‘General Mazlum’la görüş’ mektubu
Ahmet Faruk Ünsal 15 Kasım 2024

‘General Mazlum’la görüş’ mektubu

Trump’ın 9 Ekim 2019 tarihli Erdoğan’a gönderdiği mektubu, her cümlesiyle korkunç sarsıcı ifadelerle doluydu. “Ekonomini yıkmak istemiyorum”, “küçük bir örneğini rahip Brunson olayında göstermiştim”, “sert adamı oynama”, “aptal olma” gibi, bir diplomatik temasta sözle bile söylenilmeyecek şeyler mektupla yazılı hale getirilerek kayıt altına alınıp duymayanlar da duysun diye dünyaya ifşa edilince doğal olarak en akılda kalıcı ifadeler bunlar oldu. Bu skandal ifadelerin muhatabı açısından rahatsız ediciliğinden çok daha fazlası, Türkiye’nin açıkça terörist diye niteleyip denk gelirse öldüreceği biri için, YPG’nin başındaki Şahin Cilo ya da Mazlum Abdi ya da Mazlum Kobani için General Mazlum ifadesinin kullanılarak neredeyse Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın eşiti konumuna çıkarılması ve onunla müzakereye oturmasının tavsiye edilmesiydi.

Herkesin “aptal olma” mektubu diye hatırladığı, ama muhatabının “General Mazlum’la görüş” mektubu diye unutamadığı mektubun yazarı, o mektup yazıldıktan 5 yıl sonra, benzeri ABD’de 131 yıl önce yaşandığı gibi, tarihi bir zaferle, kaybettiği seçimi 2. kez kazanarak Başkan seçildi.

Görebilenlerin gördüğü, Trump’ın yaklaşmakta olan zaferiydi. Bir daha seçilemeyeceği için bu geliş onun son gelişi olacaktı. Öyleyse bu gelişi, bir faninin tarihe geçmek ve hayalindeki dünyayı engelsiz olarak kurmak için eline geçirebileceği yegane fırsat olarak değerlendireceği tartışmasızdı. Yani önceki dönemde neyi hayal edip yapamadıysa bu dönem onları yapabilmek için dünyanın en cüretkar adamı olacaktı.

O “cüretkar adam”, Fethullah Gülen’i iade etmediği için rahip Brunson’u tutuklayan ve bırakmayan “sert adam”ın milli para biriminin değerini bir gecede kendi parası karşısında %45 düşürmüş ve sonunda istediğini yaptırmıştı. “Sert adam”ın terörist olarak gördüğü SDG’ye silah ve mühimmat yardımı yapmıştı. Müttefiklerinin esirgediği hava savunma sistemini ikame etmek üzere S400’leri aldığı için ortağı ve imalatçısı olduğu 5. nesil savaş uçağı F-35 projesinden çıkarmış, parasını ödediği F-35 lere el koymuş ve CAATSA yaptırımlarına maruz bırakılan tek NATO üyesi ünvanını kazanmasına sebep olmuştu. Ve hatta İran’a yönelik yaptırımları deldiği iddiasıyla, Reza Zarrab’ın itiraflarına dayanarak, “sert adam”ın ülkesine ait bir kamu bankasının genel müdür yardımcısını ABD’de mahkum ettirmişti. Yani “cüretkar adam”ın 2. Başkanlık dönemi, “sert adam” açısından, ilk Dönemi’nde maruz kadığı muamelenin daha seviyesizine muhatap olma olasılığı oldukça yüksek olabilirdi.

İsrail’in Gazze soykırımı gölgesinde geçen 2. zaferinin seçim kampanyasında, İsrail karşıtı protestolara katılanların kamudan ve üniversitelerden atılacağı, Yeşil Kart sahiplerinin Kartlar’ının iptal edileceği vaadinde bulunan Trump’ın ilk dönemi, bölge açısından da Türkiye’nin iç politikasında yarattığı kalıcı etkilere benzer etkiler göstermişti. İran’la yapılan nükleer anlaşmayı bozmuş, Kasım Süleymani’ye suikast düzenletmiş, BM kararları hilafına Kudüs’ü İsrail’in resmi başkenti olarak tanıdığını ilan etmiş ve Golan tepelerinin ilhakını tanımış, İbrahim Anlaşmaları ile belli başlı Arap ülkelerinin İsrail’i tanımalarını sağlamıştı.

Böyle giderse, Trump’ın 2. dönemi, bölge açısından radikal değişikliklerin olacağı, hali hazır statükonun başka bölgesel aktörlerin de devreye alınmasıyla alt üst olacağı, bu alt üst oluştan en fazla etkilenecek olan ülkenin ise İsrail’e zarar veren ilişkilerden vaz geçmemesi halinde, Golan tepeleri komşusu tarafından işgal edilen Suriye’nin olacağı ve ABD korumasında SDG marifetiyle inşa ettirlen Kuzeydoğu Suriye’deki siyasal yapının kalıcı anayasal statüye kavuşturulması olasılığı görülüyordu. Yanı sıra, çok yakın bir gelecekte olmasa da belki İran’daki Kürtler için de farklı bir statü zorlanabilecekti. Tüm bu bölgesel gelişmeler kaçınılmaz olarak Türkiye’de de artçı sarsıntılara sebep olabilirdi.

Anlaşılıyor ki, o mahut mektup yazıldıktan 5 yıl sonra, yazarının 1 ay sonra yapılacak olan Başkanlık Seçimi’ni kazanacağı yüksek bir öngörüyle hesaplanmış ve 1 Ekim 2024’te Meclis yasama yılı açılışında meşhur Bahçeli DEM’liler tokalaşması ile başlayan ve 22 Ekim’de “Öcalan Meclis’te konuşsun”la zirveye çıkartılan “süreç” işletilmeye başlanmıştı. Seçilmiş Başkan’ın A Takımının, şimdilerde yavaş yavaş ilan edildikçe ortaya çıktığı gibi, yeni dönem, gerek İsrail, Filistin, Suriye ve İran gibi kangrenleşmiş sorunlara yaklaşımda gerek Türkiye ile ilişkilerde radikal gelişmeler beklemek pek sürpriz olmayacağa benziyordu.

Eğer öyleyse, yani 22 Ekim süreci devletin varoluşsal kaygı nedeniyle aldığı bir karar ise, o halde neden Kürt sorununa yaklaşımda sertliği ile bilinen Bahçeli’nin görece makul yaklaşımına karşı şimdiye dek görece makul olan Erdoğan’ın kayyım uygulamalarını yeniden başlatarak “sert adamı” oynamayı ve Kürtleri tedirgin etmeyi göze aldığı sorusu cevaplanmayı bekliyor.

22 Ekim süreci, Trump’ın gelmesiyle Suriye’de oluşması muhtemel kalıcı değişiklikler nedeniyle Türkiye’nin uluslararası ilişkilerini, o değişikliklerin Türkiye’ye etkileri bakımından da iç sorunlarını yönetmek için düşünülmüş bir süreç ise, yani varoluşsal ebatta bir soruna yaklaşımla ilgili ise, bu konuda iktidar bloğunda varmış gibi görünen yaklaşım farkının, bir birlerine rağmen iş yapmaktan dolayı değil halkla ilişkiler temelinde, gereği görülmüş rol dağılımı farklılığından olduğu düşünülmelidir. Bu sefer iyi polis rolü Bahçeli’ye, kötü polis rolü ise Erdoğana düşmüş görünüyor. Zira, olası barış sürecine gelmesi muhtemel en büyük itirazın sahibi olan milliyetçi kesimin direnci, daha işin başında Bahçeli’nin yaklaşımı nedeniyle kırılmış olacaktı.

Gelelim TUSAŞ saldırısına ve peşinden gelen kayyımlar meselesine. Her ikisi de muhtemelen süreci akamete uğratmak için değil, öncelikle kendi tabanlarına sonra da muhataplarına verilmiş mesaj gibi görünüyor. PKK, Türkiye’de bitirildiği, adım atamaz hale getirildiği iddiasına karşı, Ankarada, başkentte, Türkiye’nin en iddialı olduğu savunma sanayi tesislerine saldırarak istediği zaman istediği yerde eylem yapabilecek güçte olduğunu, bir müzakere olacaksa zayıf düşmüş, mecbur kalmış muhatab gibi algılanmaması gerektiğini, AKP tarafı da kayyım atamalarıyla en beklenmedik zamanda kamu gücünü sonuna kadar kullanmaktan çekinmeyecek kadar güçlü iktidar algısına oynuyor olmalıydı. Kayyımların CHP’ye dönük tarafı da, parti içi cumhurbaşkanlığı yarışında tarafları bir birine kırdırmak gibi görünüyordu, zira Mansur Yavaş ile İmamoğlu karargahları arasındaki gerilim bu vesile ile su yüzüne çıkartılabilmişti.

Bizi bu sonuca götüren, iktidarın gerek TSK ile gerek Fethullah örgütüyle mücadelesinde, gerekse de önceki barış süreçlerinde yaptıkları ile söyledikleri arasındaki muazzam açı farkını bilecek kadar deneyim sahibi olmamızdır.

Nitekim, eşi ABD Dışişleri’nde üst düzey görevli Amberin Zaman, zaten Öcalan ile sürekli görüşmekte olan devletin 31 Mart 2024 seçimlerinin hemen akabinde, Nisan ayında, Öcalan ile Kandil’i görüştürdüğü, ve o görüşmede silahların bırakılması konusu üzerinde iki tarafın mutabık kalmayarak görüşmeyi sonlandırdığı iddia etmişti. Oysa aynı Nisan ayının 2’sinde, seçimleri kazanan Van Belediye Eşbaşkanı Abdullah Zeydan’ın mazbatası önce alınıp AKP’li adaya verilmiş, yer yerinden oynayınca mazbata iade edilmek zorunda kalınmıştı. Daha sonra Haziran ayında da Hakkari Belediye Eşbaşkanı’nın hapis cezası onanmış ve yerine kayyım atanmıştı. Yani kamuoyu önünde kavga eden taraflar sahnenin arkasında kıyasıya pazarlık yapmaya devam ediyorlardı. Bu, AKP’nin klasikleşmiş iş yapma biçimiydi.

22 Ekim süreci başladıktan 1 gün sonra TUSAŞ saldırısı, 1 hafta sonra, Esenyurt Belediyesi’ne kayyım, 12 gün sonra da Mardin, Batman, Halfeti Belediyeleri’ne kayyımlar atanırken aynı günlerde tarafların perde gerisinde görüşmüyor olduklarına inanmak zor görünüyor. Basına düşen ve halen tarafların hakkında konuşmadıkları görüşme iddialarını netleştirmeden burada zikretmeye gerek görmüyorum.

Sonuç olarak, sahnenin önünde ve ardında başka görüntülerin yaşandığı bu sürecin kamuoyuna açıklanacak kıvama gelmesi, bir taraftan Trump yönetiminin alacağı tutuma ve ona bağlı olarak İmralı’nın, Kandilin, ve “sert adamı” oynayan ile “makulu oynayan” adamın nasıl tutum geliştireceklerine bağlı olarak, çok da uzun olmayan bir karar sürecinden geçerek belli olacak.

Dileyelim bu sefer, 101 yıllık gecikmeyle, bölgedeki tüm halklar için adil ve kalıcı barışı inşa edebilelim. Zira, her geciktiğimiz süre, daha fazla karmaşıklaşan ve daha fazla uluslararasılaşan bu problemin çözüm maliyeti öngörülemez ebada doğru büyüyor.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.