• Ana Sayfa
  • Gündem
  • Geçici değil, kalıcı: Türkiye’de göçmenlerin hayatı
Geçici değil, kalıcı: Türkiye’de göçmenlerin hayatı
Yıldız Önen 27 Ağustos 2025

Geçici değil, kalıcı: Türkiye’de göçmenlerin hayatı

Türkiye, son yıllarda milyonlarca göçmene ev sahipliği yapan bir ülke oldu. Bu durum, başta siyasal iktidarların politikaları, uluslararası anlaşmalar ve Avrupa Birliği ile yapılan pazarlıklarla şekillendi. Ancak resmi söylemler ve rakamların ötesinde, göçmenlerin gündelik yaşamda karşı karşıya kaldıkları gerçeklik giderek ağırlaşıyor. Bugün Türkiye’de göçmen olmak yalnızca yoksulluk ve güvencesiz çalışma koşullarıyla değil; aynı zamanda hukuksuzluk, ayrımcılık, linç girişimleri, şiddet ve ölümle burun buruna yaşamak anlamına geliyor. Son bir ayda yaşanan olaylar bile bu tabloyu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

Son bir ayın ağır bilançosu

8 Ağustos’ta Çatalca İnceğiz Geri Gönderme Merkezi’nde Afgan uyruklu K.H. adlı bir kadın göçmen, “maruz kaldığı yoğun baskı, kötü muamele ve insanlık dışı koşullar” nedeniyle yaşamına son verdi. Bu, yalnızca bireysel bir trajedi değil, aynı zamanda geri gönderme merkezlerindeki sistematik ihmallerin sonucu olarak değerlendirilmelidir.

İstanbul Üniversitesi Antropoloji Bölümü yüksek lisans öğrencisi Azerbaycanlı Nana Babazade, yemekhane zamlarına karşı öğrencilerin düzenlediği protestoya katıldığı için gözaltına alındı ve Arnavutköy Geri Gönderme Merkezi’ne götürüldü. Azerbaycan’a gönderildiği takdirde orada siyasi görüşlerinden dolayı tutuklanabileceği belirtilmesine rağmen sınır dışı edilmeye çalışılıyor. Bir öğrencinin yalnızca demokratik hakkını kullandığı için böyle bir muameleye maruz kalması, göçmenlerin kamusal alanda var olma hakkının nasıl baskılandığını gösteriyor. Birkaç ay önce Suriyeli insan hakları savunucusu Taha Elgazi’nin “gönüllü” adı altında zorla sınır dışı edilmesine benzer bir durumla karşı karşıyayız.

Kilis’in Ketenciler Mahallesi’nde kaybolan 2 yaşındaki Suriyeli Arıc Aljaroukh, evlerinin yakınındaki metruk bir binada bulunan su kuyusunda ölü bulundu. Bu olay, göçmen çocukların karşı karşıya kaldığı güvencesizliğin ve korunmasızlığın trajik örneklerinden biri oldu. 2023’te Kilis’te cinsel istismara uğradıktan sonra öldürülüp kuyuya atılan 9 yaşındaki Gina Mercimek olayını hatırlatan bu gelişme herkesi tedirgin etti.

Antalya’da genç bir Suriyeli Ahmed el-Hüseyin el-Hammade, işten çıkarılmaları üzerine çıkan bir tartışmada iki kişi tarafından göğsünden onlarca bıçak darbesiyle öldürüldü ve ormana atıldı. Bu vahşet güvenlik kameralarıyla açığa çıktı. Ancak saldırı, medyada kısa bir süre gündem olup unutuldu; takibi bırakıldı.

Şanlıurfa’nın Eyyübiye mahallesinde yaşayan küçük Omar el-Faruk, iki kişi tarafından sokak ortasında dövüldü. Henüz çocuk yaşta bir göçmenin sırf kimliği nedeniyle şiddete uğraması, toplumsal barışın nasıl derinden zedelendiğini gösteriyor.

Bunlar yalnızca son bir haftanın bilançosu. Ve ne yazık ki bu listeye sürekli yeni saldırılar, ölümler ve kayıplar ekleniyor. Sorunlar çözülmedikçe şiddetin tırmandığını görüyoruz.

Kalıcı kriz: Geçicilik söylemi ve gerçeklik

Bugün dünyada milyonlarca insan savaşlar, ekonomik krizler, siyasi baskılar ve iklim felaketleri nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalıyor. Türkiye 2011’den beri çok sayıda göçmene ev sahipliği yapan ülkelerden biri.

22 Mayıs 2025 itibarıyla Suriyeli göçmenlerin sayısı 2 milyon 700 bin civarında. Diğer ülkelerden gelenlerin çoğu kayıtlı olmadığı için kesin olmamak kaydıyla toplam göçmen sayısının 4 milyona yaklaştığı düşünülüyor.

Suriyeli göçmen sayısı 2021’de zirveye ulaşmıştı. O tarihten bugüne yaklaşık 1 milyon 200 bin Suriyeli “gönüllü geri dönüş” kapsamında ülkesine gönderildi. Ancak bu geri dönüşlerin ne kadar gönüllü, ne kadar zorunlu olduğu tartışmalı.

Bugün hâlâ milyonlarca insan Türkiye’de yaşamaya devam ediyor. Bu mesele, geçici bir durum değil, kalıcı bir gerçekliktir.

Birleşmiş Milletler göçmenlik sözleşmesine konulan şerh ile Türkiye’nin doğusundaki ülkelerden gelenlere mültecilik başvurusu yapma hakkı tanınmıyor. Yüz binlerce insan korumasız bir şekilde ortada kalıyor. Suriyeliler için Geçici Koruma Yönetmeliği hazırlandı. Adı üzerinde, kısa süreli bir düzenleme olarak tasarlandığı için uzun vadeli kalmaya uygun değil. Üzerine il ve ilçe kısıtlamaları eklenince yüz binlerce Suriyeli resmi makamların deyişiyle “düzenli” kalma koşullarını sağlayamıyor.

Hukuki güvencesizlik konusunda geri gönderme merkezlerinde yaşanan olumsuzluklar da öne çıkıyor. Üyesi olduğum Sığınmacı Hakları Platformu’nun hazırladığı raporda çok çarpıcı örnekler bulunuyor. Mesela İstanbul’da adına bilgisi dışında telefon hattı açılan A.H.’nin hiçbir yargı kararı olmadan Arnavutköy ve Gaziantep’teki GGM’lerde haftalarca tutulması… Bir başka vakada üç çocuk annesi bir kadın, dokuz ay boyunca GGM’de idari gözetimde kalmış, çocukları eğitimden mahrum bırakılmış. Son birkaç yıldır pek çok Baro’nun göç komisyonu ve sivil toplum kuruluşları, bu hak ihlallerinin sona erdirilmesi için raporlar hazırlıyor, öneriler sunuyor, basın açıklamaları yapıyor.

Çalışma hayatında sömürü ve güvencesizlik

Türkiye’deki göçmenlerin büyük kısmı tarımda, inşaatlarda, tekstil atölyelerinde, geri dönüşüm işlerinde ve küçük sanayide çalışıyor. Yani en ağır ve en tehlikeli işlerde. Kadın göçmenler çoğunlukla tekstil atölyelerinde, ev içi bakımda ve temizlik işlerinde çalışıyor. Çocuk göçmenler ise ayakkabı atölyelerinde, konfeksiyonlarda ve tarım işlerinde ucuz iş gücü olarak kullanılıyor.

Ücretlere baktığımızda tablo daha da çarpıcı. 2025’te asgari ücret 22 bin lira. Ama göçmen işçiler genellikle 10–12 bin lira arasında, bazen bunun da altında çalıştırılıyor. Çoğu sigortasız, sosyal güvenlikten yoksun. İşverenler, daha ucuza ve güvencesiz çalıştırabildikleri için göçmen işçileri tercih ediyor. Bu da hem göçmenlerin sömürülmesine hem de Türk işçilerle aralarında gerilim çıkmasına yol açıyor.

Ama en ağır tablo, iş cinayetlerinde ortaya çıkıyor. İSİG Meclisi’nin raporuna göre son on yılda en az 828 göçmen işçi hayatını kaybetti. Yani her 20 işçi ölümünden biri göçmen işçi. Sadece bu yılın ilk altı ayında 33 göçmen işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Çocuk yaşta ölenler, mevsimlik tarım işçiliğinde can verenler, şantiyede ölenler…

Örneğin 2024 yılında Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde bir tavuk yemi fabrikasında çalışan Suriyeli Hasne El Asada, üretim sırasında makineye boynunun sıkışması sonucu hayatını kaybetti.

Bir diğer örnek Afgan madenci Vezir Mohammad Nourtani’nin davası. Nourtani, 9 Kasım 2023’te Zonguldak’ta kaçak bir maden ocağında çalışırken yol kenarında cesedi bulundu, cenazesi yakılmıştı. Olayın ardından kaçak madenin sahipleri ve çalışanları hakkında dava açıldı. Mahkeme, sanıklara “taksirle öldürme” ve “delil karartma” suçlarından hapis cezaları verdi. Olayın bir ırkçı saldırı olmasına ve cenazesinin yakılmasına karşın sanıklar fiilen cezasız bırakıldı.

Ne yazık ki çoğunun ismi kayıtlara bile geçmiyor; göçmen işçilerin ölümleri görünmez kılınıyor.

Yükselen nefret ve linç girişimleri

Göçmenlere yönelik şiddet, bireysel saldırılarla sınırlı değil; toplumsal linç girişimleri de giderek artıyor. Ankara’nın Altındağ ilçesinde birkaç yıl önce yaşanan olaylarda olduğu gibi, küçük bir kavganın ardından saldırılar tüm göçmenlere yönelebiliyor. Sosyal medyada yayılan nefret söylemleri, sokakta fiili saldırılara dönüşüyor.

Irkçı saiklerle işlenen cinayetler ve saldırılar cezasızlıkla sonuçlandıkça bu nefret dalgası büyüyor. İzmir’de üç Suriyeli gencin yakılarak öldürüldüğü davada olayın ilk başlarda elektrik kazası olarak rapor edilmiş olması, katilin yakalanmasının geciktirilmesi; öldürüldükten sonra kuyuya atılan 8 yaşındaki Gina Mercimek davasında ikinci sanığın delil yetersizliğinden serbest bırakılması toplumda “göçmenlerin hayatı değersizdir” algısını pekiştiriyor. Bu algı değişmedikçe yeni saldırıların önü açılıyor.

Kalıcı krizi aşmak

Siyaset, kalıcı çözümler üretmek yerine krizi yönetmeye odaklanıyor. İktidar, göçmenleri Avrupa Birliği ile yapılan anlaşmalarda bir pazarlık unsuru olarak kullanıyor. Muhalefet ise çoğu zaman popülist söylemlerle “hepsini göndereceğiz” vaadinde bulunuyor.

Bu politikalar, göçmenlerin insan haklarını tanımak yerine onları bir “sorun” ya da “yük” olarak görmeye devam ediyor. Oysa sorun, göçmenlerin varlığı değil; onları güvencesiz, haklardan yoksun ve sürekli hedef haline getiren bu politikalar.

Tüm bu karanlık tabloya rağmen, göçmenlerle dayanışmayı büyüten örnekler de var. Baroların göç komisyonlarının, insan hakları kurumlarının, ırkçılık karşıtı kuruluşların, öğrenci gruplarının, sendikaların, kadın örgütlerinin ve yerel inisiyatiflerin yürüttüğü dayanışma çalışmaları, nefretin karşısında bir umut yaratıyor. Göçmenlerin kendi örgütlenmeleri de yavaş da olsa şekilleniyor.

Dayanışmanın büyümesi, yalnızca göçmenler için değil, toplumun tüm kesimleri için daha eşit, daha özgür bir geleceğin koşullarını hazırlıyor. Çünkü bugün göçmenlere yönelen baskı, yarın hepimize yönelen bir otoriterliğin parçası haline gelebilir.

Türkiye’de göçmenler meselesi artık “geçici” bir durum değil; yapısal bir gerçeklik. Bu nedenle çözüm de geçici önlemlerle değil, kalıcı haklar ve eşitlik temelinde kurulmalı. Göçmenlerin insanca yaşam hakkı, eğitim, sağlık, barınma ve güvenlik hakları güvence altına alınmadıkça şiddet sarmalı büyümeye devam edecek. Savaştan, siyasi baskılardan, açlıktan, kıtlıktan kaçıp Türkiye’ye sığınan tüm sığınmacılara mültecilik başvurusu yapma hakkı tanınmalıdır. Yıllardır bizimle yaşayan Suriyeliler ve diğer göçmenlere vatandaşlık hakkı verilmelidir.

Bugün Ahmed’in, Omar’ın, Nana’nın ya da Arıc’ın yaşadığı trajediler, yarın başka hayatlarda tekrar edecek. Krizi kalıcı olarak aşmanın tek yolu, göçmenlerin bu toplumun eşit bireyleri olduğunu kabul etmekten ve onlarla gerçek bir dayanışma kurmaktan geçiyor.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.