarın her şey değişebilir.”
Felsefi düzeyde istikrarsız ve sürekli değişen dünya tezi, bizi değişmez tanımlara teslim olmaktan, ebedi kalıplar ve klişeler üretmekten alıkoymayı amaçlar. Ancak Batı siyaseti bu tezi bambaşka bir yöne çeker ve pragmatik çıkarlar için kullanır. Böylece bu düşünce, siyasal manevralara, uyumlanmaya, kendini yeniden biçimlendirmeye ve ahlaki çifte standartlara imkân veren bir silaha dönüşür.
Batı felsefesi ve edebiyatı hümanisttir, yüksek ahlaki değerler üretir. Buna karşın Batı siyaseti çoğu zaman ilkesiz ve ahlaktan yoksun, ikiyüzlü bir siyasettir. Felsefi ve edebi fikirlerin siyaset tarafından araçsallaştırılması gizli değildir; bunun yüzlerce örneği vardır. Hatta Batı’nın “siyasal ahlakı”nı anlamanın yolu, Batı felsefesi ve edebiyatını anlamaktan geçer.
Bu, siyasetin felsefeden doğrudan emir aldığı anlamına gelmez. Aksine siyaset, düşünce ve edebiyatı alır, onları kendi çıkarlarına uygun araçlara dönüştürür ve pragmatik silahlar olarak kullanır. Bazen bu suç ortaklığı doğrudandır; Kipling, Heidegger ya da İtalyan Fütürizminin kurucusu Marinetti gibi isimlerde olduğu gibi. Bazen de dolaylıdır; Nietzsche’nin ya da Beethoven’ın Naziler tarafından çarpıtılarak kullanılması örneğinde olduğu gibi. Bu çifte standart geçici bir hata değil, Batı tarihinin kendisinden doğan yapısal bir özelliktir.
Ahmed el-Şara’nın yeniden sunuluş biçiminde Batı, insan ve “öteki” tasavvurunu bir kez daha tekrarlar. İki yüzlü, istikrarsız insan fikri Batı düşüncesine derinden yerleşmiştir. Edebiyatta Dr. Jekyll ile Mr. Hyde kadar, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi de bu bölünmüşlüğü anlatır. Dorian Gray günahkâr bir hayat sürerken yüzü hep masum kalır; çirkinlik ve suç, yalnızca portrede görünür.
Batı’nın Ahmed el-Şara ile ilişkisine bakıldığında, Dorian Gray imgesi sık sık akla gelir. Batılı siyasetçiler ve şirketler, “lekesiz, güzel Ahmed el-Şara” ile muhatap olurken, çirkin portreyi medyaya bırakır. Donald Trump’ın onu rahatlıkla “harika” diye tanımlayabilmesi bundandır.
Oysa Ahmed el-Şara’da gerçek bir değişim yoktur. Terörist Ebu Muhammed el-Colani ortadan kaybolup yerini devlet adamı Ahmed el-Şara’ya bırakmamıştır. Colani, Şara’nın ayrılmaz bir parçasıdır. Fark sadece şudur: Ne zaman terörist, ne zaman kurtarıcı olacağına artık kendisi değil, başkaları karar verir.
Luigi Pirandello’nun Biri, Hiçbiri, Binlercesi romanındaki Vitangelo Moscarda gibi, Ahmed el-Şara da başkalarının gözünde parçalanmış bir kimliktir. Ancak Moscarda deliliğe sürüklenirken, Şara maskelerini bilinçle seçer. Artık “Ben kimim?” diye sormaz; gideceği yere göre maskesini takar.
Batı’nın Ahmed el-Şara’ya ihtiyacı vardır; çünkü onu dilediği gibi adlandırma, biçimlendirme ve yüzler verme gücünü elinde tutmak ister. Ahmed el-Şara, ancak Dr. Jekyll ile Mr. Hyde arasında gidip gelebildiği, çok yüzlü ve değiştirilebilir olduğu sürece Batı için “işe yarar”dır.



