Kayyım mantığı: Seçimde kaybeden yargıda kazanır
Ahmet Murat Aytaç 13 Eylül 2025

Kayyım mantığı: Seçimde kaybeden yargıda kazanır

CHP İstanbul il kongresi için alınan tedbir kararıyla beraber Türkiye’nin demokratik gerileme sürecinde kritik bir evre daha aşılmış oldu. Parti-devlet ilişkileri kadar iktidar-muhalefet ilişkileri de kaçınılmaz olarak bu hamleden etkilenecek. Söz konusu etkilerin nereye kadar uzanabileceğini görebilmek ise konuyu dikkatli bir şekilde analiz etmeyi gerektiriyor. Seçilmiş yönetim yerine atanan ekip mahkeme kararında “çağrı heyeti” olarak adlandırılıyor. Fakat belediyelerdeki kayyım uygulaması ile çağrı heyeti iki bakımdan önemli bir benzerlik taşıyor: Siyasi bir göreve siyaset dışı yollardan gelme ve seçimle kazanılmış bir makama atama yoluyla el koyma. Bu nedenle kamuoyunda, isabetli bir yorumla, yapılan atama kayyım mantığının başka bir uygulaması olarak görülüyor. CHP’nin değişim kurultayıyla ilgili davanın nasıl karara bağlanacağı açısından öncü bir gösterge olarak da yorumlanan karara verilen tepki çok sert oldu. Parti yönetimi hukuksuz ilan ettiği kararı tanımadığını açıkladı ve üyelerine karara karşı direnme çağrısı yaptı, hâlen de yapıyor.

Bu süreç siyasi açıdan önem taşıyan üç farklı alanda etki yaratma potansiyeline sahip: İlk olarak, 2016’dan bu yana yerel yönetimlerle sınırlı bir çerçevede uygulanan kayyım mantığı, ilk defa bir siyasi parti yönetimine karşı uygulanmış oluyor. Siyasi partiler üzerindeki devlet denetimi açısından baktığımızda, bu durum parti özerkliğinin ihlalinde var olan en üst aşamayı temsil ediyor. İkinci olarak, iktidar-muhalefet ilişkilerinde 19 Mart’tan bu yana yaşanan dönüşüm sürecinin menzilini tayin etmek bakımından önemli bir gelişme olduğundan söz edebiliriz. Üçüncü olarak, bir siyasi partinin yargı kararını açıkça tanımaması, hatta karara karşı doğrudan ve dolaylı direniş yöntemleri geliştirmesi dikkat çekiyor. CHP’nin karara olan direnişinin nereye kadar gidebileceğini zaman gösterecek. Zayıf bir ihtimal olmakla beraber eğer bu yöntem çalışırsa, otoriterleşme sürecinde bugüne kadar iktidarın hep kazandığı bir cephede, yani “hukuk savaşları” alanında önemli bir gedik açılmış olacak.

Fakat kararın etki yaratacağı alanlara dair tartışmayı derinleştirmeden önce, böylesi bir müdahalenin temelini oluşturan kayyım mantığıyla neyi kastettiğimi açmakta yarar var. Günümüzdeki demokrasi karşıtı rejimler bir yandan otoriter yapılar inşa ederken bir demokrasi görünümünü korumayı da önemsiyor. Bu durum onları askerî darbeler, hükümet darbeleri veya düzmece seçimlerle işbaşına gelen öncellerinden ayırıyor ve otoriterleşme daha çok aşamalı bir şekilde devlet yetkilerinin hükümette merkezileşmesi yoluyla oluyor. Bu dönüşüm sürecinde seçimler belirleyici bir önem taşıyor. Seçimler aracılığıyla hem bir demokrasi görünümü sağlanmış oluyor hem de mevcut demokratik kurumların direnci kolaylıkla aşılabiliyor. Dolayısıyla seçim belirsizliğini yönetmek günümüz otoriterliğinin en kritik meselesi haline geliyor. Bu amaçla geliştirilen teknikler arasında güçlü muhalefet adaylarının diskalifiye edilmesini, seçmenler, basın veya sivil toplum üzerinde baskı kurmayı, seçim kurallarını sürekli değiştirmeyi veya devlet kaynaklarını iktidar lehine sınırsız bir şekilde kullanmayı sayabiliriz.

Günümüzde seçim yolsuzlukları, esas olarak, sandık başında yapılmıyor. Artık hiçbir muktedir seçim kazanma işini seçim gününe bırakacak kadar amatör değil. Asıl seçim zaferleri ya seçimden çok önce ya da seçim sırasında sandığı yordamlayan dolaylı tekniklerle kazanılıyor. Böylelikle doğrudan seçim karşıtı politikalar uygulamadan, demokratik usulleri demokrasiye karşı kullanarak ilerleme kaydediliyor. İşte kayyım uygulaması hem etkisini hem de özgünlüğünü tanımladığım bu otoriter konfigürasyon içinde kazanıyor. İktidarın seçim nedeniyle yaşadığı kayıpları, seçim sonrasında geçmişe dönük olarak tazmin etmenin etkili bir yolu olarak öne çıkıyor. Bu bakımdan kayyım mantığını Türkiye’nin geleneksel “darbe mekaniği” içerisinde analiz etmek bana çok açıklayıcıymış gibi gelmiyor. Asıl dikkat edilmesi gereken husus, kayyım uygulamasının bir parçası olduğu yeni otoriterleşme mantığının teşhis ve teşhiri olmalıdır. Bir yandan belli bir demokratiklik görüntüsü korumak ve bu yoldan otoriterleşme karşısında bütünsel bir itirazın örgütlenmesini engellemek meselenin özünü teşkil ediyor.

Demek ki kayyım mantığı demokratik kurumların parça parça aşındırılmasıyla ayırt edilmektedir. Görünüşte seçimler, partiler veya meclis yerinde durmaktadır; ama hepsinin işlevleri yeniden tanımlanmıştır. Bu süreçte meşruiyet kaybı yaşamamak için bir yasallık görünümünün korunması gerekir. Uygulama “milli beka”, “terörle mücadele” veya “uluslararası casusluk” türünden suçlamalar gerekçe gösterilerek yapılır. Ancak hedef demokratik süreçleri (seçimler) veya kurumları (belediyeler) feshetmek değil, yöneticileri görevden almakla sınırlıdır. Doğrudan seçime müdahale veya engelleme izlenimi uyandıracak müdahalelerden özenle kaçınılır; çünkü odak noktası seçim sonrası oluşacak yeni durumu düzenlemektir. Kayyımın darbeyle karıştırılmasının en önemli nedeni de budur. Bir bakıma seçilmiş olan yönetici dışarıdan gelen bir müdahaleyle devrilmiş gibidir. Ancak şu nokta gözden kaçırılmamalıdır: Kayyımcıları asıl korkutan şey seçimin kendisi değil, seçim yoluyla gerçek bir siyasi alternatifin ortaya çıkma olasılığıdır. Bu yüzden darbeciler gibi seçimleri kaldırmadan seçim sonuçlarını geçersiz kılmakla yetinmektedir.

Bu çerçevede kayyım mantığının parti yönetimlerine uygulanması, yani parti içi hayatın yine parti örgütü ve üyeleri tarafından belirlenmesi usulünün ilga edilmeden sonuçlarının ortadan kaldırılmasını anlatmaktadır. Böyle bir durumda siyasi partilerin demokratik bir toplumda yerine getirdiği düşünülen işlevlerde ciddi bir kırılmanın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Modern toplumlarda partiler toplum ile devlet arasında aracı kurumlar olarak değerlendirilirler. Yurttaşların taleplerini toplulaştıracak siyasi platformlar oluşturmak, bu platformlar yoluyla toplumsal grupları devlet nezdinde temsil etmek veya grup çıkarlarını ortak yararla uzlaştırmak gibi çok sayıda işlevi bu bağlamda sayabiliriz. Ancak bu işlevlerin tümü siyasi partilerin devletten bağımsız olması ve seçmenlere karşı da belli bir özerkliğe sahip olmaları koşuluna bağlıdır. Parti yönetimleri yargı eliyle düzenlendiğinde, bu kurumlar devletin bir uzantısı haline gelir ve demokratik işlevini kaybederler.

Modern demokrasilerde muhalefetin varlığı ve etkisi kopmaz bir şekilde siyasi partilerin işlevlerini yerine getirmesiyle bağlantılıdır. Siyasi partilerin bir bakıma “demokrasi bekçisi” olmasını sağlayan en önemli unsur, bu kurumların iktidarı ele geçirme, sınırlama, denetleme ve değiştirmenin araçları olmasıdır. Kayyım mantığıysa iktidarın partileri ele geçirmesini, yani tam olması gerekenin tam tersini anlatır. Dolayısıyla muhalefetin iktidar eliyle tasarlanması anlayışı, böylesi bir sürecin sulandırılması, hatta tümüyle içinin boşaltılması anlamına gelecektir. Elbette siyasal hak ve özgürlüklerin yok edilmesini örgütsel özerklik adına savunmak değil kastettiğim. Yani suç işlenmesine veya siyasi rekabet koşullarına aykırı uygulamalara engel olmak adına partiler üzerinde hukuki bir denetim gereklidir. Ama devletin görevi sadece oyunun kuralına uygun oynanmasını sağlamakla sınırlı kaldıkça bu denetim anlamlıdır. Oysa kayyım mantığı devletin parti içi rekabete bir oyuncu olarak dahil olmasını anlatıyor. Bugün karşı karşıya olduğumuz şey kongrenin tekrarı veya bağımsız denetçiler gözetiminde yapılması gibi çözümler değildir. Örgüt içi rekabette bir oyuncu olarak girmek derken kastettiğim budur.

Demokrasinin bizzat demokratik kurumlar aracılığıyla dönüştürüldüğü böylesi bir otoriterleşme süreci içinde kurumsal itiraz yol ve mekanizmalarının etkinliği de ister istemez zaafa uğramaktadır. Türkiye’de yargısal süreçlerin iktidar savaşlarında yerine getirdiği işlevlere bu açıdan baktığımızda, CHP yönetiminin yargı kararına doğrudan veya dolaylı yöntemlerle direnmesi konusunda daha kapsamlı bir bakış açısına kavuşmuş oluyoruz: İl örgütünü teslim etmemek, başka binalara taşımak, yeni il kongresi toplamak, sivil itaatsizlik çağrısı yapmak… Tüm bu karşı çıkış biçimleri Türkiye’de ana akım siyasi partiler hakkında verilen yargı kararlarıyla ilgili önceden görmeye alışkın olmadığımız türden bir direnme eğilimini temsil ediyor. Bu eğilim, diğer demokratik kurumlar gibi, hukuk kurumunun iktidar mücadelelerinde kullanılan bir silaha dönüştürülmesinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Zira Türkiye’nin son on yılına damgasını vuran bir gerçek var: Seçimde kaybeden yargıda kazanıyor. Kayyım mantığının siyasi özünü de bu formül temsil ediyor.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.