• Ana Sayfa
  • Gündem
  • Eylül’ün Kadın Yüzleri: 12 Eylül’e direnen kadınlar

Eylül’ün Kadın Yüzleri: 12 Eylül’e direnen kadınlar

“12 Eylül çok uzun zamanlar erkek anlatıya hapsolmuş bir dönemdi. Kadınların döneme ilişkin söz kuramamasının sebepleri arasında, hayatın geri kalan her alanında olduğu gibi, cinsiyet eşitsizliğinin sistematik olarak ortaya çıkardığı sebep sonuç ilişkileri etkili olduğu söylenebilir. Tam da bu noktada kadın bir yönetmenden Ayben’den tarih anlatısına ‘bir dakika ya kadınlar da vardı’ müdahalesi geldi ve ‘Eylül’ün Kadın Yüzleri’ belgeselini çekti.”

Eylül’ün Kadın Yüzleri: 12 Eylül’e direnen kadınlar
  • Yayınlanma: 11 Eylül 2025 23:07
  • Güncellenme: 11 Eylül 2025 23:56

12 Eylül’ün üzerinden 45 yıl geçti. Hayatını kaybedenler, işkencelere maruz bırakılanlar, evlatlarını kaybedenler…Tarif etmesi oldukça zor ama bir ömür geçmeyecek derin izler bırakan bir felaket olduğunu söyleyebiliriz.

Peki o günden bugüne neler değişti? Çok şeyler değişti elbet ama bazılarımızın 12 Eylül’ü hiç bitmedi. Bitmesi için yapılacak çok fazla şey olsa da belki de en başında yüzleşmek gerek.

Bu ne kadar mümkün, nasıl bir zemini olur, olur mu bir gün emin değilim. Ancak en azından anlatılarımıza müdahale etmenin, kendimize düştüğümüz notları gözden geçirmenin, tarih yazımına müdahale edebilmenin önemli olduğuna inanıyorum.

12 Eylül çok uzun zamanlar erkek anlatıya hapsolmuş bir dönemdi. Kadınların döneme ilişkin söz kuramamasının sebepleri arasında, hayatın geri kalan her alanında olduğu gibi, mutlaka ki cinsiyet eşitsizliğinin sistematik olarak ortaya çıkardığı sebep sonuç ilişkileri etkili olduğu söylenebilir.

Tam da bu noktada kadın bir yönetmenden Ayben’den (Yönetmen Ayşe Ayben Altun) tarih anlatısına “bir dakika ya kadınlar da vardı” müdahalesi geldi ve “Eylül’ün Kadın Yüzleri” belgeselini çekti.

Belgeseli başka bir barış sürecinde 2014 yılında yaptı. Aradan geçen 10 yılda, fırtınalı günlerin sonunda bahara aralanan bir kapının eşiğinde olduğumuz şu günlerde 12 Eylül’ün 45’inci yıldönümü vesilesiyle Eylül’ün Kadın Yüzleri’ni konuştuk.

12 Eylül’ün 45’inci yılı. Neredeyse birer insan ömrü. Biz keşke bunları yaşamasaydık.  Ama ben barış sürecine çok inanıyorum. Bu sürecin hepimiz için hayırlı bir sonuca evrilmesini umuyorum.  

-12 Eylül’ün Kadın Yüzleri’ni ben aslında birkaç defa izledim. Kişisel tarihim açısından, benim için çok etkileyici bir film. Filmin yolculuğu nasıl başladı? Filmi 11 sene önce yaptın ancak yine de merak ediyorum. Nasıl karar verdin?

“Şöyle bir şey; film güncel değil tabii. Yani film şu anda 11 yaşında ama ülkenin şartları değişmediği için o anlamda güncel. İkincisi de kadın araştırmaları yapan genç akademisyenler çok ilgileniyorlar, çok destek oluyorlar.

Aslında bu gösterimlere gelenlerin de çoğu bu kadın araştırmaları yapan insanlar, gençler. Hiç bilmedikleri şeyleri öğreniyorlar. Filmin böyle bir macerası kendi tarafında devam ediyor. 

Filmi çekme macerama gelince; ben politikaya hep meraklıydım. 15-16 yaşından itibaren feminist hareketin içindeydim. Ama hep bir 12 Eylül var, anlatılıyor ve bunu hep erkekler anlatıyor. Ya dedim yani burada kadınlar var biliyorum bunların da hikayeleri var.

Önce küçük çevreme sormaya başladım. Anlatmaya başladılar ve işte böyle kar topu gibi kadın dayanışmasıyla bir kadın başka bir kadına haber ederek filim büyüdü.  

En son Gültan Kışanak bu projeden haberdar oldu. Ben konuşmadan filmi bitirme dedi. Onu da bir sene bekledim.  Ondan sonra görüştük, çekimleri yaptık. En zor röportajlardan biriydi. İki röportajı çok zor yaptım. Biri Elmas Eren, Hayrettin Eren’in annesiyle yaptığımdı. Yani gençlerle ya da o dönemi yaşayan insanlarla konuşmak daha kolaydı. Ama bir anneyle konuşmak daha zordu. Bir de Gültan’la da konuşurken şöyle bir şey oldu. ‘Hiç kesmeyelim. Kesersek sen de dağılırsın ben de dağılırım’ dedi. Böyle bir buçuk saatte hiç kesmeden hatta gözyaşlarımızı içe akıtarak… Bittikten sonra birer sigara yaktık ağlayarak. Böyle yaptık röportajı.” 

Yönetmen Ayşe Ayben Altunç

– ‘Yani gençlerle ya da o dönemi yaşayan insanlarla konuşmak daha kolaydı. Ama bir anneyle konuşmak daha zordu.’ dedin. Neden? Neydi farkı?  

“Doğrudan yaşayanlara mesela hep şöyle bir soru soruyordum, ‘bugün olsa yine siz aynı şeyleri yapar mıydınız?’ diye. Yapardık, aynı şeyi yapardık diyorlardı. ‘Çünkü biz bir fedakarlık yapmadık.  O dönem öyleydi bunu gerektiriyordu ve bugün de bu dönemde böyle bir şey gerektirse yine yaparız’ diyorlardı. Ama bir anne neticede, oğlu yaşıyorsa da…

Mesela Leman teyze, Leman Fırtına ile de çok uzun bir röportaj yaptım. Ama o oğlu yaşadığı için ve sonraki süreçlerde İnsan Hakları Derneği’nin kuruluşunda yer almış, cezaevindeki direnişlerde de… Elmas teyze de yer almış ama onun çocuğu bir kayıp, o hala bir kemiğin bir mezarın peşindeydi ve biz onu birçok cumartesi insanı gibi o kemiği, o mezarı bulmadan kaybettik.

Gültan’a gelince; yani o Diyarbakır zaten ayrı bir cehennem. Onu üç kişi anlattı. Ama Gültan’la konuşmak zordu. Bir de süreç devam ediyor annen için. Hala Kürt sorunu çözülememiş.  Şöyle bir cümlesi vardı mesela: ‘Bir insan hayatı boyunca kaç tane cenazeye katılır?’ dedi. Böyle bir süreç yaşarken ve devam ederken tabii zorlandık ikimiz de bunları konuşmaktan. ” 

-32 kadınla konuştun film için. Kapsamı oldukça geniş, sosyoekonomik, siyasal, ideolojik arka planları da farklı kadınlarla yaptın röportajları.  Karakterlere nasıl karar, verdin bu kadar farklılığı bir arada görmek sana 12 Eylül’le ilgili ne anlattı?

“Şunu anlattı; bir kere eğitimli olan insanların, kadınların ve erkeklerin çok büyük bir kısmı örgütlenmiş. Çok kadınla konuşmamın sebebi aslında tek bir örgütün filmini yapmak istememe arzusuydu. Çok farklı örgütlerden, Kürt Hareketi’nden, io zamanki Devrimci Yol, Devrimci Sol, TİKKO’dan bir sürü insanla konuşmak istedim ki büyük resim çıksın. Herkese belli bir söz hakkı vermek istedim.

Filmde şehir tiyatrolarında o zaman çalışan, hamileyken 1402’lik olan Feyza Zeybek var. Bugün hala aktif politikaya devam eden Mukaddes Erdoğdu Çelik de var, Ayşegül Devacıoğlu da var, Oya Baydar var, Gültan Kışanak da var. Filiz Karakuş da var, koskoca bir feminist geleneğin oluşmasına yol açan insanlardan biri.

Bir süreç anlattık biz aslına bakarsan. 1961 anayasasında doğan haklarla o önce 68 kuşağını etkileyen, sonra 78 kuşağını etkileyen bir dönemi. Bunu tiyatrosuyla, sinemasıyla, kadın hareketiyle ve devrimci hareketiyle bir bütün olarak anlatmak, böyle bir harita çizmek istedik. ” 

-Çok önemli bir tarihe ışık tuttunuz. Ben de hep içten içe, o kadınlardan birinin çocuğu ve bir kadın olarak, 12 Eylül’ün aktarımı çok erkek anlatısı ile yapılıyor diyordum. Dolayısıyla oraya bir virgül koymanız çok kıymetli. Peki filmde konuştuğun kadınlar filmi izlediklerinde sana ne söylediler, nasıl hissettiler, filmi beraber izledikten sonra nasıl cevaplar aldın? 

Bir kere Gala çok müthişti. Herkes çok coşkuluydu. Melike Demirağ şunu söyledi sahnede: ‘Ben bu kuşağın içinde yaşayan sürgüne giden bir kadın olarak arkadaşlarımın bu kadar ağır şeyler yaşadığını şimdi idrak edebildim’ dedi.

Birçok yerde filmin gösterimini yaptık. Diyarbakır’a da beraber gittik ve ben aslında filmden kaçıyordum, filmi seyretmek istemiyordum. Film başlarken bir sunum yapıp çıkıyorum, biterken giriyorum ama Diyarbakır’da öyle bir şansım olmadı.

Diyarbakır’da en ön sırada ben filmin yönetmeni, Gültan yanımda, Özlem arkadaşım yanımda, Ümide arkadaşım, Mukaddes…. Hepimiz bir sıraya oturduk. Benim kaçma imkanım yoktu. Film biter bitmez zılgıtlar başladı. Ağladık, sarılıştık. İnsanlar beğendiler, o günlere döndüler.

– Peki, bu kadarla kalmamalı, ikinci film gelecek mi gibi sorular geliyor mu? 

“Çocukların filmini bana sordular ama onları Eylem ve Özlem Delikanlı çalışmışlardı. Ben hani bir şekilde dışarıdan biri olarak şöyle anlatayım; 12 Eylül darbesi olduğunda 8 yaşındaydım. O zaman okullar geç açılıyordu. Ailece biz bir yere tatilde gidecektik.

O sabah annem beni uyandırmadı. ‘Ne oldu?’ dedim. Annem dedi ki ihtilal oldu, gidemeyeceğiz dedi.

Radyo açıldı. Bizim de evde o zaman benim yaş kuşağının resimli bilgi dediği bir ansiklopedi vardı. Onu çok okurdum ve orada Fransız ihtilalini görmüştüm.

Anneme dedim ki; ‘insanların başını giyotinle mi kesecekler?’ Annem ‘sus ukalalık etme’ falan dedi.  Ama sonra tabii yıllar geçince annem hep şey dedi, sen doğru bilmişsin kızım….Ama gençler de kendi hikayelerini kendileri anlatsın istedim ben. Çünkü onların kendi bir dinamikleri var.  O başka bir şey.” 

-Sen yüzleşme çalışıyorsun. Çok önemli bir tarihi noktaya işaret eden kıymetli bir çalışma yaptın. En çok bildiğimiz geçmişle yüzleşmeye dair üretim yapan yerlerden biri Arjantin mesela. Ya da Latin Amerika ülkelerinde çok fazla var diyebiliriz. Bütün oraları gördüğünde imkanlar imkansızlıklar ışığında da bu çok tartışılıyor belki ama sence Türkiye geçmişle yüzleşmeye dair üretimin neresinde?  

“Vallahi daha biz yüzleşmenin emekleme aşamasındayız. Ben öyle görüyorum. Çünkü biz 1915’le yüzleşebildik mi?  

Hatta şimdi çalıştığım yeni projede gayrimüslimlerle çalıştığım için Pakrat Estukyan’a şunu sormuştum;’ azınlık olmak nedir?’ demiştim. ’20 sene evvel bu soruyu sorduğun zaman başka cevap verirdim. Şimdi sana başka bir cevap vereceğim. Artık bizi tanıyan yok. Adım Pakrat diyorum, nerelisin diyor. Sivaslıyım diyorum, olur mu diyorlar.’ dedi.

Yani bunu bile, bu şehri oluşturan, bu ülkeyi oluşturan insanların varlığının bile unutulduğu, unutturulduğu bir noktadayız.” 

-Şimdi senin bu filmi yapmanın üzerinden 10 sene geçti.  O günden bugüne Türkiye’de de çok şey değişti.  Konuştuğun kadınlardan bazıları tutuklandı, bırakıldı. Belki yurt dışına gitmek zorunda kalanlar oldu. Hayatını kaybedenler oldu. Sen bu filmi yaparken de bir barış sürecinden geçiyorduk, arada 10 sene felaketler yaşandı ama şimdi yeniden çözümü konuştuğumuz bir dönemdeyiz. O günden bugüne, bugünden o güne baktığında ne görüyorsun? 

“Evet, mesela Sevim ablayı, Sevim Belli’yi bu sene kaybettik.  Ondan önce Leman teyzeyi kaybettik. Elmas anneyi kaybettik… Tutuklananlar oldu.. Yani ben çok iyimser bir insan değilim ama bu sefer bu sürecin olması gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu bütün ülkeyi rahatlatacak. Ben öyle düşünüyorum.

Gençlerin, daha bizim ya da bizden önce kuşağın hastalıklarıyla hareket etmemesi gerektiğine inanıyorum. Diyaloğa açık olmaları gerektiğine inanıyorum. Çünkü sol geleneğin içinde özellikle, Kürt Hareketi’ni ayrı tutuyorum, orayı çok iyi bilmem. Ama sol geleneğin içinde ayrı bir hiyerarşi vardı. 

O gençler de o örgütlere ya da partilere üye olduklarında o hiyerarşinin bir parçası olurlardı. Şimdi ben artık o hiyerarşilere falan inanmıyorum.

Barışsa, çözümse, herkesin herkesle konuşması gerektiğine inanıyorum ve en çok da bu barışa kadınların öncülük etmesi gerektiğine inanıyorum. Bugün röportajı yaptığımız gün 11 Eylül. Şili darbesinin 52’nci yılı. Yarın 12 Eylül’ün 45’inci yılı. Neredeyse birer insan ömrü.

Biz keşke bunları yaşamasaydık.  Ama ben barış sürecine çok inanıyorum. Bu sürecin hepimiz için hayırlı bir sonuca evrilmesini umuyorum.”