• Ana Sayfa
  • Haber Zamanı
  • ‘Eski ölüyor, yenisi doğamıyor: Sağın kasveti derinleşiyor’                         

‘Eski ölüyor, yenisi doğamıyor: Sağın kasveti derinleşiyor’                         

Zafer Yılmaz, “Sağın Kasveti” kitabında temsili demokrasinin boşluklarını, otoriter liderlerin yükselişi ve toplumdaki öfkenin demokratik projelere dönüştürülme ihtimalini tartışıyor. Yılmaz, otoriter siyaset, popülist söylemler ve temsili demokrasinin krizini Türkiye örnekleriyle inceliyor.

‘Eski ölüyor, yenisi doğamıyor: Sağın kasveti derinleşiyor’                         
  • Yayınlanma: 24 Ağustos 2025 11:55

Dünya otoriter liderler, popülist söylemler ve derinleşen kutuplaşmayla şekillenen bir krizden geçiyor. Zafer Yılmaz, yeni kitabı “Sağın Kasveti: Otoriter Liderler ve Çalınan İsyan”da, liberal ütopyanın çöküşünü ve sağın yükselişini Gramsci’nin “interregnum” kavramıyla açıklıyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan kitap, Türkiye siyasetinden küresel trendlere uzanan geniş bir analiz sunarken, eşitlik ve özgürlük temelinde yeni bir halk oluşuna dair somut öneriler de ortaya koyuyor.

Zafer Yılmaz’la, “Sağın Kasveti” kitabını ve çağımızın en yakıcı sorunlarını konuştuk.

‘Liberal ütopyanın çöküşü, sağın yükselişini besliyor’

Kitabınızda, Gramsci’nin “interregnum” kavramı ve “hastalıklı semptomlar” ifadesinden hareketle, günümüz krizini “eskinin öldüğü ama yeninin doğamadığı” bir ara dönem olarak tanımlıyorsunuz. Bu dönemde “ölmekte olan” tam olarak nedir ve bu ölümü nasıl tarif edersiniz? Liberal ütopyanın çöküşü, bu ölümün ne kadarını açıklıyor?

Günümüzde Sovyetler’in yıkılışını takiben inşa edilen küresel siyasal düzenin ve bu düzene temel oluşturan temsili demokrasi modelinin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Sağın Kasveti’nde bu modeli liberal ütopya olarak adlandırmayı tercih ettim. Söz konusu düzen siyasal, ekonomik ve uluslararası düzeyde olmak üzere üç temel ayağa sahip. Aşırı sağın ve otoriter liderlerin günümüzdeki yükselişini anlamak istiyorsak hem bu düzenin temel ayaklarını hem de bu modele içkin olan kriz eğilimlerini iyi anlamamız gerekiyor. Atlantik’in her iki yakasında geçerlilik kazanan ve Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşlar ile küresel finansal sermayesi tarafından Güney’e de taşınan bu modelin temel siyasal özelliklerini şöyle özetlemek mümkün: parlamentoların nötralize edilmesi, siyasal partilerin devletle bütünleşmiş kartel partilerine dönüşmesi, kamu politikalarının formüle edilmesinin ve uygulanmasının teknokratlara devri, örgütlü kitle hareketlerinin sivil toplum dernekleri etrafında, çerçevesi önden oluşturulmuş katılıma indirgenmesi ve de işçi sınıfı örgütlülüğünün sönümlendirilmesi. Siyasal partilerin, özellikle de sosyal demokrat partilerin temel işlevini yerine getiremez hale gelerek seçmen taleplerini göz ardı etmesi ve bu partilerin iktidara geldikleri andan itibaren, özellikle ekonomi politikaları söz konusu olduğunda birer sağ parti gibi hareket ederek, eşitsizliğin yıkıcı sonuçlarını ve dönüşen toplumsal sorunun siyasal etkilerini göz ardı etmesi, bu temsili demokrasi modelinin krize girmesinde belirleyici bir rol oynadı. Liberal ütopya, gerçek bir alternatif toplum vizyonunun olmadığı, daha doğrusu gerek güvenlik politikaları gerekse sıradan ekonomik şiddetin yaygınlaştırılması vasıtasıyla bu düzene karşı olası alternatiflerin bastırıldığı bir ortamda, kendi çıkarlarını toplumda hâkim kılmak için gerekli optimum koşullara kolayca erişebildiği uzun bir otuz yıl yaşadı. 2008 ekonomik krizinden itibaren bu ütopyanın kendini yeniden küresel bir model olarak inşa etmekte her açıdan ciddi bir kriz içerisine girdiğini görüyoruz. Bu bağlamda “eski ölüyor” ve yeninin doğum sancıları sağın kasvetini her geçen gün daha da şiddetlendiriyor.

‘Çağımızın canavarları, otoriter liderler ve aşırı sağ’

“Canavarlar” metaforu, kitabınızda hem korku uyandıran hem de tanınmayı talep eden bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzün “canavarları” (aşırı sağ, otoriterizm, milliyetçilik vb.) tam olarak neyi temsil ediyor?

Günümüzün canavarları geçmişin suretlerini kuşanıyorlar ama kendi özgüllüklerine de sahipler. Örneğin günümüzün aşırı sağı doğrudan demokrasiyi reddetmeden ve temsili demokrasiyi karşısına almadan, onu aşamalı olarak dönüştürmeye gayret ediyor. Bu yeni aşırı sağ, henüz geçmişteki faşizm örneğinde olduğu gibi alternatif bir medeniyet projesi ve siyasal rejim modeli ortaya koyabilmiş değil. Aynı zamanda günümüzün aşırı sağı geçmişin yayılmacı milliyetçiliğinden farklı olarak, şimdilik temelde göçmenleri dışlamak üzerine kurulu bir tür içe dönük siyaset izliyor. Bu siyaset tarzı da tıpkı geçmişin aşırı sağı gibi yeniden uyanışçı bir düşünce etrafında ulus fikrini yeniden diriltmeyi ve ulusu homojenleştirmeyi amaçlıyor. Aşırı sağa ek olarak çağımızın bir diğer canavarı da otoriter, milliyetçi ve bazı durumlarda aşırı sağcı siyasal liderler. Bu liderler de bazı ülkelerde aşırı sağı kendi siyasal amaçları için seferber ederek, temsili demokrasileri, diğer erkler karşısında emperyal bir güce sahip, lider merkezli bir yürütme etrafında yeniden şekillendirmeyi ve devlet iktidarını yeniden dizayn etmeyi amaçlıyorlar. Liberal ütopyanın temsilcileri onları bizlere canavar metaforu etrafında sunarken, kendi dehşet duygusunu da toplumda genelleştirmeyi ve de aslında, liberalizmin son elli yıllık hakimiyetinin bu canavarların ortaya çıkmasını nasıl beslediğini ve de onların önünü nasıl açtığını tartışmamıza engel oluyor. Bu yaklaşımın en temel sonucunu günümüzdeki otoriterizm tartışmalarında görüyoruz. Popülizm kavramı her şeyi açıklamak için işe koşulurken, modern kitle toplumu, modern devlet iktidarı ve modern kapitalizm eleştirisi ve bu unsurların güncel formlarının hâkim siyasal düzen içinde almış olduğu biçim ile bu düzenin kuruluşundaki rollerinin anlaşılması olanağı tamamen hasır altı ediliyor. Oysa ki, çağımızın canavarları hem bu siyasal düzenin çöküşünü hem de bu düzen içerisindeki dengeleyici unsurlar zayıfladığında, onun otoriter ve milliyetçi siyasal sistemler ve toplumlar oluşturma yönündeki eğilimlerinin doğrudan bir sonucunu temsil ediyor.

‘Plebisiter liderler, müesses nizama karşı öfkeyi milliyetçi ve otoriter söyleme dönüştürüyor’

Otoriter liderlerin ve plebisiter demokrasilerin yükselişini, liberal ütopyanın çöküşüyle ilişkilendiriyorsunuz. Bu liderler, “çalınan isyan” kavramıyla nasıl bağ kuruyor?

Otoriter liderlerin yükselişine dair güncel tartışmalarda belki de en çok göz ardı edilen şey, bu liderlerin müesses nizam karşıtı tepkileri kendi milliyetçi ve otoriter projelerine nasıl kanalize etmeyi başardığıdır. 2008 ekonomik krizi sonrasında hem ABD’de hem de özellikle Avrupa’da müesses nizama yönelik bir tepki oluşmaya başladı. Devletle bütünleşerek kartel parti özelikleri sergilemeye başlayan siyasal partilerin bu tepkileri kendi arkalarına alarak parlamenter mücadeleye kanalize edememesi siyasal alanda büyük bir boşluğu açığa çıkardı. Parti rejimlerinin güçlü olduğu, krize girmediği ya da kurumsallaşmanın boyutunu sınırlı olduğu Kuzey Avrupa’da bu tür tepkiler daha kolay içerilebilirken, parti yapılarının daha zayıf olduğu Güney’de ya da kartelleşmenin boyutunun daha belirgin olduğu ABD’de zamanla bu tepkilerin siyasal etkisi daha belirleyici oldu. Türkiye’de biz bu süreci çok daha erken bir dönemde, 2001 krizinin hemen sonrasında deneyimledik. Müesses nizamla fazlasıyla özdeşleşmiş, iktidardayken bu düzeni temsil eden neo-liberal ekonomi politikalarının yürütücüsü olan, küreselleşmenin başta işçi sınıfı olmak üzere yoksullar üzerindeki olumsuz etkilerini göz ardı eden ve toplumun etki edemediği oligarşik yapılar haline gelen ABD’deki Demokrat Parti gibi siyasal kurumlar, ya bu tepkileri kısmi olarak yatıştırmaya çalışmayı ya da tümüyle göz ardı etmeyi tercih etti. Oysa Trump, Erdoğan ve Orban gibi siyasal liderler bu tepkiyi lidere karşı ya da taraf olmak üzerinden iş gören plebisiter bir siyasal etrafında içererek, onun yarattığı enerjiyi kendi projelerine kanalize etmeyi ve bu örtük isyanı “milliyetçi” ve “otoriter” kalıplar içerisinde yeniden şekillendirmeyi başardılar. Elbette bu enerjinin içerilmesi her ülkede, o ülkede hâkim olan siyasal ve kurumsal yapı ile ilişkili olarak kendine has özgüllükler sergiledi. Söz konusu liderler bu “isyan” ile kurdukları bağı sadece liderle özdeşliği kuvvetlendiren duygulara ve kanaatlere dayalı söylemler aracılığıyla değil, aynı zamanda taban örgütleriyle ve yeniden bölüşüm politikalarıyla da desteklediler ve kuvvetlendirdiler. Bu bağlamda kendilerini topluma, müesses nizamin dayandığı oligarşik eğilimleri dengeleyebilecek kudrette yegâne siyasal aktör olarak sunabildiler.

‘Otoriter liderler, temsili demokrasinin boşluğunu kendi lehine kullanıyor’

Kitabınızda, plebisiter lider demokrasilerinin, temsili demokrasinin mekanizmalarını kullanarak otoriter bir biçim kazandığını ve “seçilmiş krallıklar” olarak ortaya çıktığını belirtiyorsunuz. Bu dönüşümde, temsili demokrasinin hangi yapısal açmazları otoriter liderlerin yükselişine zemin hazırlıyor?

Siyasal partilere dayanan temsili demokrasiler doğası itibariyle içlerinde oligarşik eğilimler barındırırlar. Siyasal partiler temsili demokraside, her ne kadar devlet ve toplum arasında aracı rolü görseler de bir kurum olarak ilk önce kendi varlıklarını sürdürmeye odaklandıkları için, kendi kişisel çıkarlarını merkeze alan bir siyaset elitinin varlığını da gereksinirler. Temsili demokratik siyasette seçimlere atfedilen rol de bu eğilimi mütemadiyen pekiştirir. Günümüzde seçimler, işin kuramıyla ilgilenen herkesin bileceği gibi temelde yönetmeye en ehil olanın seçilmesi fikri üzerine kurulu aristokratik bir ilke temelinde iş görmektedir ve temsili demokraside siyaset temelde yöneticileri seçmekle sınırlıdır. Dolayısıyla hem temsili demokrasi ve siyasal partilerin kurumsal yapısı hem de bu yapı içerisinde siyasetin sınırlı doğası, bu demokrasi modelinde halkın, yani seçmenin bir taraftan “her şey”, bir başka deyişle tüm meşruiyetin temel dayanağı ve kaynağı; ama öte taraftan oy vermek dışında hemen hemen “hiçbir şey” olduğu bir durum yaratıyor. 1990 sonrasında hâkim olan teknokratik siyaset anlayışı ve “demos”suz (halksız) demokrasi” fikri ise bu gibi açmazları daha da şiddetlendirdi; çünkü bu açmazın sürekli kriz yaratmasına engel olan yegâne şey siyasal partilerin aktif bir siyasal kurum profili çizerek, parlamentoları meşruiyetin, seçmenin, yurttaşın, halkın çıkarının ve gücünün doğrulandığı etkin bir kurum haline getirebilmesidir. Siyasetçilerin profesyonelleşerek müesses nizamın parçası haline gelmesi, partilerin doğrudan ekonomik ve siyasal oligarşinin sözcüsüne dönüşümü, sistemin siyasal parti ve parlamento ayağının akamete uğramasına neden oldu ve Peter Mair’in deyişiyle siyasette muazzam bir “boşluk” oluşmaya başladı. Günümüzün otoriter liderleri temsili demokrasinin mevcut açmazlarını ve onun içinde oluşan bu boşluğu çok iyi anladığı gibi, onu kendi pragmatik amaçları için de oldukça iyi değerlendirdiler ve siyasal kurumların çöktüğü ve aracıların rolünün önemsizleştiği bu ortamda otoriter liderler yeniden öne çıktı.

‘Seçimler artık lideri onaylama aracı’

Seçimlerin, plebisiter lider demokrasilerinin meşruiyet aracı olarak iş gördüğünü ve plebisite dönüştürüldüğünü ifade ediyorsunuz. Bu bağlamda, seçimlerin demokratik bir araç olmaktan çıkıp otoriter bir meşruiyet mekanizmasına dönüşmesi sürecini nasıl okuyorsunuz?

Günümüzün liderleri, seçmenin kendi siyasal grubuna ve desteklediği lidere karşı olumlu duygular, karşı tarafa yönelik ise mutlak negatif duygular taşıması üzerine kurulu bir tür duygusal kutuplaşmayı toplum hâkim kılmak yoluyla, seçimleri lidere taraf ya da karşı olmaya indirgiyor ve dolayısıyla olumsuz bir plebisite dönüştürüyor. Sonuçta seçimlerde oylanan şey de her zaman lider etrafında cisimleşen yeni bir siyasal düzen ve “hakiki” siyasal toplumun sınırları haline geliyor. Burada dikkat etmemiz gereken husus seçimlerin temel karakterinin bu süreçte nasıl bir değişim geçirdiğidir. Secimler temsili demokraside her daim bir meşruiyet aracıdır; fakat günümüzde olan şey seçimlerin liderle özdeşlik onayına, lidere duyulan güvenin bir ifadesine ve en önemlisi de lideri otoriter bir siyasal projeyi hayata geçirmek için yetkilendirme aracına dönüşmesidir. Dolayısıyla, seçimlerin, rasyonel bir karar alma süreci olmaktan çıkarak, doğasının dönüştüğünü ve seçim kampanyalarının “öteki kampa” karşı yürütülen örtük bir savaşın devamı haline geldiğini, kimin “bize”, kimin “karşı taraf”a ait olduğunu ortaya koyan bir araca dönüştüğünü söylemek mümkün.

‘Merkezi güç, kurumsal çöküşü tetikliyor’

Plebisiter lider demokrasilerinin, olağanüstü hâl düzenekleri gibi çok katmanlı mekanizmalarla inşa edildiğini söylüyorsunuz. Bu mekanizmaların modern devlet yapısına entegrasyonu nasıl gerçekleşiyor ve bu süreçte devlet otoritesinin dönüşümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Modern devletin her ülkede almış olduğu biçime göre bu katmanlı düzenin yapısı önemli farklılıklar arz ediyor; fakat dolaşımda olan genel bir şablondan da bahsetmek mümkün. Örneğin yürütmeye, imtiyaz gücü artırılarak olağanüstü hâl ilanı gibi güçler kazandırılması, yargının siyasallaşması, siyasetin yargısallasması, güvenlik güçlerinin diktatöryel kuvvetlerle donatılması ve de güçler ayrılığını askıya alacak uygulamaların yerleşiklesmesi gibi gelişmeleri pek çok ülkede gözlemlemek mümkün. Bu güçler modern devlet yapısına, bazı durumlarda rejim dönüşümünü hedefleyen referandumlar yoluyla yürütmenin imtiyaz yetkisi kuvvetlendirilerek, bazı durumlarda ise anti-terör yasaları gibi mevcut uygulamaların radikalleştirilmesi vasıtasıyla entegre ediliyor. Söz konusu uygulamalar kaçınılmaz olarak gayri şahsilik ilkesi ve bürokratik bir yapı üzerine kurulu modern devlet otoritesini de dönüştürüyor. Emperyal bir yürütme gücü etrafında devlet iktidarının merkezîleşmesi, kaçınılmaz olarak beraberinde devlet otoritesinin kişiselleşmesini ve de devlet işlerini tek kişinin hükmü altına giren yürütmenin amaçları doğrultusunda idare edilebilmek için, modern devlet iktidarının yürütmeye yakın gruplar, hizipler ve ağlar arasında parsellenmesini getiriyor. Türkiye örneğinde bu merkezîleşme ve parsellenmenin iç içe geçme sürecini ve bunun yarattığı siyasal yozlaşma ile kurumsal çöküşü bugün sonuçlarıyla birlikte çok net görüyoruz.

‘Bu yeni elit bloğun hedefi, temsili demokrasiyi askıya alıp siyasal kapitalizmi inşa etmek’

Kitabınızda, otoriter liderlerin müesses nizam karşıtı tepkiyi arkalarına alarak yeni bir elit ittifakı ve tarihsel blok ördüğünü belirtiyorsunuz. Bu yeni elit ittifakının bileşenleri nelerdir ve bu ittifak, liberal elit ittifakından hangi açılardan farklılık gösteriyor?

Bu yeni tarihsel bloğun içerisindeki aktörler ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor; fakat onun birleştiren ideolojik çimento söz konusu olduğunda bir benzerlikten bahsetmek de mümkün. Yeni tarihsel bloğun ideolojik çimentosunu ultra piyasacı bir liberteryanizm, yükselen LGBTIQ+ hareketlere, feminizme ve ırkçılık karşıtı hareketlere karşı mücadele üzerinden kendini tanımlayan yeni sosyal muhafazakârlık ve ulusu homojen bir kültür temelinde yeniden inşa etmeye yönelen ve de ulusun parçası olanlar adına kaynakları yeniden bölüştürmeyi hedefleyen şoven bir milliyetçilik oluşturuyor. Bu ideoloji ekseninde, tekno oligarklar, çöküşe gecen sanayi sektörlerinin temsilcisi olan sermayedarlar, son elli yılın ekonomi politikalarının kaybedeni olan sanayi işçilerinin ve köylülerin bir kısmı, artan kiralardan, işsizlikten ve statü kaybından kaynaklı olarak geleceksizleşen orta sınıflar gibi pek çok kesim bu bloğun içerisinde ya da bu bloğun sözcüleri ve geleneksel entelektüelleri tarafından içerisine çekilmeye çalışılıyor. Bu tarihsel bloğu inşa etme hevesinde olanlar, liberal elit ittifakından farklı olarak, temsili demokrasinin yeni bir modelini üretme ve hatta onun anayasacılık gibi bazı temel yönlerini tümüyle askıya alma hevesindeler. Küresel kapitalist düzene ilişkin fikirleri de bir önceki dönemin liberal elitlerinden farklılık arz ediyor. Bir yandan ekonomiye devlet müdahalesini sınırlamayı bir diğer taraftan ise devlet ile sermaye arasında daha organik bir ilişkinin kurulmasına dayalı bir tür siyasal kapitalizmi geliştirmeyi amaçlıyorlar. Bu grubun içindeki tekno-oligarkların, aşırı sağı ve milliyetçiliği küreselleştirmek ve de ABD’nin küresel gücünün restorasyonu üzerine kurulu yeni bir dünya sistemi ve yeni bir siyasal rejim biçimi imal etmek gibi pek çok hevesleri var.

 ‘Sözün ve düşüncenin alanını yeniden kurmak zorundayız’

Metninizde, sosyal bilimcilerin ve entelektüellerin “yitip gitmekte olana” karşı şaşırtıcı bir kayıtsızlık sergilediğini belirtiyorsunuz. Bu kavrayış yoksunluğunun ardındaki temel nedenler nelerdir ve akademinin bu körlüğünü nasıl aşabiliriz? Tarihsel bir “karar anından bahsederek, entelektüellerin ve sosyal bilimcilerin bu anda nasıl bir rol üstlenmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Kitapta da belirttiğim gibi akademinin krizi söz konusu temsili demokrasinin krizine eşlik ediyor. Bunun temel nedeni üniversitelerin devlet ve sermaye ile hiç olmadığı kadar iç içe geçmiş olması ile ilişkili. 1968 sonrasında üniversitenin hedef tahtasına oturtulmasının hâkim akademisyen tipi açısından sonuçlarını nasıl verdiğini bugün daha net bir şekilde görüyoruz. Akademinin geleceksizlestirilmesinin, atıf ve yayın endüstrisine tabii kılınmasının, üniversitenin “gönüllü kulluk” ekseninde yeniden dizayn edilmesinin ve de eleştirel düşüncenin tasfiyesinin en temel sonucu, son elli yılda akademik dünyada müesses nizamla tam bir iç içe geçme oldu. Bunun sonucu olarak da sosyal bilimler sadece kendisi için üretim yapan, devlet ve piyasa çevreleri tarafından kendisine dayatılan çerçeve içerisinde dünyayı anlamlandıran ve cağın sorunlarını kavramaktan aciz bir kuruma dönüştü. Üniversite, bir yandan ruhsuzlaşarak düşünceden çok bir itaat ve sadakat üretim yeri haline gelirken, bir diğer taraftan da dışlananların temsilcileri açısından, sadece kimlik siyasetinin ve kültür savaşının alanı olarak görüldüğü ölçüde değer kazanmaya başladı. Artık onun yasını tutmaya pek vaktimiz kaldığını sanmıyorum. Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi, ezilenler üniversitelerdeki son organik entelektüellerini de büyük ölçüde yitirdiler. Elbette az da olsa üniversitenin çeperlerinde hakikat ve demokrasi mücadelesi verenler var; fakat bu akademisyenler büyük ölçüde izole edilmiş durumdalar. Eğiticileri “yeniden eğitmek” ve ezilenlerin eleştirel pedagojisini üniversitede hâkim kılmak için, üniversiteyi yeniden sözün ve düşüncenin alanı haline getirmemiz ve de onu yeniden icat etmemiz artık şart. Bunun için de her şeyden önce akademisyenlerin onları çölleştiren konfor alanlarını terk ederek, bu tarihsel an da “taraf olma” cesaretini göstermesi ve üniversite içindeki ve dışındaki demokratik güçlerle buluşmanın yolunu bulması gerekli; ancak bu sayede üniversitelerin dönüşümü mümkün görünüyor; fakat her durumda üniversitelerin üzerindeki tozu kaldırmamızın çok uzun yıllar alacağını akılda tutmamız lazım. Türkiye, kendisini çok iyi yetiştirmiş en az üç kuşağı son dönemde harcadı.

 ‘Genç erkekler ve orta sınıf, aşırı sağın temel tabanını oluşturuyor’

Çalışmanızda, sağ popülist söylemde kullanılan aile vurgusuna dikkat çekiyorsunuz. Bu bağlamda, erkeklerin daha çok sağ siyasi partileri tercih ederken kadınların tam tersine bir eğilim gösterdiğini belirtiyorsunuz. Bunun nedenini nasıl açıklarsınız? Ayrıca, sağ popülist siyasette destek verenlerin sınıfsal konumlarını göz önünde aldığınızda, nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?

Aşırı sağın yükselişine hegemonik erkekliğin ve çekirdek ailenin krizi de eşlik ediyor diyebiliriz. Aşırı sağa verilen destek söz konusu olduğunda toplumsal cinsiyet açısından net bir ayrışma söz konusu. Çalışmalar ve seçim anketleri gösteriyor ki genç kadınlar daha liberal değerlere sahip partilere yönelirken, özellikle genç erkekler, kadınlara oranla aşırı sağa daha çok destek veriyorlar. Bu çok boyutlu bir mesele ve sadece kadınların yüksek eğitimde artan oranda yer alması gibi demografik eğilimlerle ya da çağdaş kapitalizmin kadınların çok daha fazla avantajlı olduğu iletişim gibi meziyetleri öne çıkarmasıyla ilişkili değil. Mayıs 1968’den itibaren, küresel düzeyde feminist hareketin başarısının sonucu olarak, hâkim cinsiyet normlarında, partner ilişkilerinde ve aile yapısında süregelen bir kültürel dönüşüm söz konusu. Hem bu dönüşüm hem de paternalist devlet iktidarı ile ücretli emek tarzının yeniden üretiminde ortaya çıkan güncel sorunlar, hegemonik erkeklik biçiminin yeniden üretimini de zorlaştırıyor. Bu gelişmelere şiddeti, iktidarı, gücü ve erkekliği yeniden yücelten türde bir milliyetçiliğin yükselişini de eklemek lazım. Fakat bu ayrımın kaynaklarını anlamak için daha çok çalışmaya ihtiyacımız var.

Aşırı sağın sınıfsal tabanı da genellemeler etrafında ele alınan bir başka konu. Trump’ın ilk seçim zaferinin ardından mesele daha çok isçi sınıfının neden aşırı sağa meyletmeye başladığı üzerinden ele alındı. Oysa ki güncel çalışmalar, memnuniyetsiz seçmen kitlesini bir kenara koyarsak, aşırı sağın en etkili olduğu toplumsal kesimin, işsizlikle beraber statü kaybını da deneyimleme tehdidi altındaki alt orta ya da orta sınıflar olduğunu gösteriyor. Ortodoks demokrasi kuramında demokrasinin temeli olarak sunulan orta sınıflar, düşünüldüğünün tam aksine, ayaklarının altındaki toprak kayınca aşırı sağa meylediyor gibi görünüyorlar. Aşırı sağa yönelen bir diğer kesim ise yeni kuşak gençler, yani Z kuşağı; fakat özellikle Avrupa’da bu yönelimin ne kadarının ideolojik ne kadarının konjonktürel tepkilerle ilişkili olduğuna dair henüz yeterince çalışma mevcut değil.

“Müesses nizam karşıtı tepkiyi demokratik projeye çevirmek zorundayız”

Kitabınızda “isyanı geri çalma” ve “demokrasiyi demokratikleştirme” hedefinden bahsediyorsunuz. Bu hedefe ulaşmak için entelektüeller, sivil toplum ve yurttaşlar hangi rolleri üstlenmeli? Türkiye özelinde bu hedefin önündeki en büyük engeller nelerdir?

Dünya son elli yılda küresel düzeyde sağa kaydı ve sağın kasveti giderek ağırlaşıyor. Bunun sonucu olarak, kapitalizmin reform edilebileceğine ve piyasaların dizginlenebileceğine dair en minimal ve reformist düşünceler bile kamu politikalarını oluşturma düzeyinde reddediliyor. Dolayısıyla öncelikle toplumun önüne, piyasaları reforme etmeye ve sınırlandırmaya dair yeni bir kurucu anlatının ve demokratik toplum vizyonunun konulması lazım. Bir yandan demokrasinin içerisinde, onu demokrasisizleştiren oligarşik eğilimleri sınırlandırmak bir diğer taraftan da kapitalizmin, eşitsizliği derinleştiren ve tahakküm üreten iktisadi mekanizmalarını dengelemek ve de uzun vadede bu yapıları ortadan kaldırmak gibi çifte bir görevle karşı karsıyayız. Bu durumda müesses nizam karşıtı oluşan tepkiyi demokratik bir projeye kanalize edebilmek için, organik entelektüellerin ilk görevi elbette bunun başarılmasını sağlayacak fikirleri geliştirmek. Perry Anderson’in belirttiği gibi “direniş ve itiraz hâlâ sürüyor, ama sistemli ve ödünsüz bir ifade biçiminden hâlâ yoksun” ve bizim acilen dünyayı sarsacak fikirlere ihtiyacımız var. Bu fikirlerin oluşturulmasında, yaygınlaştırılmasında ve hegemonikleştirilmesinde hem sivil topluma hem de yurttaşlara büyük rol düşüyor. Türkiye bu bağlamda hem olumlu hem de olumsuz açıdan iyi bir örnek.

Türkiye, seçim ve lider odaklı siyasetin, siyaseti sembollere indirgemenin, olumsuz partizanlığın çok güçlü olduğu bir ülke. Bu yapı, muhalif kanatta konumlanan; fakat kendi kariyerine ve ikbaline odaklanmış olan siyasi elit kesimi tarafından kolayca manipüle ediliyor. Bu gruba şimdiler de bir de Kemal Can’ın çok yerinde tabiriyle sosyal medya da “dükkan” açan yeni “siyaset esnafı” da eklendi. Parti yapılarını, buralarda öbekleşen siyasi elitleri ve onların çevresinde ikbalini kovalayan “akademik” siyaset esnafını değişime zorlayacak bir süreç ve basınç ortaya çıkmadığı müddetçe, bu yapı değişimin önündeki en büyük engel olmaya devam edecek; fakat karamsar olmamız da gerektirmiyor. Türkiye, güçlü bir “eşitlik tutkusu” gibi, kendine has tarihsel ve toplumsal hız/dönüşüm vektörlerine sahip, olumlu anlamda geçmişe ve geleceğe sıçrama kapasitesi çok yüksek bir ülke. Ne AKP ne Erdoğan bu tarihsel, toplumsal, teolojik ve ruhsal/manevi vektörleri tümüyle ortadan kaldırabilmiş ve de massedebilmiş değil. Bunların aktive olması, tahminimizden çok daha hızlı bir kurumsal ve toplumsal dönüşümü tetikleyebilir. Sol açısından o güne kurum, fikir ve kadro düzeyinde hazır olmak, etkileri dünya-tarihsel olacak bir “geri dönüş”ün önünü açabilir.

“Şimdinin ötesine geçmek, hakikati söyleme cesaretini gerektiriyor”

Kitabınız “çağımızın bilimsel ufkunun ötesine geçme cesareti” çağrısı yapıyor. Bu cesareti göstermek pratikte ne anlama geliyor? Okurlarınıza, özellikle krizleri anlamlandırmaya çalışanlara, bu cesareti göstermek için hangi somut adımları önerirsiniz?

Çağımızın bilimsel ufkunun ötesine geçebilmek için her şeyden önce bir tür hakikati söyleme cesaretini göstermemiz ve bilme arzumuzu tahakküm altına alarak, ruhumuzu ve aklımızı körleştiren iç prangalardan kurtulmayı amaçlamamız şart. Bu cesareti göstermek, pratikte günümüzde hâkim olan “kayıtsızlık” ile mesafelenmek, kendimize has bir perspektif inşa etmek için yola koyulmak ve de gerekirse seslendiğimiz toplumsal kesimlerle ilişkimizi koparma riskini göze almak demek. Bu, Türkiye gibi düşüncenin siyasal grup oluşumu tarafından kuşatıldığı ve “devlet gibi düşünmenin eleştirel kesimlerde de hayli yaygın bir tavır olduğu bir yerde yazıldığı kadar kolay bir iş değil. Bu zorluğu ortadan kaldırmamızı sağlayacak en temel şey, doğru soruları sormak ve çağımızın bilimsel ufkunu yapılandıran sorunları doğru saptamak sanırım.

Günümüzde eleştirel düşünceye hâkim olan dört temel sorun var: şimdiye hapsolma; bir entelektüel olarak grup kanaatlerinin taşıyıcısı haline gelme; eleştirel düşüncenin iktidarı deşifre etme pratiğine indirgemesi ve son olarak da düşünme eyleminin toplumdan soyutlanması ve izolasyonu. Eğer cağımızın entelektüel ufkunun ötesine geçmek istiyorsak, pratikte şimdinin ötesine geçerek geçmişin yanıtlarını ve analizlerini daha iyi okumalı, grup kanaatlerinin taşıyıcısı olmanın cazibesine karşı direnmeli, iktidarı deşifre etme ediminin onu dönüştürmek için yetersizliğini kabul ederek, ezilenlerle, dışlananlarla, hesaptan düşülenlerle ilişki kurmamızı sağlayacak yeni tarzda bir  “bağlanma etiği” ve düşünme pedagojisi geliştirmeli ve eleştirel düşüncenin toplumdaki izolasyonuna artık bir son vermeliyiz. Bazen doğru soruları sormak, günümüzde olduğu gibi düşünceye set çeken kalabalıkların içinde bizleri “yalnızlaştırırken”, bu soruların yanıtlarını arama cesareti, içinden geçtiğimiz kasveti aralamamızı ve düşünce ve eylemde yeni ortaklıklar inşa ederek metinlerde ve hakikat arayışında “kalabalıklaşmanızı” sağlar. Bu bağlamda atılacak ilk somut pratik adım, zamanın gürültüsü ve gevezeliği içinde kaybolmadan hem cağımızın hem de kendi tarihselliğimizin yanıtını beklediği “doğru” soruları aramak ve bulduğumuz yanıtlar etrafında beliren yeni bilimsel ufkun izinde, gerekirse acemice tek başına bu ufukta dolaşma cesaretini göstererek, demokrasiyi yeniden icat etme mücadelesi vermek.

‘Siyasi kriz, eşitlik ve özgürlük için yeni bir imkân sunuyor’

2024 yerel seçimlerinden sonra Esenyurt Belediyesi’ne kayyım atanmasıyla başlayan süreç, 19 Mart’taki İstanbul Büyükşehir Belediyesi operasyonuyla CHP’li belediyelere yönelik gözaltı ve tutuklama dalgasına dönüştü. Öte yandan, Kürt meselesinde Meclis’te tokalaşma ile başlayan süreç, kurulan komisyonla devam ediyor. Bu tabloyu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sağ popülist siyaseti açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu gelişmeler Erdoğan’ın stratejisi ve Türkiye halkları açısından ne anlama geliyor?”

Türkiye siyasetinde son dönemdeki gelişmeleri iki temel gelişme etrafında anlamak mümkün. Bu gelişmelerden birincisi, mevcut rejimin süregelen konsolidasyon krizi ve bu kriz derinleşirken muhalefetin gerçek bir iktidar alternatifine dönüşmeye başlamasıyla ilişkili. İkincisi ise İsrail’in, mezhepçi ve cihatçı siyasal hareketlerle dolaylı iş birliği içerisinde bölgeyi devletsizleştirme sürecinin, Türkiye için henüz açık ve yakın bir tehdit oluşturmasa da devletin despotik, yani askeri gücü ve de topluma nüfuz etme ve toplumda siyasal birlik oluşturma kapasitesi ve dolayısıyla da bu sürecin Türkiye’de üniter ulus devletin geleceği üzerinde yarattığı ve yaratması olası sorunlar ile ilişkili. 19 Mart sonrası operasyonlar aracılığıyla iktidar bir kez daha muhalefeti çizdiği sınırların içerisine çekmeye, siyasal kutuplaşma içerisinde muhalefeti kendisi için çizilen role hapsetmeye çalışıyor. Bu sürecin sonucunu sadece iktidarın hamleleri ve operasyonların boyutu değil, ana muhalefetin miting organizasyonlarının ötesine geçerek kurucu bir siyaset üretip üretemeyecek ve yeni bir siyasal çoğunluk oluşturmasını sağlayacak siyasal bir perspektif geliştirip geliştiremeyecek olması belirleyecek. Daha önce belirttiğim gibi, “19 Mart sonrası toplumun demokratik reaksiyonu CHP’yi ileri taşımış olabilir; ama bu reaksiyonun mevcut gidişatı değiştirecek olan kaldıracı tek başına sağlamayacağı artık kesinlik kazanmış durumda”.

Son başlayan süreç de yukarıda değindiğim birinci ve ikinci meseleyle doğrudan ilişkili. Eşyanın doğası itibariyle mevcut iktidar blokunun ve rejimin yapısı, demokratik bir çözüm etrafında bu tür bir süreci nihayetine erdirmeyi imkânsız hale getiriyor. Çok muhtemelen Erdoğan da bu süreci rejimin konsolidasyon krizini aşmak için bir araç haline getirmeye ve toplumda bu konuda yeniden plebisiter, yani toplumun önüne koyduğu çerçeveye evet ya da hayır demesine dayalı bir karşılaşma örgütlemeye çalışacak. İktidarın iki ortağının arasında bu konuda bir ayrılık ya da uzlaşma olmasından daha önemli olan bu sürecin muhalefet ve Türkiye’nin hesaptan düşülenleri için yurttaşlık haklarını geri kazanmak açısından nasıl bir fırsat alanı açtığı ve bu doğrultuda siyasetin alanını ne ölçüde genişleteceği. “Barış” ve “çözüm” gibi büyük sonuçları hemen ortaya koymasa da “devletin olağanüstü siyasete dayalı uygulamalarını görece denetim altına alarak, bir tür kendi iktidarını olağan hukuk aracılığıyla sınırlamayı kabule “yanaşma” süreci”, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinde devlet iktidarının yeniden hukukileşmesi baskısını artırarak, mevcut rejimi kaçınılmaz bir iç çatışma içine sokma potansiyeline sahip. Buradaki temel mesele, bu süreç yürürken eş zamanlı olarak barışın toplumsallaştırılması, sürecin şeffaflaştırılması ve de en önemlisi, süreçten bağımsız olarak ana muhalefetin ve Kürt hareketinin ittifak içerisinde alternatif bir cumhuriyet ve demokrasi projesini geliştirebilmesi. Sağ ve milliyetçi siyaset Türkiye’de yeni bir toplum ve demokrasi projesi ortaya koyma kapasitesini yitireli çok zaman oldu; fakat bu Erdoğan’ın kendi tabanı üzerine hegemonyasının sona erdiği anlamına gelmiyor. Gidişatı değiştirecek olan en temel hamle, Türkiye siyasetinin yerleşikleşmiş kimlik siyasetini çapraz kesen yeni siyasal çoğunluklar yaratacak projeler, anlatılar, fikirler ve programlar ortaya koymakta yatıyor. Tüm eksiklerine ve olası sorunlarına rağmen, iktidarın niyetlerinden bağımsız olarak son süreç böyle bir siyasetin üretilmesine ve toplumsallaşmasına alan açtığı için çok önemli. Türkiye’de etnik kimliklerin çoğulluğunu kabul eden ve fakat onları homojenleştirmeden “biz” haline getiren yeni bir siyasetin ve cumhuriyetin kapılarının aralanması için uygun koşulların oluşmaya başladığını düşünüyorum; fakat ana muhalefet ve Kürt hareketinin buna ne kadar hazır olduğu konusunda ciddi şüphelerim var. Umarım bu sürecin sınırlarının çok ötesine geçme iradesi gösterip, devlet ve yeni rejim merkezli hesapları aşarak, toplum olarak keyfi zor ve tahakküme zora karşı, yeniden eşitliği, özgürlüğü ve adaleti merkezine alan bir halk oluşu hayata geçirebiliriz.