İdris Baluken yazdı | Yalnız asker sendromu ve CHP

İdris Baluken yazdı | Yalnız asker sendromu ve CHP
  • Yayınlanma: 23 Kasım 2025 14:13
  • Güncellenme: 23 Kasım 2025 14:29

İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra, yıllarca ormanlarda saklanarak yaşamını sürdüren “yalnız” Japon askerinin hikâyesi bir efsaneden öte, tarihteki tuhaf bir olayın anlatısını ortaya çıkarmıştır. Dünya değişmiş, yeni bir barış düzeni kurulmuş, ülkeler yeniden şekillenmişti. Fakat bu asker bütün bu dönüşümlerden bihaber, kendi içine kapanmış bir bilinç hâliyle hayatını sürdürüyordu. Zaman değişiyor ama onun zihni ve kavrayış biçimi değişmiyordu.

Bugün CHP’nin Kürt meselesine yaklaşımını tarif etmek için bu benzetmeden daha yerinde bir metafor bulmak zor görünüyor. Türkiye’nin siyasal iklimi değişiyor, toplumun beklentileri farklılaşıyor, bölge siyaseti dönüşüyor; ancak CHP hâlâ kendi içine kapalı, dış dünyanın gerçekliğini göremeyen bir yalnız asker gibi davranıyor.

Meclis Komisyonu’nun İmralı’ya gidişi için oluşacak heyete üye vermeme kararı ne stratejik ne de ilerici bir siyasal duruştur; yalnızca değişimi görmemek için gözlerini kapatan reflekslerin yeni bir versiyonu olabilir.

Tarihe uzun uzun dönmeye gerek yok; birkaç başlığı hatırlatmak dahi yeterlidir:

 Şark Islahat Planı, Zorunlu İskân rejimi, Dersim’de açılan derin travmalar

Bugün hâlâ siyasal tahayyülü daraltan bir arka plan oluşturuyor.

Fakat asıl sorun, bu tarihten kaçan CHP’nin güncel siyasette de sorumluluk almaktan kaçınan bir hatta sıkışmış olmasıdır. Yakın dönemde yaşanan kırılmalar bunun somut göstergesidir:

“Anayasaya aykırı ama evet” dokunulmazlık tavrı, HDP’nin dışlandığı Yenikapı mitingi, Çöktürme Planı dönemindeki sessizlik, kayyumlara karşı demokratik bir refleksin geliştirilememesi, Rojava politikasında sergilenen destek ya da rıza…

Her şeye rağmen Özgür Özel’in özeleştirileri ve Sırrı Süreyya Önder’e yönelik saygılı anmalar, CHP’ye dönük toplumda demokratik ve barışçıl geleceğe dair umutları artırmışken, hemen akabinde Komisyon Heyeti’ne üye vermeme kararıyla eski karanlık zihinsel tünellere geri dönüldü.

Tam bu noktada devekuşu davranışı yeniden akla geliyor: CHP, Kürt meselesi gibi Türkiye’nin en temel sorununda kafasını kuma gömüyor. Sadece kuma gömülen baş değil; politik öngörü, demokratik vizyon ve toplumsal sorumluluk da toprağın altında kayboluyor.

Süreç boyunca, CHP’nin barış vizyonu adına bir Sartre, bir Camus, bir Gramsci ya da Bertrand Russell çıkaramayacağını, yani yaratıcı öncü siyaset ve aydın vicdanı üretmekte zorlanacağını tahmin etmek zor değildi. Fakat günün sonunda, içinden bir Ümit Özdağ, bir Müsavat Dervişoğlu ya da Yavuz Ağıralioğlu refleksinin taşacağı da pek beklenmezdi.

Son seçimlerde dişlerini sıkarak, yüreğini sıkıştırarak CHP’ye oy veren Kürtlerin ve Türkiye’deki devrimci-demokrat kesimlerin belirleyici çabasının bu kadar sorumsuzca harcanabileceğini kimse pek öngöremezdi.

Gelinen noktada CHP, Kürt meselesinde ulusalcı-statükocu bir azınlığın etkisi altında, AKP ve MHP’nin bile gerisine düşen bir çizgide konumlanmış oldu. Üstelik bu çizgi, parti yönetimi tarafından “ilkesel duruş” diye teorize edilmeye çalışılıyor. Oysa gerçek ilkesel duruş, CHP’nin güncel gündemi de düşünüldüğünde barış siyasetine ket vurmakla değil; suçlandığı rant ve talan düzenine karşı sağlam, korkusuz ve tutarlı bir duruş sergilemekle mümkündür. Bunu belirtirken siyasi saiklerle başlatılan yargısal süreçleri değil halkta kuşku yaratan birtakım şüphelerin kastedildiği anlaşılır olsa gerek.

Yastığa başını CHP’li koyup sabah AKP’li uyanan bazı belediye başkanlarının davranışları mesela… İlke ya da ilkesizlik konusunda nereye yoğunlaşılması gerektiğini gösteriyor olmalı! Suçluluk psikolojisi, teşhir edilme korkusu, tutuklanma endişesi… Rant siyaseti kişiyi korkunun esiri yapar; halk siyaseti ise ancak demokratik değerler ve barış politikaları üretmekten güç alır.

Üstelik heyete üye vermemek, muhatapsız çözüm aramak anlamına geliyor ki, çatışma çözümü üzerine dünya literatüründe bunun hiçbir karşılığı yoktur. Zamanında Güney Afrika’da Mandela’yla görüşmeden bir çözüm beklemek ne kadar gerçek dışı bir durumduysa, bugün Öcalan’ı sürecin dışına iterek Kürt meselesini çözmeyi beklemek de o kadar gerçek dışıdır.

Dünyanın hiçbir yerinde “görüşmeden çözüm” diye bir model icat edilmemiştir; fakat CHP hâlâ bu mucizeyi gerçekleştirebileceğine inanıyor. Bunun adına ilke değil, inatla sürdürülen statükoculuk denir.

Tam da bu nedenle, mevcut CHP yönetiminden çok, CHP’nin kendi içindeki Kürtlere, Alevilere, gerçek sosyal demokratlara, özgürlükçü yurtseverlere, demokratik değerleri savunan geniş tabana önemli bir sorumluluk düşüyor. Bu yanlış tutumun düzeltilmesi için ses çıkarmak, baskı kurmak, itiraz mekanizmalarını işletmek, parti içi demokrasiyi harekete geçirmek; gerektiğinde genel merkez üzerinde güçlü bir demokratik toplumsal-siyasal basınç yaratmak artık kaçınılmazdır. CHP’nin içinde bu ülkenin demokratik geleceğini önemseyen geniş bir vicdani damar var ve bu damar susarsa partinin tamamı kurur.

Her şeye rağmen, CHP yönetimini bu ve benzeri yanlışlardan geri dönmeye; barış çalışmalarını derinleştiren, toplumsal cesareti büyüten, hatta gerektiğinde iktidara yön gösteren bir politik öncülüğe davet etmek gerekiyor. Toplumu umutsuzluğa sürükleyen bu ataletten vazgeçmek; halktan yana, demokratik ve kararlı bir yol açmak ertelenemez bir sorumluluktur.

Türkiye yeni bir dönemin eşiğinde. Barış, demokrasi ve birlikte yaşam iradesi kapıyı çalıyor. CHP hâlâ ormanın karanlıklarında kaybolmuş bir yalnız asker gibi geride kalmayı tercih ediyor. Oysa halkın ihtiyacı çözümden kaçan değil, çözüme yol açan bir CHP’dir. Zaman değişti. Gerçeklik değişti. Toplum değişti. CHP de artık değişmezse, yalnız asker metaforu bir benzetme olmaktan çıkıp acı bir gerçeğe dönüşecektir.