Ölüye saygı gerek, ama bunu yapmadılar…
Komutanın ilk emri şu oldu: “Gidin ve ruhlarla mumyalanmış olan şu bedenleri topraktan çıkarttın.”
Bununla da kalmadı.
Dedi: “Ruhları silkelemek için bedenleri kırbaçlayın.”
Asker yoruldu.
Mumya neyse de ruhları silkelemek zordu. Ruhları silkeleyemediler, ölülere tutunmuş ruhları bugüne kadar kim silkeleyebilmişti ki?
Komutan bunu bir gurur meselesi yaptı. Emir üzerine emir yağdırdı. Bu sefer dirileri saman yaptılar… Ölülerle diriler birlikte yanarsa zaferleri daim olacaktı.
Ölülerle dirileri yakmak o zamandan mı kaldı? Hem ölülerle dirileri yakmak insanlığa ne kazandırdı?
Bunu bir dostuma sordum, dedi: “Güç insanı yoldan çıkartır.”
İkimizi can kulağıyla dinleyen, sessiz filmlerin büyük prensesi Diana Copper yelpazesini biri yana atarak ve muhafazakâr kocasına aldırış etmeden şeker gülümsemesini sarkıttı, dedi: “Bugün size acı çektirenlere, size kötülük yapanlara, acıyın ve onların da acı çeken insanlar olduğunu unutmayın, çünkü mutlu değiller, çünkü mutlu kimseler kötülük nedir bilmezler.”
Bu sözler karşısında laflarımız ağızda, ellerimiz şakaklarımızda kaldı. İmdadımıza Ursula K. Le Guin yetişmese, melek olup uçacaktık: Ona göre hırsız varsa, nedeni sahipti, üstelik bir sürü yasa vardı ve suç yaratmak isteyenler bu yasaları icat etmişlerdi. Eğer sohbet biraz daha uzasa Eren Keskin de gelecekti. Zaten garibandık, Eren’in elbiseleri üniformamız, kirpikleri silahımızdı…
O zamanlar ben sol gözü iyi görmeyen bir adamdım. Kimse bilmez, hiçbir ağrıya benzemez göz ağrısı; ayakların göz çukuruna döner, tırnakların taşa değerse de anlarsın sol gözü. Bir de şu vardır, bir gözünü tutarak yürürsün, bir kolun tembelleşir.
İşte böyle bir zamanda/tarihte, akan kana seyirci kalmam beklenemezdi ve eğer istenilirse, diğer gözümü de verebilirdim. Henry Bauchau sol koluma girdi, İsa öncesine yürüdük; İsa öncesine mi, sonrasına mı denk geliyordu acılar, bilmedik…
O zaman saat, kandı; takvimler kanla atılıyordu, krallar kanla başa geçiyor ya da kanla başta duruyordu. Kan hareketliydi, zamanın ve hayatın hareketi ondaydı; hayat da ölüm de kanla duruyor, kanla başlıyordu.
O gün, herkesin ihtişamına hayran kaldığı Kambyses, komutan dediği kimselere emirler veriyordu: Herkesi yakın.
Ölülerden sonra demek ki sıra dirilere gelmişti.
Ben bu yakma eyleminin bitmesi için buralardaydım. O zaman bir saatçi değildim, zamanın bir ricacısıydım. Kambyses beni dinlemedi. İnsanları yakıp, sonra da gülen insanlardan ilk o gün korktum desem yalan söylemiş olmam. Sırf “daraldım sınırlarımı genişleteceğim” diye ortalık et kokuyordu. Durdum, bilgim, beynimde ısınan kum gibi aktı, gövdem eriyecek gibi oldu. Kambyses, ateş ve güneşin buralarda kutsal olduğunu unutmuştu. Ateşi tanrı katında bir şeydi; ölülerin yakılması da ruhların acı çekmesi demekti. Bunu kim göze alabilirdi ve üstelik bunu göze alanların eceli, kendi elleriyle gelmez miydi? Ben de böyle olduğuna inanıyordum.
Henry ağlıyordu. Birlikte Oidipus için yollara düşerken de ağlamıştı. Ben, Kambyses’e yalvardım, dedim, “ateşin canı var, su bile dökülmez; insan dediğin küldür, toprağa sor; diyecektir, herkes bende eşittir.” Beni dinlemedi. Ölen hasmının önünde diz çöken, saygıyla eğilen, alnını öpen, kanını alıp kanıyla karıştıran, sonra bu kanı dudaklarına, kalbine ve alnına süren insan soyunun yerinde yeller esiyordu. Beden hata yapabilirdi ama öteki tarafta ruhlar birbirini iyi tanısın diyeydi bunlar ve şimdi bütün bunlar unutulmuştu.
Nil kıyısındaydık. Gözleri kin ve düşmanlıkla bilenmiş, yıkım itkisiyle göğsü dolup taşan krallar arasındaydık. İnsanın gerisinde duran kurt dışarı çıkmıştı. Kambyses insan değildi, tanrıydı, bunu ilan etmişti ve egokratlar bile karşısında boyun eğiyordu. Her boyun eğme bir eğlenceydi onda; oyunlar oynuyordu, mesela uyarılarıma rağmen kalkanlarına kedi resimleri çizdirdi, bura halkı, resim bile olsa sevdiğine zarar veremezdi. Yendi. Zaferler yaşattı onu. En son apise göz dikti; apis, bir daha asla ve asla gebe kalmayacak bir inekten doğan buzağıydı; kutsaldı, bendeki karşılığı ise şuydu: Nesli kendisiydi, bitti mi, bitecekti. Öyle bir siyahtı ki teni, sanırsın gecedir, alnında üç köşeli beyaz bir leke vardı, dahası kuyruk kılı çiftti, dilinin altındaki düğümü de ölümlü biri çözemezdi, inançtı, halkın ruhuydu. Kambyses, apisle göz göze geldiğinde tüyleri diken diken oldu.
Sahiden kalbi olan bir kral, inanca saygı duyar, halkı kucaklar ve bu ruh karşısında eğilirdi, böylece erdem sahibi olurdu; erdemin olmadığı yerde vatan ya da güç sadece can alırdı, kanın kardeşliği de bir kenara itilirdi. Bu arada Henry kulağıma eğildi, tiz bir sesle, sordu: Hatırlıyor musun?
Ninova’nın orada, bir adam vardı, otları koklayarak hangi dağın demirinin sertliğini bilen biriydi. İşte bu adam, Kambyses’e karşı savaşırken, al kısrağı kendisi için öldürüldüğünden, gözlerini ve ağzını toprakla doldurmuştu ve aylarca, üç kızından büyüğü, Mahsa, o kısrağı halıya işlemek için uyumamıştı. Ta ki kurda yıldızı ışıyıp atın alnındaki beyaz noktaya son ilmeği atana dek sürmüştü bu… Adamda gözlerine toprak atmaktan o zaman vazgeçmişti.
Bunu anlattım ama Kambyses beni dinlemedi, bilenmiş bıçağını çekti, apisi vurmak istedi; o an hepimizin gözleri yere düştü. Üstelik alay etti, rahipleri kırbaçlattı, haydi dedi, bu buzağı kurtarsın sizi… Bir titreme sardı Kambyses’i, öfkeyle buzağıyı karnından bıçakladı… Apis, kıvrandı, durdu. Sabaha kadar başında bekledik. Öldü. Henry ve birkaç rahiple sessizce onu toprağa verdik.
Kambyses halkın inançlarını yok ederek yok etmişti her şeyi. Ama Kambyses’i de garip bir hal aldı, delirme sınırını geldi. Kız kardeşine sardı, onu kaçırdı. Dediğine göre rüyasında kız kardeşinin başı göğe ermişti, onu öldürecekti. İçindeki habis ruh büyüdü, ur gibi kemirdi, “sen onu öldür” dedi. Kardeşini boğdurttu. Öyle bir ruh haline büründü ki diğer bir kız kardeşiyle evlenme hakkını bile kendinde buldu: Meclis, böyle bir şey yok dedi ama Meclis, ona şöyle bir hakta verdi: Kız kardeşini istediğin her şeyi yapma yetkisi… Ursula, haklıydı, önce suç, sonra yasa… Sonra bilginlerini topladı. Bilginlerden biri bir marulla masaya oturdu. Tek tek marulun yapraklarını koparttı. Sordu, “bu marulu yapraklı mı görüyorsunuz, yapraksız mı?” Ben dayanamadım, elimi masaya vurdum, bağırdım, dedim, “Kambyses evini, yurdunu bir marul kadar çıplak bıraktı…”
Kambyses bunu duydu, daha bir öfkelendi, kardeşlerini öldürmeye devam etti. Bir keresinde haklı mı haksız mı olduğunu ispat etmek için okunu çıkarttı, bir çocuğa doğrulttu, dedi, eğer bu ok çocuğun kalbini delerse haklıyım, delemezse haksızım… İtiraz edenler oldu, onları da büyük bir keyifle, baş aşağı toprağa gömdü, güldü… Kambyses’in oku, hiçbir zaman şaşmadı. O gün ok ve halk arasında bir ilişki olduğunu anladım. Küfür edemedim, küfür bilmem, biz doğulular küfür bilmeyiz, beddua ederiz. Beddua ettim: Evinin kapısı kuş bokuyla sıvana.
Derken Kambyses’in dudakları çatladı, gözleri gitti, geldi, edilen beddualar kalbine inen mızraktı, onca bakış, mutlaka bir hedef bulmuş olmalıydı. Birileri varken iyiydi, birileri yoksa kendisiyle konuşmaya başladı; kendine kılıç çekti, suda görülen yüzüne taş fırlattı. Gücünü ölümden alan kimselerin kaderi bu olsa gerekti.
Tuhaf şeyler yaptı. Çayırlara et serdi, herkesi inandırdı; herkes, “toprak et” veriyor diye sevindi. Aslında yemekten, ziyafetten amacı cömertlik değildi. İnancı, hatta eşi ve çocukları bile siyasetinin gereğiydi ki bu siyaset, bilgi toplamak, ajanlık işleri içindi. “Bu topraktan et bitiyor” hikâyesinin altında kim neyi yiyorsa, onun inancını, gücünü ortaya çıkartmak içindi; o zamanlar balıkta yenirdi, filde…
Ekbatana’ya döndüğünde yekten inançlarıyla yaşayanları gördü, öldürmekle ölmüyorlardı. Durdu, kulağına nal sesleri geldi. Ninova’da atını öldürttüğü adam aklına geldi, babaları için halı dokuyan o kız aklına geldi. Düşmanı yoktu, kendisi karşısında duruyordu hep, kendini hançerleyerek, kendinden kurtulmak istiyordu, güçsüzce yere düştüğünde, karıncalar, yara oyuklarına doluştu. Bu da doğanın intikamıydı.
Hava sıcaktı, gözlerim Henry aradı, kim bilir hangi kayanın gölgesindeydi, seslendim, yoktu. Birde baktım Henry bir mandayla geliyor… Henry, “bundan sonra bu manda senin” dedi. Mandanın yuları yoktu, o nereye giderse, ben de oraya gidecektim, dahası, bir yılan, bütün bilgeliğiyle önümüzden gidecekti. İlk kamer ayı bitmişti, gök gürlüyordu, üzerimize bir mavi geliyordu; Henry, dayanamadı, ayrıldı; Kıbrıs üzerinden İtalya, buradan Belçika’ya gidecekti. O gidince mavi yükseldi, kırmızı bir güneşle beneklendi. Gözlerimin önüne Samsat geldi, çocukluğum geldi, yürüyordum; dedemin atı vardı, ben eyerin üzerinde ayağa kalkıyordum. Gözümde burası tüttü. Ben kendi gözünde tüten bir şeydim. İçten olduğumda manda beni evimin önüne kadar getirdi. Yılanda zaten sırlarımın sahibiydi. Ancak kış geldi, yılan kendine bir yurt aradı, yoksa fareler onu yiyip bitirecekti, Karaca dağdaki bir mağaraya bıraktım onu. Mandaya “istersen, sende ayrıl” dedim ama bende kaldı, kardeşim oldu. Kış bitince yılanımız ziyarete geldi, mandanın canı sıkıldı, gitmek istedi. Derken bir ulakla Henry’den haber geldi, diyordu ki “Kambyses ölmedi, onu ne kadar sevimli göstermeye çalışsam da o bütün dünyaya yayıldı.” Yılan toprağa, manda suya, ben dağa döndüm…