Martılar

İstanbul ve sonbahar. Bir yağmur bir güneş bir bulut; hepsi aynı günde olur mu? Olur.

Koğuş avlusunda bir telaş. Çamaşırları güneşe yetiştirmenin, birazcık kuruttuktan sonra yağmurdan kaçırmanın telaşı. Tam üç kez geldi, gitti ve ipe serildi çamaşırlar. Ama bu kapkaç oyununun kazananı bizim çamaşırlar oldu. Ve katlanmış halde dolaptaki yerlerini aldılar.

Kararlı ya da kararsız, tüm bulutlar bugün aldatıcılar. Tepede, gökyüzü maviliğinde, siyah-gri yün demetleri serilmişçesine uzayıp giden bulutlar. Hemen bitişiğinde, üst ve alt paralelde, siyah gri bulutlara yapışık güneş aynası parlak bulutlar. Hepsi birden göz kamaştırıyorlar.

Bir motosikletliyi andırıyor, geriden rüzgarla gelen büyük bulut. Sanki arkasından egzos dumanı püskürtüyor. Hepimizin çocukluk bulutları vardır muhakkak. Benimkiler, üstelik bu yaşta, bana yine resimler çiziyor.

Yağmur ıslağında, güneş yanığında, rüzgar serinliğinde insanı kucaklayan bir sonbahar günü. Ve bulutlar kadar, bulutlarla birlikte kuşlarla güzel gökyüzü. Biri olmadan diğeri eksik kalır.

Bu diyara serçeler geldiler önce, avluya yavruladılar ve yavrularıyla birlikte uçup gittiler. Leylek sürüleri geçtiler üzerimizden sonra; bütün haşmetiyle gökte hoş bir seda bırakıp gözden kayboldular. Bir çift atmaca gördü sonra bu gözler; ve yanlarında acemi kanat çırpışlarıyla yavru atmacaları. Onlar daha kısa asılı kalıp gökyüzünde, çabucak kayboldular. Çok geçmeden ebabil kuşları geldi; hani şu “frtp, frtp” diye sesler çıkaran al kanatlı kuşlar. Göç yolunda sadece bir ara duraktı Silivri, beklendiği gibi onlar da terk-i Silivri yaptılar: Bütün göç kuşları gibi.

Amma ve lakin martılar hep burdaydılar. Üzerimizden kanatlanarak süzülen, bir diyardan ötekine yol alan bütün kuşlardan önce ve sonra buradaydılar. Ve hala buradalar…

Silivri’de denizin kokusu ulaşmaz mahpuslara. Kokuyu alamasan da duyumsayabilirsin ama! Zira beyaz köpüklü dalglara bata çıka gelen yelkovan kuşlarının kanatlarındadır o koku. Hayalini ciğerlerine çekersin, bir nefes gibi.

Bugün ne de çok kuş tüyü düştü avluya! Tüy dökme mevsimi midir nedir? Yoksa gökte yaşanan haşin bir kavganın bakiyesi midir bu tüyler? Kim bilir…

Saydım onları; tam dokuz tüy. İnce, narin, tül gibi beyaz kuş tüyleri. Oval bir tüy tanesi, sırtını hafif esen rüzgara verip avlunun bir köşesinden diğerine yuvarlanıp duruyor. Bir topaç sanki.

En güzelini hatıra niyetine sakladım. Kitabın sayfaları içinde. Dikine ortadan ikiye ayrılmış gibi, siyah beyaz bir kuş tüyü bu. Akıyla karasıyla tüyler biraz da insanı, insanın hikayesini anlatır.

71 yaşında, yaşlı ve hasta bir mahpus var tutuklular koğuşunda. Mehmet amca, günün ve gecenin yarısını inlemelerle geçiriyor. Kalbine giden atardamarlarda sekiz adet stent var. Torbasında bir dolu ilaç… Destek almadan yürüyemiyor. Neyse ki koğuştakiler ona çekpas sopasından uydurma bir baston yaptılar. En azından şimdi, bastonundan güç alarak zayıf ve kudretten düşmüş bacaklarını avluya kadar sürükleyebiliyor.

Başında bir de tatlı belası var Mehmet amcanın: Hüseyin abi. O da altmış yaşında. Ne zaman hastalıktan kendini koyverse, yatağı kapansa, Hüseyin hemen başında bitiveriyor. Onu yürümeye, güneşe çıkmaya, yaşamın neşesine zorluyor. Kızmalarla, nasihatlerle, şakalarla dolu bir “zabitlik” bu.

Yağmurun ardından güneş açtı. Hüseyin ve Mehmet, avluda oturmuş, güneşin altında ısınmaya çalışıyorlar. Bir baş gazete sayfalarının içine dalıyor. Hani bir sıvacı ustası nasıl malayı duvara yapıştırıp da harcı yüzeye çeker, Hüseyin abi de gözlerine harfleri yapıştırarak gazeteyi yukarıdan aşağı öyle okuyor. Zira yüzde seksen görme kaybı var Hüseyin’in. Ama ne arkadaşı Mehmet’ten, ne de okumaktan vazgeçiyor.

Sürecin ve toplumsal barışın bu önemli aşamasında, hasta ve yaşlı mahpusların durumu ivedilikle ele alınması gereken bir mesele. En azından cezaevi sosyolojisi bunu söylüyor. Çünkü acıya tanık olanların ya da inlemeleri duyanların sızısı, acıyı çekenlerden az değil.

Barış yere, göğe, bulutlara ve martılara değdiğinde; bir kuş tüyü gibi cezaevlerinin avlularına indiğinde, sonbaharlar ilkbahar kadar güzel yaşanacak. O zaman dilimizde, hep birlikte ve kardeşçe söylenen dizelerden ezgiler kalacak:

“Gün olur alır başımı giderim,

Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.

O ada senin, bu ada benim,

Yel kovan kuşlarının peşi sıra…”

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.