Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başdanışmanı Mehmet Uçum yine zehir zemberek bir açıklama yayınladı. Bu defaki hedef, Cumhur İttifakı üyelerinden HÜDA-PAR’ın düzenlediği “İnsani Çözüm Çalıştayı” idi. Başdanışman, çalıştayı “İnsani çözüm çalıştayı yapanlar, sonuç bildirgesiyle açıkça ve arsızca Türkiye’nin bölünmesinden yana olduklarını ilan ettiler” sözleriyle hedef gösterdi.
Bahçeli’nin “iç barış sağlamak” söylemiyle başlattığı adsız sürece, başından bu yana oldukça otoriter, güvenlikçi, hedef gösterici söylemleriyle “ayar çeken” isimlerden biri olan Uçum’un sergilediği mantalite, olağan barış süreçlerinde bulamayacağı yeri bu adsız süreçte ta tepede bulmuş görünüyor. Her açıklamasıyla sıradan bir barış sürecinin asgari gereği olan güven iklimini yerle bir edip sürece dönük güvensizlik yayan Uçum, belki de üstlendiği rolün gereğini yapıyor. Bunu elbette sadece Uçum yapmıyor. AKP iktidarı içinde belli konumlar edinmiş kalemler de benzer söylem ve tutumlar sergiliyor.
AKP iktidarının temsil kalemlerini ve isimlerini dinleyen “Bunlar barış falan istemiyor ki!” diyor. Sokak 5 aydır yaşananları, bir barış sürecinin olağanı olarak ele almakta güçlük çektiği gibi güvensizlik ikliminin bu denli güçlendirilmiş olmasını AKP iktidarının herhangi bir barış süreci istemediğine yoruyor. Önceleri iktidar cenahından yapılan sert açıklamaları toplumda inşa edilen milliyetçiliğin gazını almak, olarak yorumlayanların sayısı hızla düşüyor. Aksine ortaya çıkan koşulları yeni bir otoriterleşme dalgası olarak değerlendirenlerin oranı her geçen gün artıyor.
Peki neden böyle oluyor? AKP iktidarı ne yapmak istiyor? AKP iktidarı barış istemiyor mu? Bunun yanıtı kuşkusuz AKP iktidarında. Ancak ortada görünen şey en basit anlamıyla şu; AKP iktidarı barışa giden yolu örmüyor, bir barış iradesi ve sorumluluğu sergilemiyor. Adeta “Her şey yolunda iken, Kürt meselesini de bitirmiş, terör sorununu da büyük oranda halletmiş iken nerden çıktı bu barış süreci?” ayarında refleksler sergiliyor. Daha doğrusu ortaya çıkan koşul ve olanakları barışmadan kullanmanın yollarını barışa tercih ediyor.
HTŞ ve liderliğine bu denli sarılmış olmalarının temelinde bu tercih yatıyor. Ülke içinde yeni otoriterizm dalgasını bu yüzden yükseltiyor, Trump’ın öngörülemez siyasetinin ortaya çıkaracağı karmaşa ve endişeleri bu nedenle hedefleri ile uyumlu görüyor. Son 10 yılda Avrupa’nın tırmanan kaygılarını, Ortadoğu’daki boşlukları, toplumun korkularını rejimini itirazsız kurmakta “Allahın lütfu” olarak değerlendirmeyi beceren akıl, çöken eski paradigmanın ardından doğabilecek olası endişeleri, boşlukları, istikrarsızlıkları da kazanım vesilesi yapmak istiyor. Bu yoldan ilerlemeyi, Kürt meselesini çözerek, Kürtlerle barışarak, Kürtlerle ittifak kurarak büyümeye tercih ediyor. Dahası Kürtlerle barışın ortaya çıkaracağı muhtemel dönüşümlerin iktidarını, otoritesini zayıflatacağına inanıyor. Çözümün, kurduğu rejimi çözme ihtimalinden kaçınıyor.
Çünkü yarım yüzyılı kesintisiz çatışmalara vesile olmuş Kürt meselesi gibi asırlık meseleler nihayetinde çözülürse, çözüme direnen, sorundan beslenen tüm odakların çözülmesi, dönüşüme uğraması kaçınılmaz oluyor. Nihayetinde istikrarlı demokratikleşme hamlelerine ihtiyaç duyan bu tür sorunlar otoriter rejimlerin çözülmesi ile sonuçlanıyor.
O halde ciddi bir otoriterleşme içeren, güvenlikçi uygulamalarla konsolide edilen, krizlerle derinleşen bir rejimin, içeride ve dışarda hegemonya/iktidar üretici bir odak olarak araçsallaştırdığı meselenin çözümüne direnmesi bu perspektiften oldukça anlaşılır görünüyor. Yani özetle AKP öyle görünüyor ki kurduğu rejimi ve iktidarı sürdürebilmek için Kürt sorununun çözümüne, şiddeti bitirmeye gönüllü yaklaşmıyor.
Eğer öyle ise yanlış hesap yapıyor olabilirler. Bu anlamda yakın dönem deneyimlerini yeniden dikkatle incelemelerini öneririm. Uzağa gitmeye de gerek yok. Şimdiki konjonktür 26 yıl önceyi öyle çok andırıyor ki!
26 yıl önce Abdullah Öcalan Şam’dan çıktığında, bizi bugüne getirecek olan “Yeni Ortadoğu düzeninin” de işaret fişeği atılmıştı. Zira Öcalan Suriye hedefli başlayacak bir 3. Dünya savaşına vesile olmak istemediğini duyurarak Avrupa’ya gitmiş, Avrupa’yı tercih etme nedenini ise “Eğer savaşı büyütmek isteseydim, dağa giderdim, barışı geliştirmek için Avrupa’yı tercih ettim” diye izah etmişti. Öcalan, CIA öncülüklü uluslararası bir konsensüsle Türkiye’ye teslim edildiğinde dönemin başbakanı Bülent Ecevit “Amerika Apo’yu niye bize verdi, bilmiyorum” diye demeçler vermiş, Kürt meselesinden kaynaklı şiddeti bitirmeleri için Öcalan’ın kendilerine verildiği ihtimalini dönemin hükümeti ve devletin sahipleri görmezden gelmişti.
O yıllarda Öcalan’ın teslim edilişini sorunun barışçıl çözümüne vesile edemeyen DSP ve hükümeti, Devlet Bahçeli’nin çağrısı ile yapılan ilk erken seçimde tarihe karışırken, çözümü geliştirme iradesini reddeden devlet içi iktidar odakları içinde tasfiye süreci başlamış oldu.
Önce 2003 yılında AKP, hükümet kurma yetkisini kazandı, ardından Türkiye’yi 80 yıldır şekillendiren Kemalist algıya ve askeri vesayete karşı adımlar atıldı. AKP’nin hükümeti kurduğu ilk yıllarda Kürt meselesinin çözümünü temel bir politika olarak sunmuş olması elbette tesadüfi değildi. Ayrıca askeri vesayetin zayıflatılması için Kürt meselesinin, iktidar odaklarını güçlendiren şiddetinin aşılması gerekiyordu.
Velhasıl, O yıllarda “Apo”’nun neden kendilerine verildiğini bilmek istemeyenler, gereğini yapmayanlar günün sonunda aşıldı. Yeni bir rejim kuruldu. Ne var ki kurulan yeni rejimin sahipleri de Kürt meselesi ve şiddetin hegemonya/iktidar üretici gücünü terk etmek istemedi. Ya da yer yer 2013-2015’de görüldüğü üzere hegemonyalarını güçlendirmesi koşuluyla kısmen bir çözüm yaklaşımına razı oldular.
**
26 yıl sonra geldiğimiz nokta şu ünlü “Yeni Ortadoğu Düzeni” kurulmaya oldukça yaklaşmış görünüyor. 20. Yüzyılın başında kurulan Ortadoğu ve dünya düzeni büyük değişimler yaşıyor, daha açık bir deyimle çöküyor, yenisini inşa eden güçler yüzyıl önceden kalmış sorunlara ait çatışmaların açıkça bitmesini istiyor. Bu çatışmaları bitirmeyenin “yeni düzenin” altında kalma olasılığı güçleniyor. Yeni düzende Türkiye’ye etkili bir “rol” verilebilmesi için ise Kürt meselesindeki çatışmaları bitirmesi salık veriliyor. Yıllar sonra yine yeniden Bahçeli’yi harekete geçiren kaygı bu. AKP iktidarı ise bu etkili “rolü” Kürt meselesini çözmeden, çatışmanın tarafını yok ederek ve de farklı ittifaklar kurarak oynamayı umuyor. Yani devlet içinde kapılması muhtemel “rol” için ikili bir plan işliyor.
Böylece 26 yıl önceki iktidarın hatasına düşmeyeceğini sanıyor. Aynı hataya düşmemek için başka açılım olanaklarını değerlendirdikleri bir plana sarılmış görünüyor. Kendileri ile benzer ideolojik ve pragmatik aklı taşıyan güçlerle yeni bir yayılım olanağı yaratarak güçlenmeyi hesaplıyor. Artık bölgesel niteliği daha baskın olan Kürtlere biçilen role, Kürtlerle barışmadan talip olmanın yollarını yokluyor. Bu planın tutması için Trump üzerinden dengesizleşecek, gerilecek ve içe kapanacak bir dünya dengesinden medet umuyor. En çok da küresel dünyanın olası yeni gerilimleri gözleniyor.
Ne var ki hesaplar tutmaz ise tıpkı geçmişteki muadilleri gibi, çözmedikleri sorun nezdinde çözülmeleri kuvvetle muhtemel görünüyor. Çözerek dönüşmek yerine çözmeden çözülmeyi en güçlü olasılık olarak kendi eliyle besliyor…