Meclis’te yine bir kelime hakaret için kullanıldı.
Ulak…
İYİ Parti’den Turhan Çömez, Meclis Başkanvekili Pervin Buldan’a dönüp dedi ki:
“Geçtiğimiz hafta öğrendik ki sizin aynı zamanda mesaj taşımak gibi, ulaklık yapmak gibi bir göreviniz varmış.”
Sırrı Süreyya Önder’e de yıllar önce benzer bir şey söylenmişti:
Postacı.
O da
“Barışın postacısı da olurum, uğruna canımı da veririm” demişti.
Verdi de…
Dünyadaki çatışma çözümü deneyimleri, ‘muhatabı tanıma cesareti’nin yalnızca sembolik değil, dönüştürücü olduğunu gösteriyor.
Kuzey İrlanda’da yıllarca “terörist” olarak damgalanan Sinn Féin lideri Gerry Adams, nihayetinde barışın muhatabı olarak kabul edildiğinde, süreçte gerçek bir dönüşüm başladı. İngiliz hükümeti, yıllarca adını sansürlediği Adams’la doğrudan müzakere etmeden barışa yaklaşamayacağını anladı.
Adams’ın sesinin BBC’de yayınlanamadığı dönemden Hayırlı Cuma Anlaşması’na giden yola geçiş, aslında “onun adını söyleme korkusunu” aşmanın tarihidir.
Güney Afrika’da Nelson Mandela, 27 yıl hapis yattıktan sonra, onu “suçlu” olarak değil, “muhatap” olarak görebilen bir devlet aklıyla özgürlüğüne kavuştu. Mandela’nın adı, hapishane duvarlarının ardından önce fısıltıyla, sonra meydanlarda yankılanarak bir toplumsal vicdan çağrısına dönüştü.
Barış, muhatabın adının korkusuzca telaffuz edilebildiği gün başlar.
Kolombiya’da FARC liderleriyle yürütülen uzun barış görüşmeleri, muhataplık meselesinin ne kadar kırılgan ama vazgeçilmez olduğunu bir kez daha kanıtladı. Devlet, yıllarca “suçlu” dediği isimlerle aynı masaya oturduğunda, toplumun bir kesimi bunu ihanet olarak gördü.
Oysa barışın hakikati, tam da o kırılma anlarında şekillenir: düşman bildiğinle konuşmayı göze almak, geleceği yeniden kurmaya cesaret etmek demektir.
Barış, yalnızca silahların susması değilse; bu sürecin aktörlerinin siyasal özne olarak tanınmasıdır.
Bu örnekleri neden mi verdim?
Her biri, barışın yalnızca masadaki müzakerelerle değil, aynı zamanda bir toplumsal yüzleşme biçimi olarak inşa edildiğini hatırlatıyor.
Birçok toplum, barışa giden yolda önce kendi korkularıyla yüzleşti.
Çünkü korku, barışın en sinsi düşmanı.
Barışın dili korkunun, nefretin dili olmamalı.
Çünkü barış, önce kelimelerde başlıyor ve bu bazen en çok korktuğumuz kelime oluyor.
Bir ad belki.
Yıllardır bu memlekette barış aranıyor.
Savaş çıkarmak kolay, biliyoruz.
Bir tetiğe basarsınız, dünya tutuşur.
Ama barış?
Barış, öyle bir düğmeye basarak gelmiyor.
Çünkü silahların sesi kesilse bile, nefretin dili hala konuşuyor.
Bu topraklarda barış içinde yaşamak nasıl bir şey henüz bilmiyoruz ki.
Hep bir düşmanla, hep bir ‘öteki’yle uyandık her sabaha.
Barışın dili, kelimeleri nasıl olur bilmiyoruz henüz.
Ama nefretin dilini biliyoruz.
Barış için gayret gösterenler bu nefret diliyle yine hedefte.
Barışın mesajlarını taşımak neden suç olsun?
Barış mektubunu taşıyana, bir kapı aralığı kadar umut getirene neden bu kadar öfke?
Dün Meclis’te yaşanan tartışmanın esasının şu olduğunu düşünüyorum:
Varlık nedenini kaybetmemek için barışı istemeyen; gücünü ve anlamını ancak savaş ve düşman siyaseti ile devam ettirebilen bir zihniyetin temsilcisi, kürsüdeki kadın siyasetçiye hakaret ederek barış için çalışmakla suçladı.
Cevabını da gayet net aldı.
Kadınları küçümseyen, hakir gören erkek akıl da cevabını aldı bence.
Kadınların cesaretini ve aklını küçümseyenlere de ders olur umarım.
İnsan her geçtiği yoldan yeni bir dil öğrenirmiş.
Biz de bu topraklarda yeni bir dil öğreniyoruz.