Pazartesi günü bir kargo emekçisi işyerimize gelerek adımı çağıdı. Edebiyatımızın çınarı, öykü ustası Adnan Özyalçıner’den gelen kargo paketi elindeydi. Paketi açtım, içinde iki adet imzalı kitap vardı. “Sabahattin Ali Yazmayı Nasıl Öğrendi?” Kitaplardan birinin adı buydu ve yazarı Adnan abiydi. Diğer kitap ise özlemle andığım Sennur Sezer’in “Nezih Meriç Yazmayı Nasıl Öğrendi?” İsimli kitabıydı. Vapur Yayınları tarafından basılmış.
Her iki kitabı da bir solukta okudum.
Sanırım beni en çok Sabahattin Ali’nin ölümünü anlatan sayfalar etkiledi. O sahneleri okurken Edirne Pazarkule’yi, sınır kapısını hatırladım. Orada haberini yaptığım mültecilerin yaşadığı drama benzer sahnelerdi bunlar. Aradan üç çeyrek asır geçmiş fakat insanlara yaşatılan zorunlu göç zulmü pek değişmemiş.
Sabahattin Ali’nin, Türkiye’de tespit edilebilen ilk kayıp vakası olduğunu duymuştum. Bedeni bir biçimde kaybedilmişti. Oldukça hüzünlü, dramatik ve insanın içinde öfke uyandıran bir bilgiydi bu. Onun aynı zamanda bir mülteci veya mülteci adayı olduğu gerçeğini ise ancak Adnan Özyalçıner’i okuduktan sonra fark edebildim.
Noktasına, virgülüne dokunmak haddime düşmez. Bu nedenle Adnan abinin kaleminden bir bölümü olduğu gibi aktarıyorum:
“Sabahattin Ali, 28 Mart 1948 günü Adalet Cimcoz ve Mehmet Ali Cimcoz’la görüştü. Onlara, kaçıp gideceğinden söz etmedi. Edirne’ye peynir götüreceğini söyledi.
31 Mart’ta İstanbul Edirnekapı’dan Kırklareli’ye hareket edildi. Kamyonda Şoför Salim’le Sabahattin Ali’nin, yanlarına şoför muavini olarak aldığı Ali Ertekin bulunuyordu. Kızılcadere köyünde kamyondan indiler, Şoför Salim kamyonuyla geri gönderildi. Onlarsa yola devam ettiler.
Ali Ertekin’in anlatımına göre yolculuğun bundan sonraki seyri şöyle gelişir:
Gece, Üsküp ile Yündolan arasındaki Sazara köyüne doğru yol alırken Sabahattin Ali, Ali Ertekin’e kendisinin Marko Paşa’nın sahibi Sabahattin Ali olduğunu, bunu Şoför Salim’in bile bilmediğini söyler. Muhabbetin devamındaysa amacının Bulgaristan’a geçmek olduğunu belirtir. Oradan da Moskova’ya gidecektir, “Sonra da Roma, Paris, ver elini Avrupa…”
Ali Ertekin bir insan kaçakçısıdır. Onu da para karşılığı Bulgaristan’a geçirecektir. Ancak öyle yapmaz. Sabahattin Ali’yi Sazara’ya götüreceği yerde bir dere yatağına indirir. Geceyi ateş yakarak orada geçirirler. Ertesi sabah Üsküp merası ile Sazara merasını ayıran derenin Üsküp merası dolayındaki yamaçta gürgen fundalıkları arasında bir yere otururlar. Sabahattin Ali, eline kitap alarak bir ağaç altına uzanır. Geceyi bekleyeceklerdir.
Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948’de öldürülür.
Ali Ertekin, 28 Aralık 1948 tarihinde savcılıkça alınan ifadesinde Sabahattin Ali’yi, “Milli hisleri galeyana gelerek iradesini kaybettiğini, elindeki sopayla kitap okurken kafasının sol tarafından yüzüne şiddetle vurarak öldürdüğünü” söyler.
Sabahattin Ali’nin ölüsü, 16 Haziran 1948 günü Çoban Şükrü tarafından ormanda bir çatlak içinde yarı çürümüş halde bulunacaktır. Yanı başında çantasında birkaç parça giysinin dışında Balzac’la Puşkin’in bir romanı, gözlüğü, kol saati, kırılmış olan piposu, bir de eşi Aliye Hanım’ın fotoğrafı vardır.
Çoban Şükrü, dere yatağındaki çoban çeşmesinin ardında, çamlarla kaplı yamaçta, “Dağlar taşlar, kurtlar kuşlar şahit olun!” diyerek Sabahattin Ali’nin cenaze namazını tek başına kıldıktan sonra durumu jandarmaya bildirir.
Sabahattin Ali’nin adli makamlara teslim edilen ölüsü, çeşitli incelemeler ve araştırmalardan sonra, bir anlamda kaybedilir ya da kaybolup gider. Onun için bir mezarı yoktur.
Onun mezarı, kendisinin de söylediği gibi dağlardır…”
“Ağacı, doğayı seven insanı sever” diye yazmıştı bir romanında Yaşar Kemal.
Sabahattin Ali’yi okuyanlar, sevenler de insanı sevmez mi? Sever elbet hem de çok sever. İnsanlardan bir insan, zulmün ve umudun yolcusudur mülteci. Sabahattin Ali’yi seven mültecileri de sever elbet, sevmeli.
Bu farkındalık için teşekkürler Adnan abi.




