Herzen ve Nikolay Platonovich Ogarev iyi arkadaşlardı. Herzen, onunla tanıştıktan sonra şiirin felsefe olduğuna inandı; ikisi, Çar’a karşı birlik olma yolunda ilerlediler, hatta daha on yedi yaşındayken, birlikte ettikleri bir yemin bile vardı. Bunu hiç unutmadılar. İkisi bir oldu, Rusya ve Almanya’ya kafa tuttular. Ne de olsa romantizm yürek, idealizm ve kafa demekti. Birlikte sürgüne gittiler. Narodizmi (Halkın Dostları) kurdular. Hikâyemiz o gün başladı. Bir gün bir yerde oturuyorduk. Yanımıza genç Karl Marx belirdi. Küçük bir şiir kitabı (Şarkılar) vardı, şu görmemişler gibi herkese gösteriyordu, biri “kitap bir metadır” diye laf edince yüzü kızardı, bozuldu tabii. Ben de bozuldum, dedim, “Gençlerin şevkini kırmamak gerek.” Ama işin içinde yalnızca şiir değil, haset de vardı. Marx, Herzen’i sevmiyordu. Araya benim gibi hatırı sayılır kişiler girdi ama yine sevmedi. Marx, okkalı bir yanıt verdi, niçin sevmediğini açıkladı: “Hırsı sevmem” dedi. Engels dürttü, “bir de” dedi, “bu adam komplocudur…”
Sen misin bunu diyen, ortalık ateşe sürülmüş cezveler gibi kaynadı, gözler fokurdadı. Herzen kızdı. Bilmedi, biz eskiden beri komplocuları sevmeyiz. Asabi adamdı, konuşması kavga gibiydi. Annesi Almandı, adı kalp anlamına geliyordu. Kırılmaya gelmezdi. Kalbinde bir çarpıntı başladı. Bir tarikat ehli ulaşsa, kesin, bir, bilemedin iki gecede Müslüman olurdu. Ağır buhran geçirdi. Soğuk bir gecede, tam ayaz kesmiş; ay, suda kırılmış, ağaçlarda kuşlar donmuş, Bavyera’da donarak ölenler var, işte o gün Herzen eşini, üç çocuğunu bırakıp evden kaçtı. Bu evden kaçan erkeklerle ilgili kısa bir kitapçık yazılması gerek; Tolstoy da kaçtı ama kimse bu kaçışla ilgili tahlil yapmadı. Dumlupınarlı Behçet de kaçtı ama onun bir gerekçesi vardı, bizzat bana söyledi, dedi: “Onlar kaçsaydı daha mı iyi olurdu.” Bir mektup yazarı için, evden kaçış, bir adresi kaybetmekti, bir şeye, belki de çok şeye geri dönmemekti. Herzen kaybetti.
Peki çocuklarını bir daha gördü mü? Burada tarihçiler ikiye ayrılır. Ben o zaman, Fatih Altaylı’ya bir mektup yazdım, dedim: İlber Ortaylı ve Celal Şengör konuya açıklık getirsinler. Bir tahta koysunlar, bir çubukla oklar göstersinler, halkımız gerçeği anlasın. Olmadı. Altaylı, Habertürk’ten ayrıldı. Neyse, birinci grup, “çocuklarına sıkça mektup yazdı” dedi; ikinci grup, “uzaktan uzağa onları gördüğünü” söyledi. İki grupun dışında kalanlar, bizler için Herzen, sosyalizmin babasıydı, çocukları düşünecek zamanı yoktu.
Herzen’in torunları oldu; Pierre ve Edouard, bunlar da birbirini sevmedi. Genetik bir dizilim var. Herzenlerde dört kuşakta bir biri evini terk ediyor. Sevgisizlik kötüydü. Ben iki torunu da sevmedim. Dede sevilmez mi?
Herzen yalnızlık içinde öldü, cenazesine tek kişi katılmadı. Tabii ben de katılmadım. Ben güçten yanayım, o da güçlü değildi. Ölüsü para etmeyen adamın cenazesine kim katılır ki, hiç. İnsan cenazede kendini birine gösterir, hatta ünlüyse, der ki arkadaşım, birkaç anı devşirir, az bir duyarlık nelere kadir değil ki: Dostlar alışverişte görsün.
Elbette biraz geriye gitmem gerek. Sürekli geriye gitmemin nedenini araştırdım. Lenin hep ileri dedi. Mustafa Kemal hep ileri dedi. Hatta Türklerin ‘hep ileri’ diye bir marşı vardır. Bundan tam kırk yıl önce gittiğim Mazhar Osman, bende gizli bir geriye gitme hastalığının olduğu kanaatine vardı. Doğru dedim.
Tarih: 3 Mart, 1861. Tarih vermek de önemlidir, isim söylemek, adres vermek önemlidir. Bu, ben doğru söylüyorum demektir. Bunları iki kitaptan öğrendim; ilki, Ariflerin Menkıbeleri, ikincisi Naima Tarihi idi. Eski takvime göre (19 Şubat: Kış, evleri ayaz basmış) serfliğin kaldırıldığına dair bir yasa çıktı. Aleksandre II bu asil davranışıyla herkesi sevindirdi. Ben de sevindim. Çorbada tuzum olsun diye sevindim. Sırf çorbada tuzum olsun diye Ahmet Rasim’i de sevdim.
İşte o gün, İngilizlerin payitahtı Londra’da, Orsett Hause’da dev bir Esaretten Kurtuluş Fantazisi Gecesi tertiplemeye karar verdik, “10 Nisan” dedik ama niye 10 Nisan dediğimizi kimse bilmedi. Bu felsefecilerin derdi oldu. İşi tarihçilere bıraksak, hatta siyasilere bıraksak, sıkı bir edebiyat yapıp meseleyi kurtarabilirlerdi. Bu da bizim eksikliğimiz. Ancak bu yanlış benim değildi, Herzen’indi. Ben “aramızda bunu kutlayalım” dedim, o “yok” dedi, “İlle de seçkin konuklar olacak.” Herzen, seçkinleri severdi. Onlarla anılmakla mutlu olurdu. Sıradan bir tanıdığı yoktu! Mazzini ve Louise Blanc da geldiler. Blanc, gücü severdi. Hem sosyalist, hem milliyetçi olduğunu söylerdi. Bazen kızardı, “sosyalizm, milliyetçiliktir” derdi. Sinirli sinirli konuşarak haklı olduğunu ispat etmeye çalışırdı. Ağzı, Ebu Leheb gibi tükürük saçardı. Kim ne konuşsa sözünü keserdi. Bazen denklemi ters söylerdi: “Milliyetçiliktir, sosyalizmdir” derdi, gülerdik; biz, inadımızla bir şeydik. İnadına bir şey olmak güzeldir. İnadına bir şey olmayanlar insanlığı mahveder. Mesela mareşal Tito, kendini mahvetti. Mazzini ise akıllı bir adamdı. Cumhuriyet, “ulus demektir” diyordu, başka bir şey demiyordu ve konu ne olursa olsun, buraya getiriyordu. Derdi, İstanbul’a gelmek istiyordu. Kırık bir aşk meselesi vardı, sevdiği kız, büyük bir yalıda oturuyordu, zamanın belediye reisi onun için bir kalyoncu bile ayarlamıştı; o zamanlar, Türk- Rus ilişkileri iyiydi ama gelmedi, sudan korkuyordu. Türklerin soğuk, Ruslar’ın sıcak su derdi başlamamıştı daha ya da başlamıştı da biz Samsat ahalisinin bundan haberi yoktu.
Evi öyle bir süsledik ki, görenler dillerini yuttu; ince adamlardık. Derdimiz, inceliğimiz karşısında zaten bir hayret deryası yaratıp insanların aklını almaktı. Sadece evin dışında yedi yüz tane lüks lamba yandı- tarihçiler bunu (Celal Şengör bunun yerini tahtada, gösterebilir, İlber Ortaylı fevkalade muazzam diyebilir) ilerde yedi bin diye yazacaklardı; tabii bunları söylememdeki maksat şudur: Güç ve zenginlik. Herzen, su gibi para harcadı. İçkiler çeşme gibi aktı. Saat, 20’den, 24’e kadar durmadan içtik. Emancipation Fantasia çalınınca herkeste bir kıpırdama başladı. Ben de kalktım. Komşular akın etmeye başladı. Polis geldi ama poliste bize eşlik etti. Eksiğimiz Nesrin Topkapı’ydı. Herzen, heyecanlandı, kadehini büyük Çar’ın sağlığına kaldırdı. Kimisi için bu bir uzlaşma idi. Ancak kötü haber erken yayıldı. Varşova’da ayaklanma başlamıştı; Rus askerleri gözyaşları içinde Polonyalı masum halka ateş açmışlardı. Konuklardan biri Herzen’in kulağına eğilip olanları söyleyince, Herzen’in içinden bir ses çınladı: Cız… Herzen’in içindeki ölüler daha soğumamıştı. Dedi, “Çar’ın adı dudaklarımızda öldü.” Eli kadehte kalan Herzen, beyaz bir mendille dudaklarını sildi, kadehini kaldırdı, dedi: “Kadehimi Polonya’nın kurtuluşuna kaldırıyorum.”
O gün büyük bir kırılma yaşadık. Herzen kendini edebiyata, romana, ben de kendimi at yarışlarına verdim; atları soylarına kadar inceledim, bazı atlar için kentaurlara kadar gittim, en son Red Kit’in atıyla gerçeği buldum. Özal da seviyordu Red Kit’i, soranlara, ben yalnızca onu okudum diyordu. Haklıydı, eşi de Heidi hayranıydı. Yani bir başbakanın cahil olması hiç de ayıp bir şey değildir. Birinin adamı olursun, birinin karısı, kızı, teyzesi olursun, hükümetten birileri sana işaret eder, çıkar kürsüde konuşursun, halkta alkışlar seni. Erdal İnönü çok akıllıydı, profesördü, kitapçılara gidip İnce Memed’in son cildini aramışlığı vardı ama bütün bunlar vardı da İnönü’ye Anaçık Sultan yardım mı etti? Herzen’i anlamamız gerek.
Ben şahsen üstüme düşeni yaptım. Kırk kez söyledim, dedim, “Herzen, roman yazma!” Beni dinlemedi. Herzen oturdu, “ille de roman yazacağım” dedi. Sanki roman oturunca yazılan bir şeydi. Oturdu, yazdı. Diyenler olacaktır, oturmadan nasıl roman yazılır. Derim ki yürürken kafanda biter, sonra okursun, not tutarsın, sonra da oturup yazarsın. İki oturma arasındaki farkı Cevdet Kudret bilirdi. Hani roman da roman olsa… Oturarak yazılan romandan ne çıkar? Kimse Ahmet Ümit demesin, o ayrı, edebiyatçı değil, yürüyen fabrika, seri imalat; demem şu terzilik bitti biteli, konfeksiyon edebiyat sanatını da icat ettiler. Reşat Nuri bari siparişti. Tabii siparişle, konfeksiyonu ayırmam gerek… Mustafa Kemal yaz diyordu, Reşat Nuri kışın kitabı bitiriyordu. Yeşil Gece, ne muazzam sipariştir; elbise, tam adamına uyar. Daldım, gittim, ben de bir dalgınlık hastalığı var… Herzen’i unuttum.
Herzen’in romanında genç bir kız, genç bir adam var. Bir kız ve bir erkek olunca, elbette düğün olur. Ahmet Ümit olsa elbette bu polisiyedir. Kız da Rum olur, asıl kahraman erkektir, erktir. Ahmet Tulgar bunu kırdı kırmasına ama işsiz kaldı. Köpeğine kırıntı verecek kasap bulamadı. Neyse, düğün olmazsa, ayrılık olur, ölüm olur. Ancak kız tam düğün arifesinde başkasına aşık oluyor. Söylesem öldürür, söylemesem ölem yalnızca Türklerde yoktur… Dünyadır, insanlıktır, her millette var, herkesin başına gelir. Bana kalırsa, ki Herzen buna kızdı, mesele düğün falan değildi. Mesele, Nikolay Platonovich Ogarev’in güzeller güzeli karısıydı, yani mesele aynı kadına aşık olmaktı. Peride Celal’in güzel yazacağı bir konuydu, Kerime Nadir’in tavrı, kesin yoksuldan yana olurdu, hatta bu konuda Türkiye’nin önemli psikiyatri üzerinden eleştiri yazan beyin takımı iki ellerini açarak ve yirmi dört İngilizce kaynak göstererek, “Kemalettin Tuğcu’yu nereye koyacağız” derlerdi. Ben, bunu yapmadım, karlı bir kış günü, elim elifbalarla dolu, bir dostun kapısını çaldım, kapıyı George Sand açtı, açtı ağzını, yumdu gözünü, dedi, “Sarkisim benim işim, talihsizleri teselli etmektir ve erdem insan duygularıdır ve bu duyguların en asili aşktır!”
Bir alıntı yapınca herkes beni dinleyecektir, hak verecektir. Sand’ı sevmeyen ölsün… Demem o ki o zamanlar utanç bir kadın için aşık olduğu zaman değildi, bir aşığı olmadığı zamandı ve Sand için de insan beyni, pisliklerin yardığı bir yerdi; saflık, bu yangından sonra geriye kalan küllerdi ama Herzen, beni dinlemedi.
Not: Samsatlı Saatçi Sarkis olarak bilinirim; yazılarımı, şiirlerimi, romanlarımı öz adımla yazıyorum. Adım beni, babamı, annemi bağlar, soyadımsa akrabalarımı, bu yüzden soyadımı kullanmıyorum. Yolu, eski Samsat’a düşen herkes beni tanır. Kimileri bana Saint Germain bile derler. İşim saat olduğu için, mevkiim zamanı bükmektir. Beni dinlemeyenler ansiklopedisi hazırlıyorum, değerli İlke Sitesi yetkilileri bu ansiklopediye omuz verdikleri için teşekkür ederim. Haftaya beni dinlemeyen Zeki Müren, sonraki haftaya beni dinlemeyen Knut Hamsun’ı, bir sonraki hafta beni dinlemeyen Oscar Wilde’yi yazacağım…