EHESS’ten Prof. Dr. Hamit Bozarslan’ın aktardıklarına göre Ankara ile Kuzey ve Doğu Suriye arasında iletişim kanalları tamamen kapalı değil ve önümüzdeki dönemde bir yumuşama ihtimali de doğabilir. Bozarslan, son dönemde Türkiye’den gelen çeşitli açıklamalara dikkat çekerek, sert güvenlik söylemleriyle birlikte daha yumuşak mesajların bir arada var olmasının, diyalog zeminlerinin tümüyle ortadan kalkmadığına işaret ettiğini vurguluyor.
İlke TV’nin sorularını yanıtlayan Bozarslan, Kürt hareketinin ne Suriye ne de Irak sınırlarını inkâr etmediğini, ancak Kürtlerin aynı anda hem Suriye’nin hem de Kürdistan’ın parçası olduğunu vurguluyor. Ona göre Kürt meselesi artık dört ülkeye dağılmış teknik bir azınlık sorunu değil; ortak tarih okuması, ortak bir siyasal dil üzerinden şekillenen, sınırları aşan bir mesele:
- Geçtiğimiz haftalarda Duhok’ta çok önemli bir forum düzenlendi. Ortadoğu Barış ve Güvenlik Konferansı. Orada Mazlum Abdi bir konuşma yaptı. Sizce bu tablo ne anlatıyor?
Bu tablo çok önemli bir tablo. Kamışlo’da da yaşandı bu. Daha önce de Mazlum Abdi-Barzani görüşmelerinde de yaşandı: Kürtlerin kolektif bir özne olarak ortaya çıkması. Burada da aynı noktaya giriyoruz. Sınırlar var, Kürt hareketi bu sınırları inkâr etmiyor. Kürtler Suriye’nin bir parçası ve Suriye’nin bir parçası olarak yaşamaya devam etmek istiyorlar. Fakat aynı zamanda Kürtler Kürdistan’ın bir parçası. Burada da diyalektik bir yaklaşım geliştirmemiz gerekiyor.
Kürt meselesi hem dört ülkede ortaya çıkan bir mesele ve bu dört ülkenin meselesi; aynı zamanda da Kürt meselesi Kürtlerin bir bölgesel meselesi. Bu, sınırlarla ilgili olan bir olgu değil. Bir toplumun kendisini sınır aşırı bir toplum olarak değerlendirmesi, ortak bir tahayyüle sahip olması, ortak bir tarih okumasına sahip olması, bir coğrafya tahayyülüne sahip olması, bir panteona sahip olması… Bugün Suriye’deki Kürtler için de Abdurrahman Kasımlo Kürt hareketinin bir parçası ya da Kürt toplumunun bir parçası, halbuki İranlıydı. Ya da Jin-jiyan-azadi hareketi İran’ı sarstı, halbuki sloganın kendisi PKK’nin ortaya çıkardığı bir slogan.
Yani o yüzden birlik-ayrılık meselesini birbiriyle aynı anda ele almak gerekiyor. Kürt hareketi hem Kürdistan’ın parçası hem de aynı zamanda her 4 ülkedeki kürt toplumunun temsilcisi. Duhok’ta bu açık ve net bir şekilde ortaya çıktı. Yani Kürtler kolektif bir özne olarak ortaya çıkabilmekte, ortak bir dil geliştirebilmekteler. Fakat aynı zamanda Kürtler kendi aralarında son derece farklılaşmış olan bir toplum. Bu farklılaşmanın ortadan kalkmaması gerekiyor, onu özellikle belirtmek gerekiyor.
Kürt toplumunun zenginliği aynı zamanda tek renkli olmaması; çok renkli olması, çok fikirli olması, çok nesilli olması, kadın ve erkeklerin katıldığı bir toplum olması, sanatsal yaratıcılığın çok değişik dillerde gerçekleştiği bir toplum olması. Ve Irak Kürdistanı’nın var olması şart, Suriye Kürdistanı’nın var olması şart, Türkiye ve İran Kürdistanları’nın var olması şart. Bunların kalkıp bir buldozerle eşitleştirilmemesi gerekiyor.
Ve Kürt toplumu şu anda kendi çoğunluğunu fark edebilen, kendi çoğunluğuyla birlikte o kolektif bir özne olduğunu düşünebilen bir toplum. Ve Duhok, sanıyorum bu açıdan çok önemliydi.
- Irak Kürdistan Bölgesi’ne 2017’den beri gidip geliyorum ve her gittiğimde başka bir Erbil’le karşılaşıyorum. Çok hızlı gelişiyor. Diğer taraftan Kuzey ve Doğu Suriye’de de coğrafyayı aşan bir yönetim biçimi gelişti. Yakın zamana kadar kendi arasında da çeşitli sebeplerle duvarlar olan bu iki bölgenin bu gelişim düzeylerini de göz önüne aldığımızda bu yakınlaşmanın geleceğin Orta Doğu’sundaki rolü ne olur?
Onu da bilemiyoruz. Şu anda, 2030’ların Kürdistan’ını düşünebilmek gerçekten çok zor. Irak Kürdistanı’nda tabii çok ciddi sorunlar var. Yeni nesillerin entegre edilmesi, eski pratiklerden çıkılması, hanedanların aşılması, toplumun çok daha dinamik bir hale gelmesi… Bütün bu sorunlar var ve Irak Kürdistanı’nın içerisinde bir farklılaşma olgusu var.
Bu farklılaşmanın demokratik bir şekilde bir entegrasyona yol açması gerekiyor. Yani Süleymaniye ve Erbil henüz hâlâ birleşmemiş bölgeler. Fakat aynı zamanda kendi farklılıklarını kabul etmeleri ve bunu meşru olarak görmeleri gereken bölgeler.
Ekonomik olarak tabii Kürdistan son derece, en azından Erbil’de şehrin değişmesini ben de görüyorum. Bazı mıntıkalar neredeyse Manhattan’a benzeyen bölgeler.
Suriye Kürdistanı’nda tabii son derece önemli sorunlar var. Fakat şu anda Suriye Kürdistanı açısından en önemli olgu, yaşayabilmesi. Bu geleceği garanti edildikten sonra büyük bir ihtimalle Suriye Kürdistanı da değişecek, önemli değişiklikler göreceğiz.
Her şeyden önce Kürtlerin önemli bir kısmının aslında şu andaki özerk bölgede kalacağını sanmıyorum ya da kalmak istediklerini sanmıyorum. Yani Kürtlerin kalkıp Deyrizor’u kontrol edilebilmeleri tarihsel nedenlerle zorunlu olan bir şeydi. Bu yarın gerçekleşecek mi?
İster istemez şunu görüyoruz: Belli bir bürokratikleşme Suriye Kürdistanı’nda yaşanacak. Bu sürecin yaşanmaması için aynı zamanda Rojava dışındaki bölgelerde çok önemli değişimlerin olması gerekiyor. Yeni modellerin düşünülmesi gerekiyor. Halbuki şu anda böyle bir noktada değiliz. Yani Ahmed el Şara’ya baktığınız zaman bir İslam emirliği stratejisinden başka bir hedefi yok.
Ve aynı zamanda şunu da görmemiz gerekiyor: Kürtler arasında savaş koşulları nedeniyle bir konsensüs demokrasisi yaşandı. Doğrudan radikal bir demokrasi olsa bile bir konsensüs demokrasisi. Yarın bu demokrasinin aynı zamanda bir disensüs, ihtilaflı bir demokrasiye dönüştürülmesi gerekmektedir.
O yüzden Kürt Ulusal Konseyi’nin merkeze, Kürt sistemine entegre edilmesi, diğer Kürt partilerinin tanınması, bu Kürt partilerinin aynı zamanda siyasi bir rol oynaması; yarın seçimlerle eğer mümkünse ya da öyle bir konum oluşursa başa gelmeleri, Kürdistan’ı yönetmeleri…
Yani dediğim gibi, eğer Rojava varlığını devam ettirebilirse -ki sanıyorum en önemli nokta şu: bu savaş koşullarından çıkış- o zaman bu konsensüsün aynı zamanda disensüsle tamamlanması gerekmektedir. Bu kısmen Irak Kürdistanı için de geçerli. Bütün bunlar yapılabilecek mi bilmiyoruz.
1970’li yıllarda Kürt, Arap, Türk ve Fars sol akımları aynı dili konuştuklarını düşünmekteydiler. Ve bu dil şuydu: Kürdistan için özerklik ya da otonomi, Türkiye için demokrasi, sosyalizm, Irak için sosyalizm vs. vs. Siyasi Kürtçeyi, siyasi Arapçayı ve Türkçeyi tercüme edebilmek mümkündü.
Ama biz öyle bir noktada değiliz. Bugünün siyasi Arapçası, demokrasiye yer bırakmayan bir Arapça. Daha çok cihadî hareketten etkilenen, son derece yoğun mezhebî niteliğe sahip olan bir Arapça. Ve kalkıp Kürtçenin bu siyasi Arapçaya tercüme edilebilmesi mümkün değil.
Bu tercümenin olabilmesi için Arap âleminde gerçekten ciddi bir gelişmenin olması, cihadî gelenekten çıkılması, nasyonal sosyalist niteliğe sahip olan Arap milliyetçiliğinden çıkılması, mezhep dinamiğinden çıkılması ve toplumun gerçekten demokratik bir perspektiften yola çıkarak yeniden tanımlanması zorunda. Bu, bugünkü koşullarda mümkün değil. Ne Irak’ta mümkün, maalesef ne de Suriye’de mümkün.
Ve sanıyorum en önemli sorun, Rojava’nın model oluşturamamasının nedeni bu. Rojava konuşabiliyor, Rojava yazabiliyor, fakat Rojava’nın hitap edebileceği bir muhatap yok. Eğer yarın Suriye’de böyle bir muhatap olursa, tabii Suriye’nin geleceği çok daha berraklaşır. Fakat bugün böyle bir noktada değiliz.
Ya da hatta şunu söyleyeyim: DEM’in siyasi dili ki DEM’liler Türkçe konuşabiliyor, kalkıp bu dili Erdoğan’caya çevirebilmek mümkün değil.
- Peki bu nasıl mümkün olur, neyle mümkün olur?
Tabii o, bizim elimizde olmayan koşullar. Yani dünya koşulları… Bugün dünyada demokrasinin en güçlü olduğu noktada değiliz. Avrupa’da demokrasinin gerçekten ciddi bir kriz içerisinde olması, Trump olgusu, Arap âleminde son 50 yıldır yaşananlar… Lübnan İç Savaşı’nın ellinci yılı bugün. Bir toplumun mezhep dinamikleri nedeniyle tümüyle yok edilmesi ya da çökertilmesi; milis bazlı şiddet, silahlı konar-göçerlik, özellikle cihadî konar-göçerlik…
Bütün bunlar tabii Kürt hareketini çok çok aşan şeyler. Orada artık Arap toplumlarının, Fars ve Türk toplumlarının da önemli sorumlulukları var. Bu toplumlar geleceklerini nasıl tahayyül edebilecekler? Bu toplumlar bugün yaşadıkları koşulları bir kader olarak değerlendirmeye devam mı edecekler?
- Evet, Trump’tan bahsetmişken sormak istiyorum. Trump’ın güvenlik stratejisi ya da genel politikası nasıl bir Ortadoğu’yu içeriyor ve Kürtler bunun neresinde?
Onu da bilemememizin nedenleri çok. Tabii İsrail faktörü var. İsrail faktörü, sanıyorum, ABD’nin siyasetini oluşturmasında önemli bir faktör. Pentagon ve State Department arasındaki ilişkiler her zaman berrak olan ya da şeffaf olan ilişkiler değil. Fakat şu çok açık bir şekilde ortaya çıkmakta: 2016’da Trump yönetimi, başkanlığının başında Ortadoğu’yu terk etmek istemekteydi. Şu anda öyle bir senaryoyla karşı karşıya değiliz. Tam aksine, ABD’nin hiçbir savaşa girmeden askeri olarak Ortadoğu’da olmasından bahsediyoruz.
Erbil’de açılan Amerikan Konsolosluğu’nu ele alırsak, 260 bin metrekare. Yani arabayla 5-10 dakikada geçiyorsunuz bu konsolosluğun önünden. Ve aslında ABD Irak’tan tümüyle çekilmiyor; ABD’nin askeri güçleri Irak Kürdistanı’nda konuşlanıyor. ABD, sanıyorum, şu anda Suriye’de en belirleyici aktör; hem ekonomik olarak hem siyasi irade olarak hem yeni faktörler getirebilecek olan bir güç olarak. Hem İsrail ile olan ilişkileri açısından hem Türkiye ile olan ilişkileri açısından… Şu anda görebildiğim kadarıyla ABD, Şam’da güçlü bir iktidarın olmasını istiyor.
- Tom Barrack bir açıklama yaptı yine; adem-i merkeziyetçiliğin buraya uymadığını ama monarşinin çok uygun olduğuna dair…
Yani Tom Barrack’ın akli melekeleri ne kadar yerinde, onu da pek bilemiyorum; bunu neyi temsil ediyor, onu da pek bilemiyorum. Kaldı ki Irak’ın trajedilerinin başında monarşi gelmekteydi. Yani Irak’ta 1920’de söz konusu olan bir monarşinin kurulması ve bu monarşi aslında Irak’ın dışından gelen bir monarşiydi. Ve Irak hiçbir zaman istikrara kavuşturulmadı ve 1958’de çok kanlı bir şekilde düşürüldü.
Yani Kürdistan için İngiltere’deki Ürdün monarşisi benzeri bir modelin olabileceğini düşünmek çok zor. Elbette ülkelerin koşullarına bağlı. Fakat dediğim gibi, Tom Barrack’ın bir gün bunu söylemesi, diğer bir gün federalizmin hemen alt düzeyinde bir adem-i merkeziyetçilikten bahsetmesi… O yüzden dengeli bir çizgiye sahip olup olmadığını bilemiyorum.
Bütün dengeler şu anda Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’da… Bunların arasında Suriye konusunda bir yakınlaşma var. Fakat dediğim gibi genel çizgi, Şam’da güçlü bir iktidar olması. Fakat bu gücün sınırlı bir güç olması; yani Kürtleri ezecek bir güç olmaması, güneyde İsrail’i, Suriye’yi tehdit eden ya da tehdit edebilecek bir boyuta varmaması.
Aleviler konusunda maalesef, görebildiğim kadarıyla, ABD’nin en ufak bir stratejisi yok. Sahiden de bir stratejisi olduğunu düşünmüyorum. Bu dönemde Suriye’de belli bir, nasıl diyelim, istikrar kazandı; rejimin de bir yıldır istikrar kazandığını görmekteyiz. Bunun nedenlerinden birisi, Suriye toplumunun aslında çok ciddi bir istikrara ihtiyaç duyması.
Şara iktidarı popüler değil. Şara iktidarı aslında son derece zayıf; sosyal bir tabanı olmayan bir iktidar. Fakat aynı zamanda Suriye toplumu şu anda hiçbir şekilde yeni bir istikrarsızlık görmek istemiyor. Fakat Şara’nın kalkıp kendi 18 milis güçleriyle Suriye’ye tümüyle sahip olup iktidarlaşabilmesi de bana son derece zor gelmekte.
Ve eğer bu katı merkeziyetçilik -ki aynı zamanda hem İslamcı hem de Arap milliyetçiliğine dayanan bir merkeziyetçilik- devam ederse, Suriye’de bugün ciddi bir kopuş yaşanması bu kopuşun da sadece iktidar değişikliğiyle sınırlı kalmaması gerekir. Aynı zamanda, dediğim gibi, nasyonal-sosyalist Arap milliyetçiliğinden çıkışla birlikte İslamcılıktan, cihadcılıktan ve aynı şekilde mezhepçilikten çıkışın sağlanması gerekir. Bu konuda da sanıyorum hepimizin gördüğü gibi çok ciddi sorunlar yaşanmakta.
Ve ABD’nin stratejisi, anlayabildiğim kadarıyla, bu: güçlü bir iktidar, fakat gücü diğerlerini ezmeye yetmeyecek olan bir iktidar.
- Komisyon heyetinin İmralı ziyaretinde aslında anladığımız kadarıyla Kuzey ve Doğu Suriye konusunda çok fazla yoğunlaşılmış, Öcalan çok fazla bu konuda konuşmuş. Ama aktarım konusunda biliyorsunuz bir kriz çıktı, özet metin olarak aktarıldı ve dolayısıyla tam olarak öğrenemedik. Aslında Gülistan Hanım’ın söylediklerinden, birazcık anlayabildik ne olduğunu. Orada aslında, sizin de bahsettiğiniz, Şara’nın böyle giderse diktatörleşebileceğini söylüyor Öcalan. Bu tespiti nasıl buldunuz?
Bu tespit gerçekten yerinde bir tespit. Fakat Şara’nın anlayamadığı şu tarihsel koşullar farklı. 1970’te Hafız Esad iktidara geldiğinde yaşanan üçüncü darbeydi. Yani zaman içerisinde kendi gücünü kurabilen bir iktidardı. Eski elitler tasfiye edilmişti; bunun yerine yeni elitler, özellikle de kendi çevresinde yeni elitler oluşmuştu vs. Yani bir diktatörlüğün maddi imkânları vardı.
Halbuki bugün 15 yıllık bir iç savaş yaşamış olan, gerçekten çok büyük gerginlikler tanıyan ve hiçbir zaman merkezileşebilmesi mümkün olamayan bir ülkenin kalkıp diktatörlükle yönetilebilmesi gerçekten zor. Bunu kısmen İdlib’te yapabliyordu. Ama İdlib bir milisler koalisyonuydu. Şara bu milisler koalisyonunun başkanıydı fakat aynı zamanda bu milislerin özerkliğe sahip olduğunu da görmekteyiz. Bugün kalkıp Şam’dan Dera’yı yönetebilmek, Süveyde’yi yönetebilmek, Lazkiye’yi yönetebilmek, Kürdistan’ı yönetebilmek gerçekten zor.
Yani bu diktatörleşme arzusu var ve zaten birinci yıldönümünde Esad’ın askerî üniformayla Şam’da dolaşması bunu çok açık bir şekilde göstermekte, bazı söylemler bunu göstermekte. Fakat sanıyorum tarihsel olarak bu durumu ciddi bir biçimde değerlendirmemeliyiz. Ve sanıyorum bu konuda Öcalan tümüyle haklı ama Suriye’nin kendisinde bu diktatörleşmenin oluşabilmesi bence çok zor.
- Şimdi Türkiye ile diyalog konusunda… İstanbul’da Uluslararası Barış Konferansı düzenlendi. Çok sayıda isim katıldı, ünlü isimler de vardı aralarında, bilinen isimler. Orada İlham Ehmed uzaktan katıldı. Diyalog kanallarının sürekli açık olduğunu bir kere daha tekrarladı ki son açıklamaların tümünde neredeyse bu söylendi: Türkiye ile diyalog kanalları açık. Fakat Türkiye’den de en son AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in yaptığı açıklama var: “SDG kesinlikle silah bırakmalı” diyor. Kuzey ve Doğu Suriyeli temsilciler Türkiye ile diyalog kanallarının açılmasını istiyorlar, görüşmek istiyorlar, göz hizasından muhatap alınmak istiyorlar. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl olması gerekiyor sizce?
Prof. Dr. Hamit Bozarslan: Türkiye’nin Rojava’yla iletişiminde bir yumuşama olabilir
🔸Rojava konuşabiliyor, yazabiliyor, fakat hitap edebileceği bir muhatap yokhttps://t.co/J3D1Va8Tf4 pic.twitter.com/bnJijMz8Sl
— İlke TV (@ilketvcomtr) December 13, 2025
Sanıyorum orada da, Türkiye’de tarih okumasında bir hata var. Her imzanın tek taraf tarafından belirlendiğini düşünmek bence bir hata. Sanıyorum bunu Mazlum Abdi’nin kendisi dile getirmişti. Hatta anlayabildiğim kadarıyla Mazlum Abdi bunu bir mektupla Öcalan’a iletmişti.
Suriye’nin kendi k0şulları var. Bu koşullar şu anlama gelmekte, Suriye Kürdistanı hem Kürdistan’ın bir parçası hem de Suriye’nin bir parçası. Suriye’nin getirdiği zorunluluklar ve koşullar var. Aynı zamanda dış destekler ya da dış beklentiler… Bu beklentilerin, bu olguların tümüyle yok edilebilmesi ve SDG’nin kalkıp “Biz artık silahlarımızı teslim ediyoruz, kendimizi lağvediyoruz, bireysel olarak orduya katılıyoruz” diyebilmesi gerçekten çok zor.
Burada da Kürt meselesinin diyalektiğini görüyoruz. Yani Rojava’da yaşananlar PKK’den ayrı tutulamaz, fakat aynı zamanda PKK’ye indirgenemez. PKK’nin de kendisi Rojava’dan ayrı tutulamaz, fakat aynı zamanda Rojava’ya indirgenemez. Yani burada son derece diyalektik bir ilişki var ki bu ilişki aynı zamanda Kürdistan’ın bölünmüş olmasının sonucu.
Yani bölünmemiş bir Kürdistan’da belki böyle bir gelişme yaşanamazdı; fakat sonuçta çok açık bir şekilde birbirine indirgenemezlik olgusu, ayrıştırılamamak olgusu aynı zamanda yaşanmakta.
Diyelim ki iletişimin var olabilmesi, Rojava ve Türkiye arasında bu iletişimin sürmesi çok önemli. Fakat diğerleri de sürekli dile getirmekte, anlayabildiğim kadarıyla Türkiye’de de bu konuda bir yumuşama yaşanabilir.
Aynı zamanda şunu da görüyoruz: Son 10 günde gerginliği oldukça tırmandıran söylemler oldu AKP tarafından. Yani Hakan Fidan’ın konuşmaları. Erdoğan’ın dünkü konuşması son derece yumuşak bir konuşmaydı, fakat Hakan Fidan’ın iki gün önceki konuşması son derece sert bir konuşmaydı.
Yani iletişim kanallarının kesinlikle kesilmemesi gerekiyor.
- Duhok’taki Ortadoğu Barış ve Güvenlik Konferansı’na eklemleyerek sormak istediğim bir soru var. Orada bütün Kürtleri temsil eden isimler vardı ama YNK yoktu. Ama İstanbul’dakinde hepsi vardı, herkes vardı; çok önemli isimler vardı, Kürtlerin yaşadığı her bölgeden. Acaba çözüm sürecinin başlamış olması, Kürtler arası diyaloğu daha kapsamlı bir şekilde artıran bir olgu olabilir mi?
Böyle bir olgu olabilir. 1989’a kadar gidelim. 1989 Paris Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği Uluslararası Kürt Konferansı… Bu konferans gerçekten Kürdistan tarihinde çok belirleyici olan bir konferanstı. Irak Kürdistanı’nın tanınması, ABD ve Irak Kürdistanı arasındaki ilişkilerin kurulması, ABD’den bazı senatörlerin gelmesi… Çünkü o zamana kadar kimyasal silahlar kullanılmış olmasına rağmen hiç kimse aslında Saddam Hüseyin rejimini kıramamıştı. Irak Kürdistanı’nın temelleri diyelim, kısmen Paris’te atıldı.
HEP’in oluşması, Paris Kürt Konferansı’na katılan CHP milletvekillerinin partilerinden ihraç edilmeleri sonucunda gerçekleşti. İran Kürdistanı’nda çok önemli bir gelişme oldu bu; çünkü Abdurrahman Kasımlo’nun öldürülmesinden gerçekten 2-3 ay sonra toplanan bir konferanstı. Bunun da ötesinde Sovyetler Birliği’ndeki Kürtlerin temsil edilmesi…
Bugün 89’dan bu yana çok uzun bir zaman; 36 yıl geçti aradan. Bugün Kürtler arasında kesinlikle böyle bir beklenti var. Bu beklenti değişik nedenlerle gerçekleşemedi: İran’ın baskıları, Türkiye’nin baskıları… Son 10 yılda Kürt hareketlerinin iç ilişkilerinde de bir gerginlik yaşandı. Fakat bunun nedeni Kürt aktörleri değildi; Türkiye’nin ve İran’ın baskılarıydı.
Şu anda sanıyorum Kürt toplumunda -sadece Kürt hareketinde değil- bu baskılara karşı direnmek ya da bu baskılara karşı ortak bir Kürt cevabını geliştirmek yönünde bir eğilim var. Bu, Türkiye ile çatışmaya girmek anlamına gelmemekte, Türkiye’de bir gerginlik stratejisinin oluşması anlamına gelmemekte, İran’da bir gerginlik stratejisinin oluşması anlamına gelmemekte, sınırların sorgulanması anlamına gelmemekte.
Hiç kimse, var olan sınırların ortadan kaldırılmasını istememekte şu anda. Türkiye’de, Rojava’daki Kürt hareketi ideolojik nedenlerle bunu istememekte. Irak’taki Kürt hareketi hiçbir zaman bütün Kürdistan’ı içeren bir siyasete sahip olmadı. Ve İran Kürdistanı’ndaki amaç, bütün partilerin kabul ettiği bir federasyon sistemi.
O yüzden sınırlar her hâlükârda ortadan kaldırılmayacak olan sınırlar. Fakat bu sınırların artık ötesinde Kürt meselesinin bir Ortadoğu meselesi olduğunun, bir Kürdistan meselesi olduğunun kabul edilmesi gerekiyor. Kaldı ki bir de anti-emperyalizmden bahsediyoruz. Kürdistan’ın ikinci bölünmesi, Türkiye ve emperyalizmin işbirliği sayesinde oldu. Yani eğer Kürdistan 1918’de bölünmemiş olsaydı bugün Kürt meselesi çok daha farklı olurdu.
- İlham Ehmed Duhok’ta yaptığı konuşmada bir cümle söylüyor bununla ilgili: “Sınırlarla ilgili bir sorunumuz yok, sınırlar her zaman böyle kalabilir. Ama onlara yüklediğimiz anlam değişmeli.”
Bu çok önemli bir söz. Yani 1920’lerde Marcel Clerget diye çok önemli bir coğrafyacı vardı. Ve bu coğrafyacı Türkiye–Suriye sınırının haritasını çizdi. Bu haritaya baktığınızda şunu görüyorsunuz: 1200 Kürt varlığı bölünmüş durumda. Ailelerden bahsetmiyorum; aşiret olsun, köy olsun, bucak olsun, 1200 entite, 1200 bileşen tümüyle bölünmüş durumda.
Ondan sonra kalkıp bu Kürtlere “Hayır efendim, siz sadece Suriye Kürdüsünüz; Türkiye Kürtleriyle ne ilişkiniz vardır, ya da siz PKK’yi nasıl davet edersiniz?” diyemezsiniz. Fakat bu, 100 yıldır var olan sınırın ortadan kalkacağı anlamına gelmemelidir. Ama her Kürdün, hem de bu 1200 bileşenin, kendisini ortak bir bütünün parçası olarak görebilmesini sağlaması gerekir.
Kaldı ki bu şu anda de facto gerçekleşiyor. Irak Kürdistanı’nı çok yakından biliyorsunuz, ben de sık sık gidiyorum. Yani Irak Kürdistanı’nda şu anda on binlerce Türkiye Kürdü var, 250 bin Suriye Kürdü var. Daha birkaç gün önce Süleymaniye’deydim; İran Kürdistanı’nın neredeyse arka bahçesi haline gelmiş olan bir kent.
Yani bu sınırlar her hâlükârda Kürtlerin önünde olmayan sınırlar; Kürtlerin kendi sembolik evrenlerinde kabul etmediği bu sınırlar her hâlükârda aşılıyor. Kaldı ki bu, aynı zamanda Avrupa’da da aşılan sınırlar. Avrupa’da o devlet sınırları ortadan kalkmıyor ama kalkıp bir Belçika-Fransa sınırına ya da Belçika-Almanya sınırına, Fransa-Almanya sınırına baktığınızda günde on binlerce kişinin bu sınırları aştığını görüyorsunuz. Birçok kişi Almanya’da yaşıyor fakat Fransa’da çalışıyor, vesaire.
Yani liberal Avrupa ya da Batı Avrupası’nın batılılaşması bence bu. Örnek almamız gereken batılılaşma da bu. Fakat bu batılılaşma, Avrupa’nın iki dünya savaşı sonrasında gerçekleşti. Daha seksen yıl önce Almanya ve Fransa, birbirlerini imha edilmesi gereken iki biyolojik tür olarak değerlendiriyorlardı; sosyal darwinist bir dünyada yaşıyorduk.
Halbuki bugün kalkıp Almanya–Fransa sınırında bir çocuğa “Biliyor musun oğlum, senin düşmanın Fransızdır ya da Alman’dır, en önemli görevin bunu yok etmektir” diyemezsiniz. Yani Türkiye’de de 1920’lerin, 1930’ların batılılaşmasından çıkıp 1968 sonrası batılılaşmaya varabilmek mümkün.




