Kadeş’in unutulan barışı
Azad Barış 2 Şubat 2025

Kadeş’in unutulan barışı

Öyle bir devirdi ki, gökyüzü kan rengine bürünmüş, kürre-i arz kılıçların gölgesinde titrer olmuştu. Mısır’ın güneşi, ufukta kızıl bir yara gibi açılır, Hitit diyarının yıldızları birer meşale misali yanıp sönmekteydi. Nehirlerin kadim fısıltısı, harp naralarıyla boğulmuş; atların nal sesleri, miğferlerin birbirine çarpan yankısıyla âlemi inletmekteydi. Toprak, barışın değil, savaş arabalarının ağırlığını taşıyordu.

Firavun II. Ramses, saltanatını tarsin etmek muradıyla ordularının başında bulunur, zafere giden yolda alevler içinde kalan şehirleri, toprağa karışan kanları tebessümle izlerdi. Ona göre zafer, kudretin nişanesiydi. Öte yandan, Hitit İmparatoru III. Hattuşili, tahtının etrafında toplanmış vezirleriyle harbin seyrini murakabe eder, lâkin bir hükümdarın en çetin meselesinin zafer değil, sulh olduğunu gayet iyi bilirdi. Zira insan bir kez harbe düştü mü, aklını merhametten, kalbini hikmetten ırak eylerdi. Savaşın ateşi yalnızca şehirleri değil, insanın vicdanını da yakardı.

Savaş meydanları, yalnızca kılıçların çarpıştığı değil, vicdanların sükût ettiği mekânlardır. Lakin ne bir harp ebedîdir ne de bir galibin tahtı daimidir. Mazinin sahifeleri şehadet etmiştir ki her kılıç bir gün paslanır, her kale er ya da geç yerle yeksan olur, her hükümdar eninde sonunda toprağa karışır. Kadeş’in* toprakları, defalarca kanla sulanmış, nice nefsin feryadı semaya yükselmişti. Fakat toprağa düşen her damla kan, gün gelir merhametin hatırlanmasına vesile olur. Zira insanoğlu ne kadar unutmaktan ibaretse, hatırlamaktan da o kadar müteşekkildir.

İşte o vakit, savaş meydanında dahi hikmetin sesi yükselir. Kadeş Harbi, iki tarafın da takatini tüketmiş; ne Firavun mutlak bir zafer kazanabilmiş ne de Hitit orduları mağlubiyeti kabullenmişti. Çarpışan yalnızca ordular değil, halkların umutlarıydı. Savaş, toprağı ekilmez, şehirleri imar edilmez bir harabeye çevirmişti. Fakat en büyük felaket, insanın irfanını unuttuğu andır. Oysa akıl ve hikmet, en karanlık zamanlarda dahi yol göstermelidir. Zira gerçek zafer, kılıçların değil, sözlerin hüküm sürdüğü yerde kazanılır.

Hükümdarlar iyi bilir ki toprak, kılıçla fethedilir; lakin ancak adalet ve sulh ile muhafaza olunur.

Nihayet, iki devletin mühim simaları bir araya gelerek, harp meydanında çözülemeyen hususu müzakere etmeye karar kıldılar. Kadeş’in harap surlarının gerisinde, Mısır’ın ve Hitit’in en zarif hatipleri, en âlim kâtipleri, en akil devlet erkânı toplandı. Artık kılıçların değil, kelamın hükmü geçecekti. Kaleme alınacak ahitname, yalnızca bir muahede değil, aynı zamanda insan iradesinin ve hikmetinin mutlak zaferi olmalıydı.

Kaleme dökülen her kelime, yalnızca tabletlere kazınmakla kalmayacak, insanlığın ödediği bedelin bir nişanesi olarak zamanın ötesine yankılanacaktı. Çünkü biline ki, kılıç yalnızca düştüğü yeri kanatır; lakin kelâm, asırları aşar, nesilden nesle ulaşır. Ve işte o kelâm, mühürlenmeden evvel şu ahitle yankı buldu:

“Biz ki, Nil’in ve Torosların evlâdıyız; biz ki savaşın acısını tatmış, ömrümüzü harplerle heba eylemişiz. Artık kılıçlarımız kınında kalsın, süvarilerimiz harp meydanından çekilsin. Kılıçların gölgesinde doğan nesiller, sulhun nuruyla büyüsün; analar evlatsız, evlatlar babasız kalmasın. Şehirler harabe değil, mamur olsun; toprak, kanla değil, rahmetle sulansın. İşte biz ki kelâmı fiile, fiili rahmete tahvil eyleyenleriz, bu ahdi Tanrıların huzurunda mühürleriz.”

İşte o gün, harp meydanlarının üstüne kelâmın kudreti doğdu. Sulh, harbin içinden neşvünema buldu ve yıkımın küllerinden bir umut yeşerdi. Bir vakitler birbirine hasım olan eller, o gün mühür basarken birleşti. Nil’in suları bu emanete şahit oldu, Toros’un rüzgârı bu kelâmı dağların zirvesinden cihanın dört bir yanına taşıdı. O gün, yalnızca bir ahit değil, insanlığın en çetin cengi kazanıldı: Nefsin kibri, hikmetin sesine mağlup oldu. Zira en büyük zafer, ne düşmanı alt etmek ne de toprak fethetmektir; en büyük zafer, insanın nefsini sulha razı edebilmesidir.

Asırlar devrildi, imparatorluklar tükendi, diller başkalaştı, haritalar defalarca yeniden çizildi; lakin Kadeş’in unutulan barışı, tarihin karanlık satırlarında bir meşale misali parlamaya devam etti. O gün harp meydanlarında doğan sulh, asırlar boyunca insanlığa bir ibret levhası gibi gösterildi. Fakat insanoğlu bu hâdiseden ne ders aldı ne de o mührü gönlüne nakşetti. Ve işte bugün, asr-ı hâzırın içinde, birbirimize şüphe, husumet ve kinle nazar ederken, o kadim barışı hatırlatmanın bizi sarsması gerekmez mi? Ne zaman gerçek bir sulh arayacağız?

Onlar ki tarih öncesi 1259’da, kılıçların gölgelerinde, savaşların dumanında böylesi bir barışı inşa eyledilerse, bizler neden bunu tahakkuk ettirecek kudrete ve fırsata nail olmayalım? O zamanlar, kılıçların gücüyle değil, akıl ve hikmetle bir sulh tesis edilmişse, günümüzde niçin aynı akıl ve hikmet bir araya gelmesin? Bugün de cihan, harplerle, fitne ve fesatla inlemekte, beşer, beşer üzerinde tahakküm kurmakta; adalet ve hikmet, ihtiras ve menfaatin gölgesinde kaybolmaktadır. Lakin Kadeş’te sulh inşa eden akıl, bugün neden kaybolmuştur? Neden her harp, yeni bir felaketi netice vermekte, barış ise yalnızca kağıt üzerindeki bir mucize olarak kalmaktadır? Hâlbuki bizler, onlardan daha az bir kudrete sahip değiliz; belki de onlardan daha çok olanağımız vardır. Ancak bir türlü, aynı akılla barışı tesis etmeye muktedir olamıyoruz.

Bu noktada, büyük mütefekkir Immanuel Kant’ın “ebedî barış” sözü hatıra gelmektedir. Kant, beşeriyetin ancak sulh ile kemâle ereceğini, barışın bir hayal değil, bir zaruret olduğunu ihtar eder. Onun fikrine nazaran, hakiki sulh, yalnızca muvakkat bir ara değil, insanlığın mukadderatına nakşedilmiş bir ahit olmalıdır. Kadeş Antlaşması, Kant’ın tasavvur ettiği ebedî barışın kadim bir misali mesabesindedir. Fakat, eğer ki beşeriyet, barışı yalnızca satırlara kazımakla yetinir, kalbine nakşetmezse, bu muahedeler ebedî sulhun değil, ebedî gafletin nişanesi olur. Ne zaman ki insanlık bu hakikati içselleştirirse, işte o zaman barış yalnızca taşlara değil, kalplere kazınmış olur. Zira eğer insanlar, asırlar evvel bunu başarabilmişse, bugün de neden sulh, yalnızca eski taşlara kazınmış bir hatıra olarak kalmaya mahkûm olsun?

Neden dünya, Kant’ın tahayyül ettiği o “ebedî barış” ile taçlanmasın? Zira akıl, hikmet ve vicdan, en çetin harp meydanlarından dahi daha muktedirdir; insan, dilerse toprağa kılıç değil, zeytin dalı bırakmayı öğrenebilir. Çünkü insan, mukadderatına mahkûm değil, onun müellifidir. Bugün, hâlâ eski ahitlerin huzur ve adalet sözleri, rüzgârın savurduğu solgun sayfalardan ibaretse, bu yalnızca insanlığın eksikliğinden değil, iradesinin tereddüdünden ve içsel kararsızlığından kaynaklanmaktadır. İnsan, geçmişin karanlıklarına takılı kalmaz; aksine, geçmişin hatalarından ders alarak, geleceği inşa edebilir. Eğer hâlâ barış, bir hayal olarak kalıyorsa, bu, insanın içindeki gücü ve cesareti toplayarak harekete geçirme zamanının geldiğini işaret eder.

Belki bir gün, Kadeş’in sessiz barışı, yalnızca tarihin sahifelerinde değil, cihanın her karış toprağında yankılanan bir hakikat olur. Belki bir gün, kalemler kılıçlardan daha keskin, kelimeler mızraklardan daha kudretli, vicdanlar surlardan daha muhkem olur ve barış, yalnızca geçmişin hatırası değil, yarının gerçeği haline gelir. Çünkü hakiki zafer, kılıcın değil, aklın ve vicdanın zaferidir. Bugün ihtiyacımız olan şey, yalnızca kılıçtan keskin diller değil, kadifeden yumuşak ellerin kenetlenmesidir. İnsanlık, en büyük savaşlarını kendisini ve başkalarını anlamak için vermelidir. Zira hakiki zafer, yüreklerin fethedildiği gündür. Ve işte o vakit, barış artık taşlara kazınmış bir hatıra değil, toprağın bağrında yeşeren bir vâkıa olur. O zaman, tarih yalnızca geçmişi anlatmakla kalmaz, geleceğe doğru bir yol haritası sunar.

Ve belki de Kadeş’in unutulan barışı, zamanın gölgelerinde kaybolan bir hatıra değil, bugünümüzün ve yarınımızın rehberi olmalıdır. Çünkü ne Kadeş’te, ne de şimdi; zaferin yolu, kılıçla değil, anlayışla, düşmanlıkların çözümü, kanla değil, kelamla geçer. Eğer bir gün insanlık, o kadim barışın izinden yürüyebilirse, işte o zaman geçmişin yaraları iyileşir ve dünyanın her köşesinde barış, tarih değil, yaşanabilir bir gerçeklik olur.


*Kadeş Antlaşması (MÖ 1259): Hititler ve Mısırlılar arasında imzalanan tarihin bilinen ilk yazılı barış antlaşması olarak geçmektedir. Savaş yerine diplomasiyi tercih eden bu anlaşma, kalıcı barışın ve diplomatik ilişkilerin erken bir örneği olarak kabul edilir.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.