Hangi yılın 1 Mayıs’ıydı, kortejler nereden nereye yürüyordu, şimdi hatırlamıyorum. Fadıl Öztürk ile bir kortejimiz yoktu fakat gönlümüz Kürtlerle birlikte yürümekten yanaydı. Kürt gençleri ise kendi kortejlerini olası provokatif saldırılara karşı korumak için zincir oluşturmuşlardı. Zinciri kibarca kırma teşebbüsümüz gençlerin kararlı engeliyle karşılaştı. Fadıl her zamanki ataklığıyla Kürtçe, Türkçe ve el hareketleriyle bir şeyler anlatmaya çalıştı, fakat nafile. Sesi, 1 Mayıs için atılan sloganların arasında kaybolup gidiyordu. Zorlamayalım, diye Fadıl’ı kolundan tutup ikna etmeye çalışırken gençlerden biri beni tanıdı, “Gazetenin yazarıdır” dedi arkadaşlarına ve zincir açıldı ikimiz için. Gündem gazetesinde köşe yazıyordum ve bazı söyleşilerde fotoğrafım yayınlanıyordu. Gazetede çalışmak hayat kurtarmamıştı belki ama bir zincirin açılması için kıymetli bir işlev görmüştü.
Akşam, Piya Kelaynak Kafe’de Fadıl, arkadaşlara olayı anlattı ve “Ünlü olmuş haberi yok” diye dalga geçti benimle.
Fadıl’ın uzun, aslan yelesi gibi saçları kırlaşmaya başlamıştı. Benim siyah saçlarım ise hızla seyreliyordu. Fadıl’ın 1 Mayıs günü vefat edeceği hiçbirimizin aklının ucundan bile geçmiyordu.
*
Piya Kitaplığı “Kitapsız Şairler” kitabını yayımlamıştı. Sene 1995 olmalı. Kitapta benim de şiirlerime yer verilmişti ve “İzmir’de yaşıyordu” diye tanıtılmıştım. Bu güzel bir hikâyedir ve belki bir gün İzmir, Yaratı dergisi, “İzmir’de yaşıyordu”nun ne anlama geldiğini anlatmak fırsatını da bulurum.
Kitabı almak ve mümkünse Piya Yayın Kolektifi’ndeki arkadaşlarla tanışmak üzere, yayınevinin Büyükparmakkapı’daki adresine gittim. Mehmet Çetin ile tanıştık ve Mehmet’in soruları, benim kısa ve mahcup cevaplarımla ilerleyen sohbet koyulaşmışken esmer, pos bıyıklı bir adam içeri girdi. Daha ilk bakışta solcu bir adam izlenimi veriyordu. Bir şeyler konuştular ve Mehmet’in eleştirisi üzerine adamın ayaklarına baktım: Ayakkabılarının topuklarını ezmişti. Yürürken ahşap zeminde tok ve aksak bir ses çıkarıyordu ayakkabılar. Adam aksak ve gergin adımlarla çıktıktan sonra “Fadıl Öztürk” dedi Mehmet, “Şair arkadaşımız.” Hem devrimci hem şair. Kim sevmez ki böyle bir şahsiyeti.
Piya Kitaplığı’ndan çıkan başka kitaplarla birlikte, Fadıl’ın ikinci kitabı “Esmer Bir Acı”yı o gün Mehmet verdi bana. Belge Yayınları’ndan çıkan Enver Gökçe Şiir Ödülü sahibi ilk kitabı “Suyu Uyandırın Sesim Olsun”u çok önceden okumuştum.
Şair Fadıl Öztürk’ün, 1970’li yıllarda, Elazığ’da “Dev Yolcu Topal Fadıl” adıyla nam saldığını ve çok güzel duvar yazıları yazdığını çok sonra öğrenecektim. Şimdi, tabela yazıları yazarak hayatını idame ediyordu.
*
Mardin ve İzmir’den sonra İstanbul hızlı bir şehirdi. Ekonomik sıkıntılar, siyasal belirsizlikler, sanatsal arayışlar, derken birçok sarsıntıdan sonra İstanbul’a alışmıştım. İş bulmuştum, evlenmiştim. 1997’de tek dikili ağacım Baran doğdu ve ilk şiir kitabım çıktı.
Bütün bu akıp geçen zaman ve olaylar sırasında Piya ile ilişkim, arada Kelaynak Kafe’ye uğramaktan öteye gitmedi.
İlk kitabımı yayınevine, Mehmet Çetin’e götürdüm. Yayınevi kalabalıktı ancak kimler vardı, şimdi hatırlamıyorum. Zaten Mehmet’ten başka da kimseyi tanımıyordum.
Mehmet kitabı şöyle bir karıştırdı. Kitabın arka kapağında fotoğrafım vardı. “Piya arka kapağa fotoğraf koymadığı için mi kitabı başka yerde çıkardın?” dedi. “Yok, ondan değil” diye geveledim fakat şunu da geçirdim aklımdan: “Yayınevi benden dosya mı bekliyordu?”
Fadıl neredeydi? Belki saçları uzuyordu ve top sakalına alışmaya çalışıyordu.
*
Piya’ya bir dahaki gidişim Mehmet Çetin’in “Kekemece” kitabı dolayısıyla oldu. Olivyo Han’da yeni bir yer tutmuştu Piya Kolektifi. Henüz tam olarak yerleşmemişlerdi ve kimi etkinliklerin yapılacağı büyük salonda demirden sandalye ve masalar vardı. Bunları Fadıl, birkaç arkadaşıyla birlikte, gece gündüz çalışarak yapmıştı. Pantolonu ve atleti ter ve toz içindeydi. Saçlarını topuz yapmıştı. Usta başı olarak emirler veriyordu. Her karşılaşmamız ilk karşılaşma gibi oluyordu çünkü her karşılaşmada yeni bir Fadıl’la tanışıyordum. Onu gerçek anlamda ilk o zaman mı tanıdım? Çünkü o gün, 40 yıldır tanışıyormuşuz gibi gazeteyi sormuştu bana ve yazılarımla ilgili iyi bir şeyler söylemişti. Sonra demir masaları, açılır kapanır demir sandalyeleri göstererek, “Nasıl olmuş?” diye sormuştu. Güzel olmuştu elbette. Benim nasiplenemediğim el mahareti diye bir şey var şu hayatta ve sandalyelerin açılıp kapanmasına hayranlıkla bakıyordum. Fadıl bir şey icat etmediğini ve sandalyeleri açılıp kapanır hale getiren düzeneğin basitliğini anlatıyordu bana.
Adam hem devrimci hem şair hem de demirciydi. Üstüne üstlük benimle dost olacaktı. Ancak bunun için biraz daha zamana ihtiyaç vardı.
*
Piya Kolektifi, şiir kitaplarının yanı sıra iki dergi çıkarmaya başlamıştı. Şiir dergisi Kunduz Düşleri ile siyasetin yanı sıra ekoloji, felsefe, sanat gibi konuları irdeleyen makalelere ağırlıkla yer veren Hayat Bilgisi Ütopiya. Mehmet Çetin’in beni Piya Kolektifi için ‘örgütlemeye’ çalıştığının farkındaydım. Kunduz Düşleri ile Ütopiya’ya yazı ve şiir vermekte bir sakınca görmüyordum. Çünkü dergilerin şiir ve hayat bilgisine müdahale etme çabasını ve tarzını naçizane destekliyordum. Ama ‘örgütlenmek’ mesainin yanı sıra verili olanla mücadele etmek için donanımlı bir cesaret gerektirirdi. Sonunda her şey, benim için esas olarak samimiyete gelip dayanıyordu.
O samimiyetin oluşması çok zaman almadı. Mehmet, bu dostluğu teorik argümanlarla realize ederken
Fadıl Öztürk, dostluğun da açılır kapanır sandalyeler gibi yeni icat edilmediğini kendi yalınlığı ile gösterdi.
Duygusal olarak zor zamanlar geçiriyordum. Beyoğlu’ndaki otellerde ve zaman zaman arkadaşlarımda kalıyordum. Mehmet, yardım elini uzattı iş teklif ederek. Dergilerin ve kitapların editörlerinden olacaktım. Bunun karşılığında kafeden ayda 100 lira alacaktım ve en önemlisi Mehmet’in evinde kalacaktım. Mehmet yılın yarısını Hollanda’da geçiriyor ve bu süre içinde Beyoğlu’ndaki evini kiraya veriyordu. Ben ücretsiz kalacaktım. Bu büyük bir lütuftu. Bahçe katında Fadıl kalıyordu. Üstte Mehmet’in, daha üstte Piya Kolektifi’nden sinemacı Cevriye ve müzisyen Hüsamettin oturuyordu. Daha üst katlarda yönetmen Yusuf Kurçenli, gazetecilikten istifa eden Nahide oturuyordu.
Fotoğraf: Beyoğlu’ndaki ev. Giriş kapısının önündeki demir korkuluk bizden sonra yapıldı. Gençler basamaklarda otururdu. Hiç karışmazdık. İzin isteyip binaya girerdik.
Belki bir gün bu enteresan binanın hikayesini de anlatma fırsatım olur.
Fadıl, ilk zamanlar, eve dönerken gecenin bir vakti kapımı çalardı. “Aç mısın Mardinli?” diye sorardı. “Açım” desem ne olacak? İkimizin de evinde yiyecek pek bir şey bulunmazdı. En yakındaki Murat Kelle Paça’ya götürecekti beni. Bazen giderdik. Değil mi ki o kızını, ben oğlumu özlüyordum.
*
Bazı geceler aşağı kata, Fadıl’a iniyordum. İlerleyen saatlerde, yukarı çıkmak istediğimde, “Gitme, burada kal” derdi ısrarla. Uyurken televizyonu kapatmazdı, sesini bile kısmazdı Fadıl. O yüksek sese maruz kalıp nasıl uyurdu, kim bilir.
Bazı geceler Fadıl’da kalır, evdeki tek kanepeye kıvrılır uyurdum. Gecenin bir vakti onun çığlığına uyanırdım. Sayıklamalarından bölük pörçük anladığım kadarıyla, üstünden 20 yıl geçmiş olsa bile, kendisine işkence edenlerle hâlâ kavga ediyordu. 12 Eylül faşizminin insan ruhunda yarattığı tahribatın eseriydi bu kabuslar.
Kendisine yapılan işkenceleri anlatmazdı Fadıl ancak açlık grevlerini, tek tip elbise dayatmasına karşı başlattıkları direnişi, mahkeme salonlarına diktiği kıyafetlerle çıkışlarını anlatmakta beis görmez ve hatta o direniş günlerinden övgüyle söz ederdi.
Elbette dost canlısıydı, muhabbet erbabıydı ve hayatını insanlarla paylaşacak kadar cömertti Fadıl. Ancak, özellikle geceleri, yalnız kalmak istemediğini çok sonra hissedecektim. Bunda 12 Eylül faşizminin ne kadar payı vardı? Bu sorunun cevabını şimdi bilmem pek mümkün görünmüyor. Hem, aslolan şudur, Fadıl içine düştüğü bütün karanlıklarla mücadele etmeyi bildi. Açılır kapanır bir sandalyenin düzeneği yalınlığında…
*
Fadıl’ın evi bahçe kapısındaydı ve küçüktü. Uzak bir semtte yaşayan ailesi, kimi hafta sonları cümbür cemaat Fadıl’ı ziyarete gelirdi. Annesi çok güzel hamur işleri yapardı. Fadıl, “Annem kete yapmış, gel” demek için arardı. Evde değilsem mutlaka birkaç parça bir şey ayırırdı.
‘Piya ekibi’ olarak en çok ve özellikle Cumartesi günleri, “Birlikte kahvaltı yapalım” bahanesiyle Fadıl’ın evinde toplanırdık. Yücel Tunca, Kazım Koyuncu, Nesimi Aday, Önder Kızılkaya, Murathan Muratoğlu, Cevriye, Döne, Ali, Nuray, Birol ve diğerleri ellerinde yiyecek bir şeylerle çıkıp gelirlerdi. Maksat muhabbet olsun kabilinden hazırlanan kahvaltı sofrası, yer darlığına rağmen eğlenceli olurdu.
Sofranın kral yemeğini ise elbette Fadıl hazırlardı. Nasıl beceriyordu bilmiyorum ama domates, biber gibi sebzelerden hazırladığı yemeğin lezzeti hâlâ damağımdadır. “İri doğrayacaksın sebzeyi ve sonra yüksek ateşte pişireceksin. Sebzeler erimeyecek ama çok diri de kalmayacak, hepsi bu.” Açılır kapanır sandalyenin düzeneğini anlatır gibi basit anlatıyordu yemek spesiyalini. Fakat sanırım hiçbirimiz, menemene, türlüye ve başka bir yemeye benzemeyen bu tarifi denemeye cesaret edemedik. Kim bilir, belki bu yemeğin Fadıl’la anılmasını istedik.
Peki, nasıl sığıyorduk o tek oda eve? Ev, Fadıl’ın cömert yüreği gibi genişliyordu da ondan.
*
Bir gün, eve dönerken, bizim binadan bir iki adamın çıktığını gördüm. Üstleri başları temizdi adamların. Yanımdan geçerlerken fark ettim, sokakta yaşayan, şarap parası isteyen adamlardı bizim binadan çıkanlar. Fadıl onları toplayıp eve götürmüş, banyoya sokmuş, karınlarını doyurmuş, temiz elbiseler giydirmişti.
Şarap parası isteyen o adamları, mümkün olduğu sürece hiç geri çevirmedim. Ama onları eve götürmek aklımda bile geçmemişti. Zaten hangimizin aklından geçmiştir ki sokakta yaşayan insanları evine alacak kadar dost olmak hevesi.
Fadıl sokakta yaşayan insanlarla dosttu, hayvanlarla, alet edevatla, suyla, börtü böcekle dosttu. Ama en çok Dersim’le, kıyısında doğduğu Pêrî Suyu ile, dinleyip içselleştirdiği Dersim hikâyeleriyle dosttu. Dersim’e bir gidişimizde, Kutu Deresi’nin kıyısında Seyit Rıza’nın hikâyesini anlatmıştı da bana, “Sen bu dağların, bu suyun dengbêjisin” demiştim Fadıl’a. Saçları ve sakalı, rengini Munzur’dan almış gibi gelmişti bana.
*
İstiklal Caddesi’nde Mehmet’le volta atıyorduk. Öyle boş beleş volta atmaktan söz etmiyorum elbette. Çünkü, tanıyanlar bilir, Mehmet’in aklında hep yeni projeler vardı. O gün yayımlamayı tasarladığımız yeni kitaplar hakkında konuşuyorduk. Sonunda “Senin kitabının ikinci baskısını da Piya’dan yapalım” demişti. “Olur ama bir kitap olacak kadar yeni şiirler biriktirdim” diye yeni kitap önerisinde bulunmuştum. “Yeni kitap çok satarsa parasıyla ilk kitabı da Piya’dan çıkarırız” diye espri de yapmıştım.
Mehmet’in yanı sıra Ahmet Telli’nin, Binali Duman’ın, Celal Çimen’in, Nesimi Aday’ın ilk okumasını yaptığı ikinci kitabım Piya Kolektifi’inden çıktı.
Etkinliklere Piya Kolektifi’nden çıkan “Yaz Sayıklamaları” ile katılıyordum artık. Nesimi bütün ciddiyetiyle, Fadıl nevi şahsına münhasır esprileriyle, “Şu şiirleri yavaş oku, arkandan karın kovlamıyor” diyerek şiir okumayı öğretiyorlardı bana. Oysa sıkıntı şiir okumakta değildi, ‘sahne heyecanından’ kaynaklanıyordu. Kalabalık karşısında elim ayağıma dolaşıyordu.
Güzel günlerdi. Dersim’den Mardin’e, İzmir’den Avrupa ülkelerine kadar çıktığımız ‘şiir matineleri’, imza günleri Piya’nın etki gücü, Mehmet’in organizasyonuyla gerçekleşiyordu.
Bütün bu etkinliklerde Fadıl’la birlikteydik. Onunla haylazlaştığımı ve ciddiyeti bir kenara bıraktığımı itiraf etmeliyim.
Fadıl’ın “Hep Kuzeydi Gözlerin” kitabı, belki kimi soruşturmalarda “Yılın kitabı” olarak belirlenmedi ama şiir okuru hâlâ bu kitabı hatırlar. Fadıl şımarmasın da ne yapsın yani.
*
Fadıl, bütün şair tanımlarına uyan bir adamdı. O kadar iç içe yaşayınca onun nasıl yazdığına da tanık olmuştum.
Gazetenin pazar ekinin hazırlanmasına destek veriyordum ve Fadıl’ı yazı yazması için teşvik ediyordum. “Ateşe Konuş Küle Ağla” kitabındaki yazıların büyük çoğunluğu ilk kez gazetenin ekinde yayımlandı.
Sayfa sekreteri Sevinç aradığında kafede oturmuş, Fadıl’ı yazı yazmaya ikna etmeye çalışıyordum. Ek’in sayfalarını hazırlamamız gerekiyordu ama Fadıl daha ne yazacağını düşünüyordu. Yazı yetişti ama Sevinç, “Vecdi abi kafede yazı peşinde” gibi cümlelerle beni gazetenin diline düşürdü elbette.
Fadıl bir gece asla sevmediğim gürültülü barlardan birine götürmüştü beni. İnsanlar dans ediyordu ve oturanlara neredeyse kötücül bakışlar fırlatıyorlardı. Dans ettiğim görülmemiştir ve bu yüzden dans eden herkes bana bakıyormuş gibi feci kızarıp bozardığımı hissediyordum. Fadıl dans etti ve sonra sıkıldı, bir köşede bir tabureye çöktü. Defter kalem çıkardı ve bir şeyler karalamaya çalıştı. Kulağıma şiir dizeleri okumaya çalıştı. Bir süre sonra ben de uydum ona ve gürültüye, bana çarpanlara aldırmadan şiir dizesi olabilecek cümleler kurmaya başladım. O berbat gecenin bana armağanı, “Çadır kurduğun yerde çölsün, ey şair” dizesi oldu. Fadıl’la ikimizin naif bir buluşu olarak.
Fadıl uyurken yazıyordu, sohbetin ortasında yazıyordu, yürürken, içerken, kavga ederken yazıyordu. Uzun konuşma cümlelerini bölüp şiir dizesi yapıyordu. Şiirsel yazılarını hayattan, hayat bilgisinden damıtıyordu. Şiirlerindeki ve yazılarındaki dervişan eda, bu bilgiden ulaşıyordu okura.
*
Çok övdüm ama belanın tâ kendisiydi Fadıl. Kavga etmediği, parmak sallamadığı Piyacı yoktur. Bela Fadıl ve “Çıkıp gidin hayatımdan” veciz isyanı ise Önder Kızılkaya’nın şiirine konu olmuştur.
Fakat Fadıl’ın kimseye küstüğüne de rastlanmamıştır. Feci kavga eder, küfür icat eder ama arkasını dönüp gitmez, evine kahve içmeye davet ederdi. “Kahve orada, şurada uyu” der, yatağına geçer, kabuslarındaki adamlarla kavga etmeye devam ederdi. Çünkü onun esas kavgası dostlarıyla değil, bütün ülkeye kan kusturan faşizmleydi.
Ona küsmüştüm bir keresinde. Daha doğrusu küsmüş numarası yapıyordum ve ısrarlı telefonlarını açmıyordum.
Sonunda telefonunu açtığımda Antep’teydim. Kızgın bir şeyler söylüyordum ki hasta olduğunu söylemişti. Yelkenleri suya indirmiştim hemen. Sonra İstanbul’daki arkadaşlarla haberleşmiştik, “Bu adam kendine bakmaz, ilgilenelim” diye.
Belanın tâ kendisiydi Fadıl çünkü hayat bütün ağırlığıyla omuzlarına çöküyordu. Fadıl’ın sağlığı, Piya’nın ekonomisi bozuluyordu.
*
Olivyo Han’daki yerde kısa bir toplantı yapmıştık Fadıl ile. Başka kim vardı hatırlamıyorum. Fadıl, o sırada Hollanda’da olan Mehmet’in de fikirlerini paylaşarak Olivyo Han’ı ve dergileri kapatma kararı alındığını iletti. Hayatımın en zor toplantılarından biriydi. Olivyo Han umurumda değildi ama dergileri çok önemsiyordum. Fakat dergileri çıkarmayı mümkün kılan ekonomik gücü kaybetmiştik. Ama esas olarak birçoğumuzun kolektif bir hayat için enerjisi de tükenmişti. Herkes esas işine dönmüştü.
Halbuki Piya kolektifi komün yaşamı ve üretmeyi tasarlayarak yola çıkmıştı. Yayıncılığın yanı sıra sinemacı, fotoğrafçı, müzisyen ve diğer sanat dallarından insanların buluştuğu bir yerdi. Ekonomiyi kafe ve benim yetişemediğim pansiyon işletmeciliği deneyimi Panpiya oluşturacaktı. Fakat buralarda da işler yolunda gitmiyordu. Panpiya’dan sonra kafe de devredildi. Kafenin aşağısındaki Kafe 5 Kuruş yeni buluşma mekanımız oldu.
*
Önder Kızılkaya ve Fadıl’la Kafe 5 Kuruş’ta, dışarıdaki masalardan birinde oturuyorduk. Kazım Koyuncu yanımızdan geçti ve Önder, espirili bir küfürle, “Meşhur oldu, artık görmüyor bizi” dedi. Geniş katılımlı bir toplantıda Kazım, “Beni rahat bırakın, piyasayı dağıtayım” demişti ve dediğini yapmıştı. Beyoğlu’nda ve bütün Türkiye’de şarkıları çalınıyordu. Dediğini yapmış, piyasayı dağıtmış ve evet, meşhur olmuştu.
Kazım’a seslendik ve Fadıl yanına gitti. Dönüşte, “Küfür ettik ama Kazım kanser olmuş” dedi.
Sonra her şey hızla altüst oldu sanki. Vefat ettiği gün Kazım’la ilgili bir yazı yazdım ve Nesimi ile Dilvin’in düğününe gittim. Fadıl, o düğün gecesinin sonunda, mikrofonu kapıp en detone sesiyle “Dün Gece Yar Hanesinde” türküsünü söyledi. Fadıl, o gece bütün kadehleri Kazım için devirmişti.
*
İşler kötü gidiyordu ve Fadıl sek içtiği kadehlerin sayısını unutuyordu. Sonunda kafe de kapanınca ilk mesleğine, demirciliğe döndü. Tatil için gittiğim Bodrum’da onu ziyaret etmiştim. Tertemiz bir şantiye odasında çay içmiştik.
Sonra Dersim’de karşılaştık. Dersim’de, devrimcilik günlerinde soymayı planladığı bir bankanın kasasını güçlendiriyordu. “Devrimci olarak ayrıldığım kente demirci olarak geri döndüm” diyordu. Munzur’a bakıyorduk, dertleşiyor ve hayatın bize yaptıklarından espriler çıkarıyorduk.
Fadıl’ın demir doğrayan elleri şiirden ve yazıdan vazgeçmedi. Kitaplar yazdı. Kalbi âşık olmaktan vazgeçmedi ve Berrin’e sevdalandı.
*
Ben Diyarbakır’a yerleşmiştim ve artık çok az görüşür olmuştuk. Bir gün beni aradı ve evleneceğini söyledi. Nikaha çağırıyordu, “Gelmezsen ayağına sıkarım. Ama seni sevdiğim için hangi ayağına sıkacağıma sen karar vereceksin” tehdidiyle.
Gittim. Nesimi, Önder, Deniz, Muharrem ve başka arkadaşlar da gelmişti. Fadıl, hiç değilse bir kısmımızı, yıllar sonra bir kez daha bir araya getirmişti.
Nikahta papyon takacaktı Fadıl ancak beceremiyordu. Benden yardım istedi ama papyon nasıl bağlanır, takılır nereden bileyim. Damattı, heyecanlıydı ve papyon yüzünden gergindi. “Bir papyonu takamadın” diye çıkışmıştı bana. “Yahu” demiştim, “Hayatımda ilk kez bir papyona dokunuyorum.” Gülmüştük. Bu papyon heyecanını atlattıktan sonra şık, yakışıklı bir damat olmuştu Fadıl.
Gece Kordon’da, çimenlerin üzerinde oturduk, Muharrem ve Deniz’in söylediği şarkılara eşlik ettik. Etrafımız, bir düğüne yakışır şekilde kalabalıklaşmıştı.
Son yıllarda her anlamda yorulmuş olan arkadaşımız Fadıl’ı, gönül rahatlığıyla Berrin’e emanet ederek dönmüştük yaşadığımız şehirlere.
*
Fadıl, “Sana bir şey diyeceğim” dedi ve sonra, “Ben kanser oldum” diye tamamladı cümlesini. Böyle bir haber karşısında doğru cümle hangisidir, bilemedim. Kekemeleştim ve onu dinlemek istedim. “Duyurma” diyordu, “Sadece birkaç kişiye söyleyeceğim.”
“Fadılım” dedim sonunda, “Sen ne badireler atlattın, bunu da atlatırsın. Parmak salla kansere, korkar kaçar.” Bu esprinin aptalca olduğunu söylerken bile farkındaydım elbette fakat heyhat, Fadıl gibi söz kurmakta becerikli değildim işte.
Süha Tuğtepe, Öztürk Uğraş, Mehmet Çetin, Emirali Yağan gitmişti. Şimdi sıra Fadıl’da mıydı?
Berrin, Fadıl’ın sağlığına kavuşması için gerekenlerin tümünü yapıyordu. Fakat giderek kötüleştiği bilgisini de veriyordu. Fadıl ancak birkaç ay dayanabildi kanserle mücadeleye. 1 Mayıs’ta, biz meydanlara çıkmaya hazırlanırken ayrıldı aramızdan.
“Saatli Muhalif Takvimi” kitabı için “Yumruk havada yürüyen yazılar” başlıklı bir yazı yazmıştım. Kitaptaki yazılarda Fadıl Kürtleri ve güncel siyaseti gözlemlerinden ama en çok hayatın kendisine kazandırdığı bilgiden yola çıkarak yazıyordu. Yumruğu ise bir itiraz işareti olarak hep yukarıdaydı. Bu nedenle evi basıldı ve 5 gün boyunca gözaltında kaldı, ceza aldı. Vefat ettiğinde ertelenmiş bir cezanın sahibiydi. Çünkü Fadıl, arada demircilik, tabela yazıcılığı gibi işler yapsa da esas olarak bir devrimci şair olarak yaşadı ve bunun ezasını da onurunu da kızıl bir yıldız gibi yakasında taşıdı.
*
İzmir Balçova’daki Cemevi kalabalıktı. Şair dostları ve devrimci yoldaşlar oradaydı. Herkes Fadıl’la ilgili bir şey anlattı. Beni en çok etkileyen devrimci yoldaşlarının konuşmaları oldu. “Çorum ve Maraş’tan önce Elazığ’da bir katliam planlanıyordu ancak Fadıl’ın örgütlediği öz savunma sayesinde bu katliam gerçekleşmedi” dedi arkadaşlarından biri.
Arada Fadıl’ın eski arkadaşları gelirdi kafeye. Devrimcilik günlerinden, mahpusluk günlerinden arkadaşları. Onları yalnız bırakırdık. Tartışacakları, yad edecekleri vardır, diye. Yollar ayrılmıştı ve bazen kavga ettikleri de olurdu. Biz, geçmişlerine saygıdan hiç bulaşmazdık. Sonunda, genelde kucaklaşarak vedalaşırlardı.
Şimdi düşünüyorum, Fadıl’ın kaç hayatı vardı, diye. Her dönem başka maceralara atılmış ve dostlar biriktirmişti. Ben Piya Kitaplığı döneminde dost olmuştum ve bu dostluk 25 yıl kadar sürmüştü. Bir şekilde temas ettiği herkesin hayatında güzel bir yer edinmişti. Yoksa Nevzat Çelik ile Yücelay Sal, sağlık sorunlarına aldırmadan onca yolu neden tepsin son bir veda için. Celal Çimen, Özgün Enver Bulut, Binali Duman, Akın Birdal, Namık Kuyumcu, Tuğrul Keskin, Evren, Özgür, Hüseyin… Herkes bir yerlerden kopup İzmir’de Fadıl için, Fadıl’la hasret gidermek için buluşmuştu.
*
Fadıl için yazılmış bir yazıda kendimden, Piya’dan ve diğer arkadaşlardan çok mu söz ettim? Evet, ama iç içe geçmiş bir hayat başka türlü nasıl yazılır, hakikaten bilmiyorum.
Bayındır’ın Gaziler adlı köyünde bir ev yaptırmaya başladığını birkaç yıl önce söylemişti Fadıl. Bilebildiğim kadarıyla Fadıl ilk kez bir mülkün sahibi olacaktı. Ancak evin bittiğini göremedi Fadıl ve tek mülkü, bir mezar yeri oldu.
Fadıl, her yere uzak, kalbimize yakın dağ köyü Gaziler’de defnedildi. Onu akşam güneşine, yaşlı bir çam ağacının gölgesine ve Berrin’in büyük sevgisine emanet ettik. Artık tasasız, kavgasız, kabussuz uyuyabileceği umuduyla…