Kierkegaard beni dinlemedi
Samsatlı Saatçi Sarkis 26 Ocak 2025

Kierkegaard beni dinlemedi

Mutsuzduk. Umuda bel bağlamıyorduk. Hele benim için umut kararsız bir hazdı ve ben bu hazdan kaçıyordum. Bizi bir araya kitaplar getirmişti. Ben en çok Yuhanna’yı seviyordum. Nedeni şu idi: “Hiç kimse Tanrı’yı hiç bir zaman görmemiştir.” Ve şöyle devam ediyordu: “Yalnızca Oğul, onu bizim için bilinir hale getirmiştir.”  Bu hoşuma gidiyordu. Nihayetinde gök açılacak ve insanlar Baba’yı göreceklerdi ve melekler yerle “göğün- gerçekle hakikatin hakiki birleşmesi” olacaklardı.  Ama ne zaman? Yalnızca zamanın sonunda… Beride Eyüp vardı ve o da şunu söylüyordu: Bedenim yok olduğunda Allah’ı göreceğim.

İkimizin bir baba acısı vardı. Hem yerdeki baba, hem gökteki baba… İkisini de en iyi ölünce görecektik. O gün, artık hangi günse, bu duygudan kurtulmak için Don Giovanni’yi izlemeye gittik. Hava yağmurluydu. Oyun tıpkı yağmur gibi yağmaya başladı. Son sahnede ikimiz de ayağa kalktık: Elvira’nın bir anlık boşluğu, kararsızlığı delirtti; Don Giovanni’nin etrafında dolandığı sürece kendinde olmayacaktı.

Bu sahne hayatımın sahnesi oldu. Bana ihanet edecek, gidecek olana hep güvendim… Sonuç değişmedi. En son Almanya’da bu meseleyi Brecht’e açtım, “önce ahlak sonra aşk” dedi ama sözü buruk bağladı: “Gitmesi gerekene yol vermek gerek, yoksa içeri soğuyabilir.”

Brecht, bir de not düştü, “gitmesi gerekene yol ver” dedi,  “yoksa ayakaltında ezilebilirsin.”

O gece hiç konuşmadık.  O gece ben eve gidince Hamlet kesildim; babamın o deli ruhu gündüze mahkum olduğu için geceleri geziyordu; gündüzleri ise ateşler içindeydi. Öteki tarafın zindanı o kadar korkunçtur ki bu yüzden anlatamazdı. O gece Elvira’nın babasının ruhu da bana tebelleş oldu. Manastıra niçin kızını verdiğini anlatmaya çalıştı, dinlemedim. Sebatın ne olduğu konusunda bir fikri olmayan Don Giovanni’nin babasını da dinlemedim.

Sabah kısık bir sesle uyandım, oydu, Kierkegaard! Buruğum benim… Benden buruk biri varsa, bu o idi.

O da dün geceden beri başta kendi babası olmak üzere bir dizi babayla uğraşmıştı. Bir sürü baba ona tebelleş olmuştu. Kendi babasından nefret ediyordu, bunu anlatarak rahatlamak istiyordu. Belli etmiyordu ama Elvira, ona hem kızı hem annesi gibi gelmişti. Annesi ayrı bir hikâyeydi. “Sarkisim” dedi, “Benim annem hizmetçiydi ve babam bu hizmetçiye sarktı…”

Sarktı deyince yüzünü bir korku sardı, ellerinden başlayarak titreme aldı yürüdü, bir ara kusacak gibi oldu, sonra bana- sanki verdiği sırrı herkese anlatacağım diye kaygıyla baktı. Ayağa kalkınca gözyaşlarımı tutamadım, karşımda duran, Kierkegaard idi ve şimdi, korku, kaygı, kusma ve titremenin madenine dönmüştü…

Ben bu hali biliyorum. Samsat’ta herkes böyleydi. Herkes çok korkardı, herkes birden titrer, sonra kavga edecek kimse yoksa başını duvara vurur, kusar, güçsüz düştüğünde, ağzı tükürük içinde kaygıyla sağa sola bakardı. Annem ben böyle kendimden geçince bir soğanı taşla ezer burnuma tutardı…

Kierkegaard’ı oturttum, ekmek kestim, ocağa kahve cezvesini sürdüm… Hali iyi değildi. Bir oyun bu kadar mı insanı tesiri altına alırdı? Dudakları yere düşen yapraklar gibiydi, kelimeleri hışırtı halindeydi. Elvira’nın son bakışı çarpmıştı, hatta o son bakışı, dönse bile bu kadar acı vermeyecekti…

Regine’yı anlattı. Bir yıl nişanlı kalmışlardı. Sonra ayrılmışlardı. Benden saklamıştı. İçim ezildi. Nedenini sordum. Dedi, “Elde edince uzaklaştım.”  Ben Regine’i Schlegel ile ilişkisi var diye biliyordum. Deşmedim, o da anlatmadı. Uzaklaşma nedenini aşk diye açıkladı.  İki elini çırparak “aşk ve fikir aynıdır” dedi. Ekledi, “Biri diğerinden ayrı düşünülemez. İkisi de uğrunda ölünebilecek değerde olmalıdır.”

Evet, aşk ve fikir için ölmeli insan. Anladım ki ben denilen bir şey varsa bu Kierkegaard’da dışsal bir dayanaktır ve o da bu dayanağa ruhunu veriyor, öyle yaşıyor, yaşamaya katlanıyor ve hem öz bilinci hem içe dönüklüğü buradan geliyor: Ya birini seç, tümünden vazgeç ya hiç birini seçmeden kendini bekle, kendi farkına var, kendini seç. Seven, kendi yolunu açan kimse değil miydi? Birinin daha önceden yürüdüğü yolda yürümek insanı yok ederdi, biliyordum.

Sonra ayağa kalktı, gerçeğin ağır olmadığını söyledi ve beni de uyardı. “Gerçek” dedi “ağır değildir ve insan gerçeği kaldıramayacak kadar zayıf da değildir; hatta güçlüdür insan, çünkü gerçek hastalıktır. İşte, kötülük burada; gerçek, burada gücünü yitirir, insanı savunmasız hale getirir.”

Düşündüm, aklıma Johannes geldi. Johannes kandırmıştı ve bu kandırmayla Cordelia’nın her şeyi haline gelmişti. Köleliğin ayak sesleri de işte bu her şeyin içindeydi. Bu neydi ki? Bu, “o aynayı düşünüyor ama ayna onu düşünmüyor” demekti. Bu neydi ki? Bu “ruhun iç gözü kaybetmesi” demekti. Bu bir kısır döngü ve bir süre sonra biri çılgın, diğeri çalgın olmayı arzulardı. Hepsi bu. Hepsi bu dedikten sonra iki şey başlar: Korku ve nefret. Bir kadını ne korkutur? Tin. Neden? Çünkü tin, onun dişi varlığının yadsımasına yol açar. Erkek, güzel bakışlar, çekici bir kişilik; evet, bunlar! Bunlarla fetihler yapabilir ama zafer kazanamaz ki. Çünkü savaş alanı, kadının kendi alanıdır. Burası, bir yere kadar gider; söz, nişan, düğün vs. Sonrası, kutlamalar. Nedir ki nişan? Nişan karanlık bir gecede, öteki gemiler için, bir fener asmaktır ve bu fener karanlıktan da tehlikelidir.  Nişan, almaktır, sahip, ne çirkincedir…

Baktım olmuyor, baktım ne desem boşunadır, baktım beni kulaklarıyla dinliyor, baktım kalbi benim uzağımdadır, baktım o bildiğini okuyor.

Bir şeyi izlemenin ve okumanın acısı büyüktür. Bunu biliyorum. Bunu bütün Samsat bilir. Kierkegaard’ın kulağını çektim, kitaplar verdim, “bunları okumayanlar devlet kuramazlar” dedim: Estetiğini Don Juan, Johannes ve Faust; ahlak kuramını Agamemnon ve Sokrates, dinsel kuramını ise İbrahim üzerinden inşa et…

“Bunlar” dedim, “varlığın anahtarlarıdır; bunlar açılarak, bene ulaşılabilir ancak. Don Juan kendi için yaşar (kendisi için yaşadığı için yaşatır); arzuya dönük, ilkel bir form dahi olsa o gevelemeden yaşar.

Kierkegaard, kibar adamdı, kendi el yazısıyla bana Ekim Nöbeti adını verdiği bir kitapçığını da getirmişti. Kitapçığı şöyle bir karıştırdım, burada bir iki kelime dikkatimi çekti, ilki şuydu: “Türklere satmak” ve  “Sırtından kazanmak…”  Kitapçığı bir kenara koyacaktım ki, bir cümle daha dikkatimi çekti: “Kalıtsal ikiyüzlülük.”

İki yıl sonra geldi. Dersini çalışmış. Don Juan’ı Mavi Sakal’la anlatıyor. Ha şöyle dedim, Samsat’a yanaş.

Bir de çek ettim, nedenini sordum, makul yanıtlar bekledim: Mavi Sakal sevdiği tüm kızları gerdek gecesi öldürür ama onları öldürmek değildir ona zevk veren; tersi, zevki daha önceden bitmiştir. Somutluk işte buradadır; gaddarlık olsun diye yapılan bir gaddarlık değildir bu. Don Juan kadınları baştan çıkartır, kaçıp gider ama ona zevk veren onları baştan çıkartmadır, kaçıp gitmesi değildir. Johannes aklıyla baştan çıkartır, mantığını elden bırakmaz hiç. Faust, insanın içindekini, iblisle söyler.

Agamemnon ve Sokrates’e gelince, dedi, “Ahlaksal olan evrenseldir.” Baktım, beni aşıyor, birkaç şey söylemem gerekti, dedim, “Agamemnon ve Sokrates ahlakı temsil ettikleri gibi trajik kahramandırlar. Tekliklerini silmiş ve kendilerine ait olan her şeyi evrensel olan için kurban etmişlerdir. Vazgeçtikleri için ulaşmışlardır, vazgeçmeyi vaaz ettikleri için de bugün yaşıyorlar. Sokrates karşısında adalet hiçtir. Asıl adalet tindir. Bir düşünceye kurban giden kimse ölmez, bedeni gider, ruhu yayılır.”

Sustu, sustuğu yerden devam ettim: Agamemnon, Miken Kralıydı! Orduları vardı, askerleri ölmeye hazırdı. Kendisi ilk başta ölecekti! Ama zaman orduları dinlemez. Gerçek zamanda ordu güçle hareket etmez. Orduya yol gösterecek, onu harekete geçirecek olan rüzgârdır ve rüzgâr olmadığı için, ordular kıpırdayamaz. Agamemnon, kızını kurban verir ama tam kızın kesileceği sıra Artemis, bir dişi geyik gönderir, “bunu kurban edin” der. Rüzgâr serbest kalır. Ordular kaldıkları yerden kalkar. Agamemnon, Kasandra ile birlikte geri döner. Agamemnon, karısı Klytmnestra ve karısının sevgilisi Aigisthos tarafından öldürülür. Agamemnon’un oğlu Orestes, babasının intikamını alır: Annesini ve Aigisthos’u öldürür. Buradan bir roman çıkar ve şöyle bir bağlantıyla bir ülke tarihine kısa bir giriş yapılabilir; Orestes, Aigisthos’un oğlu!

Buraya kadar iyiydi ama eksik bir şeyler vardı.

Sırada İbrahim vardı. Hemşerimiz sayılır. İnsan olarak İbrahim, aslında teslim olmuştu ve bu teslimiyetiyle bir tek Allah için yaşıyordu. Bunun yanında İbrahim, Allah’la ilişkisinde aracı kullanmamıştı hiç; dolayımsızdı, bu haliyle o, Allah’ın dostuydu, (haliliydi).

Kierkegaard, Allah’a inanıyordu; daha doğrusu Allah’la bütünleşmiş bir İsa’ya inanıyordu. İsa, çünkü imkânsız olandı. Hatta saçmaydı. Ama İsa, inancı için hayatını feda etmiş, böylece evrensele yükselmişti. Kierkegaard, durdu, düşündü, bir gözünü kısarak dedi: Allah’la bir kez olsun ilişkiye girmemiş olan mutlaka umutsuzluk içinde olacaktır.

Örnek verdi, işte İbrahim, işte İsa.

İkisi de Allah’la ilişkiye geçmişlerdi. İbrahim, Allah’ın testine tabii olmuştu. Allah’a olan inancında, ahlakına göre hareket etmişti ve ahlak ona “oğlunu öldür” emrini vermişti; dinsel olarak bu kurbandı, ahlaki olarak cinayet. İkisi arasında gidip gelmişti İbrahim. Agamemnon ülkesi için kızını gözden çıkarmıştı; İbrahim, kendisi için. Biri ahlaki, diğeri dinsel olarak eyleme geçmişlerdi. İbrahim, ahlakı aşıyordu. Çünkü trajik kahramanın yapması gerekeni yapmıştı…

Kierkegaard için İbrahim mutsuz biriydi, dedi: İnsan ırkı dünyadan, denize açılan bir gemi, çölde esen rüzgâr geçiyorsa, daima bir kayıtsızlık avının ardından durmaksızın ve arzuyla iz sürüyorsa ve hiçbir güç avını çenesinden söküp almaya yetmiyorsa, bu, ne boş ve kasvetli yaşamdır.

Bu İbrahim’in yaşamıydı. Kierkegaard’ın anlamak istemediği ve benim anlatamadığım bir gerçek vardı: İbrahim vaat edilmiş toprağın sonsuz konuğuydu ve bu konuk hep sınanmıştı. Ateşe atılmış, ateş karşısında su kesilmişti. Ateşin su olmasıyla o bir insan olmaktan çıkmıştı, Halil olmuştu. Ateşte sınanan adam, oğulda da sınanıyordu. Onu Allah, dostu sınıyordu ve o, dostu için vazgeçebilirdi her zaman. Allah ona bir oğul vaat eder ve o, oğuldan vazgeçebilir. İbrahim’in bir oğlu vardır ve bu oğlunu sever. Bu sevgiyi bıçağı çekerek elde eder; bu, bıçakla İshak’a kavuşur ve yine bu bıçakla, üç dinin bileşkesi olur: Tanrıya inanmadan seven kendini düşünür; Tanrı’yı inanarak seven Tanrı’yı düşünür. Değersizliğin köleleri bağırır: Böyle bir aşk aptalcadır. Çünkü bu an, yaşam ve ölümdür. İbrahim, söz verir ve kendinde olandan vazgeçer. Aşk, bir başkasını severken kendine yetmelidir. İbrahim, akıl sahibi bir Sokrates gibi İshak’a olan talebinden iman yüzünden feragat etmedi, onu imanı sayesinde kazanır. Fark şudur: İbrahim, görev almıştır; görevi, Allah’ın iradesini ifade etmektir. Görev, onu tehlikeden uzaklaştırır. Sokrates güvenilir olandan canı pahasına kaçar, daha güvenilir olan için vazgeçer. Bu yüzden İbrahim’e ağlayamaz kimse, yalnızca huşu içinde bakar. Çünkü o sonucu bildiği için değil, başladığı için bir kahramandır. Tıpkı Meryem gibidir o; ikisi de kahramandan daha büyük oldular: Hüzünden ve paradokstan muaf oldukları için değil, hüzün ve paradoks nedeniyle büyük oldular.

Sessizlik, başladı. Sessizlik korku verir. Ama sessizlik aynı zamanda, ilahla kişi arasındaki karşılıklı anlayıştır. Sessizliğin nedeni birey olarak evrenselle mutlak ilişkiye girmesi değil, birey olarak mutlakla mutlak ilişkiye girmesidir. İmza: Masumluk!

İnsanlar masumluğu aldatmanın kolay olduğunu düşünür. Sessizlik!

Kierkegaard sessizliği bozdu, “sen hemşerini koruyorsun” dedi: “İbrahim’i anlamıyorum, ona sadece hayran olabilirim.”

Kierkegaard ölünce, bir gece ben ve James Joyce mezarlığa gittik. Mezarını açtık ve bir kitap koyduk ellerinin arasına. Joyce, iki kahraman yaratmıştı; Stephen sanatı, Leopold bilimi temsil ediyordu. İkisi de Joyce’un başka biçimleriydi. İkisi de dışlanmış kimselerdi. Dedalus, Joyce’un çocukluğu ve gençliği, Bloom kâmil kişiliğiydi hatta, Leopard, Stephen’in simgesel babasıydı. Birinin Musevi diğerinin Hıristiyan olması, bu iki kişinin İsa’da karşılık bulması- İsa’nın baba arayışı da eklenebilir bunlara. Her koşulda Joyce bir baba arayışını dile getirmişti ve sonuçta yarattığı oğul, anneyi kazanmak için, babayı yenmek zorunda hissediyordu kendini. Kitabın sonu, her şeye hep “evet” diyen bir kadının sesiyle bitiyordu. Tuhaftı. Kadın telefonla konuşuyordu. Bir eli ahizedeydi, diğer eli…

Annemiz vatandı, eğer ona bir koca bulmasak, yok olacaktık, ah o güzel anne, ne kadar oğul kanı içtin sen ve nice kız ve oğul, evlatsız kaldı senin yüzünden…

Hem oğulla rekabette hangi baba kazanmış ki? Robinson denizlere açılarak, serüvenlerden yüzünün akıyla geri dönmedi mi ve bu, babaya karşı bir zafer değil de neydi? Hem benim Oliver Twist (yetimhanede büyür), David Copperfield (annesinin karnındayken babası ölür) ve Nicholas Nickleby’den (babası ölür, beş parasız kalır, kız kardeşini ve annesine bakar) ne farkım var ki?

Mezar taşına derdimizi döküp ayrılacağımız sıra, toprağın altından bir ses. Kierkegaard’ın sesi: Umudunu kaybet.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.