“Bu, kendi cenaze töreniyle meşgul olan bir ulusu izlemek gibidir. …. Yarın tüm göç sona erse, göçmen ve göçmen kökenli nüfusun artış hızı önemli ölçüde azalacak, ancak nüfus içindeki bu unsurun muhtemel büyüklüğü ulusal tehlikenin temel karakterini etkilemeyecektir.”
“…. göçmen için bu ülkeye giriş, hevesle aranan ayrıcalıklara ve fırsatlara kabul edilmek anlamına gelirken, mevcut nüfus üzerindeki etkisi çok farklı olmuştur. (Bu nüfus) anlayamadığı nedenlerden ötürü ve kendisine hiçbir zaman danışılmayan bir karar uyarınca, kendisini kendi ülkesinde yabancı olarak buldu.”
Sizce bu sözler kime ait olabilir?
2. Dünya Savaşı’ndan beri ilk kez bu pazar günü aşırı sağcılara bir eyalet seçimi zaferi kazandıran Almanya için Alternatif Partisi (AFD) lideri Alice Weidel olabilir mi? Ya da Fransa Ulusal Birlik Partisi lideri Marine Le Pen? Zafer Partisi’ne ne dersiniz bu topraklardan? Ya da kapı komşunuz belki, iş arkadaşınız olabilir mi bu sözleri sarf eden?
Bu sözler İngiliz muhafazakâr siyasetçi Enoch Powell’a ait. Powell bu sözleri içeren, o dönemde önemli tartışmalara konu olan bu konuşmasını 1968’de Birleşik Krallık’ta Irk İlişkileri Yasası geçmeden önce yapmış ve demiş ki, “geleceğe baktığımda önseziyle doluyorum ve aynı bir Romalı gibi, ‘Tiber Nehri’nin kanla köpürdüğünü’ görür gibiyim.”
56 yıl sonra Irk İlişkileri Yasası’nın hâlâ geçerli olduğu ve üstüne ayrımcılığı önlemeye dair pek çok uluslararası sözleşme ve ulusal mevzuatın eklendiği Birleşik Krallık’ta, bu konuşmayı yeniden gündeme taşıyan İngiltere’de Southport’ta başlayan ve diğer şehirlere yayılan ırkçı gösteriler, göçmenlere ve Powell’ın dillendirdiği gibi “göçmen kökenliler”e yönelik pogroma varan saldırılar oldu. Müslümanların dükkanları yağmalandı, bazı şehirlerde yollara sadece “beyaz İngilizlerin” geçilmesine izin verilen barikatlar kuruldu; camilere yönelik tehdit arttı ve mülteciler kaldıkları otellerde yakılmaya çalışıldı. “Nehrin kanla köpürmesini” neyse ki İngiltere’nin pek çok şehrinde örgütlenen ırkçılık karşıtı gösteriler ve yeni İşçi Partisi hükümetinin yetersiz ama yine de ırkçı eylemlerin cezasız kalmayacağını gösteren müdahalesi -en azından şimdilik- durdurdu.
Süreci değerlendiren tartışmalarda iki dinamik öne çıktı. İlki özellikle yoksullaşan işçi sınıfının öfkesini neoliberal seçkinlerden değil, işgücü piyasasında kendisine rakip olarak gördüğü göçmenleri günah keçisi ilan ederek onlardan çıkarması üzerinden gitti; ikincisiyse bu dinamiği dışlamadan ama gösterilere sadece işçi sınıfının katılmadığının altını çizerek göstericilerin “beyazlığını” hatta daha çok “İngilizliğini” kaybetmeme kaygısıyla sokağa dökülmesini öne çıkardı. İngilizliğini kaybetmeme vurgusu, 1970’te Tom Nairn’in Powell’a karşı yazdığı satırlarda da mevcuttu: “İngiltere’nin kaderi bir zamanlar imparatorluktu; şimdi başka bir şey olmak zorunda. Powell bunun ne olduğundan emin değil.”
Ulusal kimliği tanımlama konusunda bu yeni-Powellcılar da çok emin değil; hatta biraz daha ileri gidelim ve diyelim ki Avrupa’da aşırı sağ aslında geleceğin nasıl çizilmesi gerektiğinden emin değil. Emin oldukları nasıl çizilmemesi gerektiği. Kafalarındaki tahayyülde sadece göçmenler değil, eşitlik talebinde bulunarak ulusal söylemlerin tanıdığı imtiyazlara ortak olmak isteyen ve talepleriyle aslında imtiyazı ortadan kaldıran kadınlara da LGBTİ+’lara da yer yok. Bu belirsizlik çağında bile geldiklerinin imtiyazlı dünyasından kopmamaya direniyorlar ki; bu direnç sadece örgütlü bir aşırı sağ için geçerli değil ve asıl mesele de tam orada yatıyor.
Yazının başındaki sözleri sadece Zafer Partili birinin söylemeyeceğini, belki hayatında hiç oy kullanmamış veya apolitik veya herhangi bir partili tanıdığımızdan, akrabamızdan da bu sözleri duyabileceğimizi biliyoruz.
Ken Loach’ın gerçekten son filmi olan The Old Oak’ta (Umudunu Kaybetme) bir sahnede, barda oturan bir kadın şöyle diyordu mesela: “Irkçı değilim, ama okuldan da memnun değilim. Bütün o ekstra çocuklar orada. Onları suçlamıyorum ama bazıları İngilizce bile konuşmuyor!” Buyrun bu sözleri de dilediğiniz başka sahnelere yerleştirin. Çünkü ister aşırı sağ deyin ister post faşizm- elbette farklı dinamiklerine, söylem ve eylemlerine rağmen- hepsi yaklaşık iki yüz yıldır küresel çapta siyasal alanı şekillendiren milliyetçiliğin “marjinal” çocukları…
Milliyetçilik ise yeniden yükselmiyor, zaten burada. Zaten hiçbir zaman kendi sunduğu eşitlik kisvesine karşı çıkanları sevmedi, zaten ortaya çıkmasıyla birlikte sermayeyle hemhâldı ve hep düzenin “adamı” oldu. Zaten “kötülüğün sıradanlığı” hep kurulan bu milli zeminin doğal, verili ve korunması gereken olarak sunulmasına ve kabulüne dayandı.
Şimdi okulda, oyunda veya evde olması gerekirken metroda toka satan çocuğu döven adamı seyredenleri düşünelim….