Victor Hugo’nun “Notre Damme’nin Kamburu” adlı romanında kambur olduğu için çevresi tarafından horlanan kilise zangocu Qasimado, güzel Roman kızı Ezmeralda’yı öldürülmek üzereyken kurtarır ve kilisenin dev çanlarının arasına saklar… Bunu yaptığı için başrahip tarafından kırbaçla dövülür.
Qasimado’yu ilk gördüğünde dehşete kapılan ama sonra bu iyi kalpli zangoca mihnet duyan Roman kızı onun yüzündeki yaralara parmaklarıyla dokunur. Zangoç kızı gözlerine bakar ve “yaram orada değil, burada” der. Gösterdiği yer, kalbidir.
Bizim yaralarımız da tıpkı Qasimado gibi tenimizin altında kanıyor.
***
Son dönemlerde nereye gitsek, kimin gözlerinin içine baksak derin bir mutsuzluk suretiyle karşılaşıyoruz. İzlediğimiz her görüntü, dinlediğimiz ya da dillendirdiğimiz her söz içten içe kanıyor. Özlemini çektiğimiz şeyler dünyamızı terk etmiş, başka bir gezegene göç etmiş sanki. Şarkımız, şiirimiz ve sevdamız durmadan kanıyor.
“Bu hayat kötü” diyor, kestirip atıyoruz. “Hayatı birazda biz bu hale getirdik” deme dürüstlüğünü de göstermiyoruz…
Önemsenmeyen, ayaklar altına alınan bunca değerlerimizin önünde bir an durup düşünmek, kendimizle hesaplaşmak cesaretimiz de yok. Değerler kanıyor, cesaret kanıyor.
Yakınıp duruyoruz, hazır bulduğumuz kurallara dayalı bu oyunun dışına çıkamıyor, oyunu bozamıyoruz. Vahşi sistem çok yönlü bombardımanlarıyla beynimizin ve yüreğimizin son kalelerini de bir bir ele geçiriyor. İlginçtir bunu yaparken de o bildik yöntemini kullanıyor, yine bizi kullanıyor. Bizi bize, beni bene kırdırıyor. O bizdeki o bendeki yara kanıyor.
***
Değerlerimizi öyle bir hızla kaybediyoruz ki çoğu kez kaybettiklerimizin farkında bile olamıyoruz. Gündelik kaygılarla, hırslarımızla, çıkarcı, bencil yanlarımızla her geçen gün yıprattık, kararttık içimizi. Yalanlarla, maskelerle yaşamaya alıştık. İçimizde hasbelkader diri ve güzel kalabilmiş çığlıklara tıkadık kulaklarımızı. Çığlıklar içten içe kanıyor.
Yaşamı anlamlandıran değerleri yitirdik, duyarlılıklarımızı ve duygularımızı yitirdik. Bir yürek esintisine hasret bıraktık kendimizi. Sevgi yoksulu olduk. Değerler ve duygular kanıyor, kıyıda köşede kalmış sevgi kırıntıları durmadan kanıyor.
Ömrümüzün biriktirdiği onca güzel sözcük, onca kavram, onca değer şimdi işgal altında. Söz hükmünü yitirdi sanki. Yankısını bulamıyor sesimiz. Geride lanetlenmiş ve artık kimsenin inanmadığı diyaloglar ve karartılmış anılar yumağı kaldı. Yaşadığımız dingin bir sükunet hali değil, gerçek bir dilsizlik hali. Dilimizin altında kavramlar ve sözcükler kanıyor.
Kendimizle yüzleşmeyi, kendi suretimize ayna tutmayı da bilmiyoruz. Bize zor geliyor ya da korkuyoruz. Bahaneler bulmak daha kolay oluyor. İçimizdeki gölgelerle yüzleşmek istemiyoruz. Gerçek yüzümüzün ortaya çıkmasından ürküyoruz. Maskelerimizin düşmesinden korkuyoruz. Bakılmayı bekleyen aynanın sırları kanıyor, maske kanıyor.
***
Yaşamak dediğimiz sadece soluk alıp vermek midir? Adını koyamadığımız bir boşluk mudur? Hayatın gizleri ve güzellikleri yüreğimizin ve beynimizin dokusunda yatıyor. Acımız, umudumuz orda yatıyor ama biz hala korkuyoruz. Korku üstüne korku… Shakespare’in dediği gibi;
“İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, / Sevmekten korkuyor./ Sevmekten korkuyor,/ Kendisini sevilmeye değer görmediği için./ Düşünmekten korkuyor,/ Sorumluluk getireceği için./ Duygularını ifade etmekten korkuyor,/ Rededilmekten korktuğu için./ Yaşlanmaktan korkuyor,/ Gençliğinin değerini bilmediği için./ Unutulmaktan korkuyor,/ Dünyaya bir şey vermediği için./ Ve ölmekten korkuyor,/ Aslında yaşamayı bilmediği için.”
Bilmediğimiz, daha doğrusu unuttuğumuz bir gerçek var ki o da her şeyin bize sunulanlardan ibaret olmadığı gerçeğidir. İçimizden bir yolculuk başlatsak, sorgulayan ve eyleyen bir özne olsa, oyun bozulacak. Yoksa yaralarımız tenimizin altında kanamaya devam edecek.