İktidarın, “demokrasiyi” konuşmadan “çözüm sürecini” sürdürüyor oluşu doğal olarak kuşku uyandırıyor. “Bazı insanlar içerdeyken barış nasıl olacak?” diye soruyorlar. Hele hele “Ortada hangi hukuksal güvence var ki konuşalım. Önceki barış sürecinde görev yapmış insanlar daha sonraları suçlandılar ve cezalandırıldılar. Koşullar böyleyken neden konuşalım ve CHP neden İmralı’ya gitsin ki!?” diyorlar.
Evet, Türkiye’de son yıllarda siyasetteki gelişmeler dikkate alındığında böyle düşünenlere hak vermemek mümkün değil. Bu hükümet böyle! Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen bu rejim böyle davranıyor.
Demirtaş’a ya da Kavala’ya yapılanlar ortada. Cezaevinden çıkmak üzerelerken “Bağımsız Yargımız” hemen imdada koşuyor ve yeni bir soruşturmayla görevini yerine getirip bu insanları tutuklatıyor. Bu ve buna benzer olaylar günümüzde “vaka-yı adiyeden!”. Demokrasi var mı derseniz, var! Kurumlar var mı derseniz, var! Ama sadece varlar. İşlevleri ise doğrudan Saray’a bağlanmış. Asıl hükümet orada. Uçum’un serdettiği gibi “tek başına bir hükümet” olarak Erdoğan orada.
Dolayısıyla, “Böyle bir iktidarın olduğu ülkede “Kürt sorunu çözülür mü” diye sormakta haklı olabilirsiniz. Ama bu sorunuz ya iktidarın daha demokratik davranmasını ya da seçimlerin daha demokratik bir iktidarı ortaya çıkarmasını bekliyor olduğunuz anlamına gelir. İktidarın demokratik davranmayacağı ortada olduğuna, seçimlerin de (üstelik de garantisi olmayan) bir şekilde en az 2 yıl sonra olacağına göre, aslında “demokrasi” gelmeden “Kürt sorununun” da çözülemez olduğunu söylemiş olmuyor musunuz?
Dünkü Yeni Arayış”’daki yazımda altını çizmeye çalıştığım gibi, çatışma çözümleri tarihi gösteriyor ki bu tür “çatışma” sorunları demokratik ortamlarda değil aksine anti-demokratik, baskıcı iktidarların dönemlerinde gündeme gelmiş ve ancak barış sağlandığında demokraside ileri adımlar atılmış. Yani anlayacağınız “Demokrasi gelsin, Kürt sorununu çözeriz!” değil, “Kürt sorununu çözmeye çalışmak demokrasinin de önünü açacaktır!” düşüncesi bizim ülkemiz için de daha doğru bir yaklaşımdır.
Çünkü açıktır ki bugün “demokrasi” diye ifade edilen rejimler bu tür “çatışma” sorunlarının da parçası olan rejimlerdir. Onun için “çatışmayı” çözmeye çalışmak aslında “demokrasinin” de önünün açmak anlamına gelir. Onun için bizdeki gibi adı “demokrasi” olan ama özünde baskıcı uygulamalarla yürüyen bir rejimden “Kürt sorununun” çözümünü bekleyerek ve bu süreçte görev almayarak söylenmek “demokrat” bir tavır değildir. Hele hele, CHP’nin, özünde sembolik anlam yüklü bir ziyarete dahil olmayarak yaptığı barışa katkı değil, aksine barış-karşıtı çevrelere destek anlamına gelmiştir.
Hadi diyelim anketti, ulusalcı kadrolarımızdı, öyleydi, böyleydi diyerek İmamoğlu’nun gidelim demesine rağmen bu tutumunuzu açıklamanız ve bizim de yurttaş olarak bu tavrınızı unutmamız mümkün. Peki ya Özgür Özel’in, “Herkesi, canı istediğinde ‘şu parti kapatılsın’, kapatmıyorsa ‘Anayasa Mahkemesi de kapatılsın’ diyenlerin demokratlığını hatırlamaya davet ediyorum. Bir Stockholm sendromuna kapılmamaya, dün elinden zor kurtulduğunuz celladınıza aşık olmamaya davet ediyorum” ifadesini nasıl yorumlamalı dersiniz? Tam bir aymazlık değil mi bu ifade?
Yani ben de ona şunu mu hatırlatayım? Daha üç ay önce, ortağı AKP’nin demokratikleşmeyle ilgili kapalı tavrı ile “Devlet Bey’in hukukun üstünlüğü, demokratikleşme ile ilgili beklentisi” çelişirse biz onunla da yürürüz diyerek “iktidarın demokrat yüzüymüş gibi baktığı Bahçeli’nin aslında demokrat değil Kürtlerin celladı olduğunu ileri sürmesi ve Kürtleri uyarmaya kalkması nasıl bir aymazlıktır dersiniz?
Çok özet olarak söyleyeyim: Kürt sorunu, “çarpık-demokrasinin” yarattığı bir sorundur. Türkiye’deki “çarpık-demokrasinin” varlığında ise CHP’nin payı büyüktür. Bu nedenle de CHP, Kürt sorununda doğrudan sorumluluğu olan bir partidir. Öyle meseleye uzak durarak bundan kurtulması da mümkün değildir. “İmamoğlu ve birçok arkadaşımız içerdeyken barış nasıl olacak?” sorusunu daha da nihilist bir noktaya taşıyarak garip bir biçimde “ulusalcı” bir çizgiye taşıyan CHP şunu anlamalıdır.
Demokrasi bir “varış” değil bir mücadele sürecidir. Bu nedenle de barış süreci de aynı demokrasi gibi bir seferde olup bitecek bir anlaşma değildir. Bu süreci yalnızca silahların susması olarak okumak yerine, eşitsizliklerin, ötekileştirmelerin, dışlanmaların önlenmesi ve eşit yurttaş olma haklarının elde edilmesi mücadelesi olarak okumak gerekir.
Eğer CHP böyle bir muhalefet anlayışı içinde siyaset yapacaksa birlikte olmayı düşünen Kürtleri, demokratları ve solcuları kendine yabancılaştıracak sözlerden kaçınması gerekir. Çok sevdikleri ve sık tekrarladıkları ama bazen anlamını unuttukları sloganı tekrar hatırlatacak olursam:
“Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz!”.




