Bir zamanlar, tarih sayfalarının sararmış köşelerinde unutulmaya yüz tutmuş, kadim bir kentin gölgesinde inşa edilmiş lanetli bir köy vardı denilecek. O köy, binlerce yıldır göğe uzanan dağların, insanlığı doyuran tarlaların, usulca akan nehirlerin ve boyun büküp ölen çocukların sessiz tanığıydı denilecek. Ancak orada gökyüzü her zaman masmavi, sular berrak, dağlar heybetli, toprak ise her zaman bereketli değildi.
Zaman zaman, coğrafyanın üzerine ağır bir kara bulut çökerdi; soğuk bir nefes gibi yüreklerde yankılanan, nefreti besleyen, insanları birbirinden koparan ve kim olduklarını unutturan bir barbarlık bulutu. O bulutların kanatları altında sedef kalpli bir çocuk yaşardı. Bayırlarda özgürce koşar, doğanın dilsiz dilini anlamaya çalışan bir kelebek misali, patikadan patikaya telaşla süzülürdü. Adı Narin’di.
Narin, köydeki diğer çocuklar gibi sıradan bir yaşam sürse de gözlerindeki derinlik ve sessizliğe hükmeden hüznü hemen fark edilirdi denilecek. Henüz anlamını bilmediği acıların izlerini taşıyan o masum yüz, aslında tüm toplumun en berrak aynasıydı.
Bir gün, köyün sessizliğini yırtan keskin bir çığlık duyuldu. Narin’in kaybolduğu haberi hızla dilden dile yayıldı. Herkesin korktuğu şey, o şeyin olmasıydı! Günler birbirini kovalarken, dualar giderek solgun birer fısıltıya dönüştü; taşlaşmış vicdanların yankısı altında ezilip tükeniyordu umutlar zamanla beraber. Zaman merhametsizce akıp giderken, koca bir coğrafya kadim acıların karanlık sahnesine dönüşüyordu. Küçük bir kız çocuğu, henüz neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemeden, büyüklerin ahlaki körlüğüne kurban gitmişti.
Gözleri, bilgelikten yoksun bir dünyanın acımasız sırlarına mahkûm olmuştu. Adının Narin olmasına aldanmayın; hayat onu kasvetli bir sisin içine fırlatmıştı. Artık o, herkesin bildiği ama dile getirmeye cesaret edemediği bir drama dönüşmüştü. İsmi ile namüsemma bir dram… Kendi korkuları, iffet ve geleneklerden örülmüş bir zincirin arasında sıkışıp kalmıştı. Memleketin dört bir yanında yankılanan o sükût hava, yalnızca dilsiz bir kabulleniş değil, tarihin en eski lanetlerinden biriydi.
Narin’in narin bedeni, sessizliğin kurbanı olmuştu; insanların gözlerini kaçırarak, kendi suçluluklarıyla yüzleşmekten kaçındığı o günah dolu kaderle baş başa bırakılmıştı. Kadim topraklar olarak bilinen o diyarın çocukları, derin iç çekişlerle asude karanlığa gömülmüştü. Toprak, binlerce yılın acıları altında inlerken, o köy yeni bir günahın merkezi haline geliyordu. Narin’in adı, sadece bir çocuğa ait değildi artık, beşeriyetin en derin yaralarından birinin yankısına dönüşüyordu. İnsanlar, o acının içinden geçerken, yeni ahlaki buyrukların taşlaştırdığı kalpleriyle kaderin ağına kapılmışlardı.
Toprağın sesi bin canlı yaralı bir yaratık gibi yankılanıyordu. Her adımda yankılanan o ürpertili ses, o köyün her karış toprağında, her nefes alışında hissediliyordu. Narin, sadece bir çocuk değil, toplumun utancının, vicdansızlığının ve suskunluğunun sembolü oluyordu. Onu o kuytu ihtiyata teslim eden eller, insanlığın en eski günahını bir kez daha tekrarlıyordu. Ve o günahın bedeli, tarihin kendisi kadar ağırdı. O köy, artık yalnızca bir mevki değil, zamanın en acımasız döngüsünün tam kalbinde atan bir yaraya dönüşmüştü.
Herkes o yarayı biliyordu, görüyordu ama hiç kimse elini uzatmaya cesaret etmediği gibi yas tutmaya bile yanaşmıyordu. Oysa o yas, yalnızca Narin’in ruhunun örselenmesi değildi; binlerce yıllık bir mirasın taşıyamadığı adalet ve vicdani yasın yasaklanışıydı. Kurban edilen ilk insandan bu yana, her ölümde biriken acının, toplumu çürüten sessizliğin ve insanlığın kaybolan izlerinin yasını bile tutamıyordu o coğrafyanın tüm narin yürekli çocukları.
Akreplerin diliyle konuşan köylüler ise, Narin’e kötülüğü yapanları saklamak için yemin etmişlerdi adı konulmamış yeni sırlar adına. Ne töre ne aşiret ne de devlet, onun katline sebep olanların üzerine gitti. Herkes büyük bir sırrı saklarcasına sustu. O suskunluk sıradan değildi; merhametsizliğin sessizliğiydi, korkunçtu, tarih öncesinden kalma iniltilerin dehşetini içinde taşıyordu.
Narin’in bedeni 19 gün boyunca arandı. Adı her anıldığında, herkesin gözleri yere düşüyordu; çünkü herkes biliyordu ki Narin’in nefesini kesen yalnızca bir el değildi; köyün tüm cemaatin olduğu kadar kadimliğe karşı ihtira edilmiş içtimai faziletin arkasına saklanmış korkunç bir zihniyetti. Sessizliğin derinliklerinde yükselen korku, itaat, riayet, dini ve töresel sadakatin yanı sıra çıkar ilişkileri, güç hevesi, yanaşma, onursuzlaş-tırılma ve yaklaşık son on yıllık olan bitenin küçük bir aynası gibi…
Narin’i öldüren, aslında bu çemberin içinde kaybolmuş insani değerlerin yekûnuydu. Oysa binlerce yıllık Kürt aile geleneklerinde, ilim ve irfanlarında çocukları öldürmek gibi bir vahşete hiç rastlanmadı; aşiretlerin sosyal ve ahlaki yapısında, dini inançlarında mazlumlara zulmetmek düşüncesi dahi barınmadı. Köy cemaatlerinde böylesine örgütlü bir kötülük, asla yer bulmadı. Ne zaman ki erkin zehirli elleri, bir sarmaşık misali toplumun nefesini kesmeye başladıysa, işte o zaman kötülük kök salıp dört bir yana yayıldı. Muktedirlerin eliyle geleneklerin tümü karşısında yeni yıkıcı düzenekler kuruldu; aşiretler paralı askerlere dönüştürüldü, aile yapıları yeni cemaatlerin malzemesi haline getirildi, dindarlık ise gizli tarikatların karanlık kollarına sürüklenerek kendi özünden koparıldı.
Kötülüğü normalleştiren bu yeni ahlaki merkez, Kürtlüğün kadim değerlerine karşı inşa edilen ölümcül bir tuzağa dönüştürüldü. Kim ne derse desin, Narin, bu tuzağın kurbanıdır; aşiretlerden paramiliter yapılara, dinî cemaatlerden gizli tarikatlara dönüşen yapılara, yemin kardeşliği adı altında toplulukların ruhu ele geçirilmiştir. Devletin eliyle peyderpey örülen bu yıkıcı yapılar, mazlumun ve masumun dokunulmaz olduğu eski değerleri yıkıp, yerlerine karanlık bir sistem kurdu. Narin’in trajedisi, bu kadim değerleri çürüten, toplumun nefesini kesen o sistemin yarattığı insani erozyonun sembolüdür.
Kadirşinas değerlere karşı bir proje olarak hayat bulan bu yeni apokaliptik düzen, Kürt toplumunun binlerce yıllık adalet ve vicdan anlayışını zedeleyecek kötülüğü kalıcı hale getirmeyi amaçladı. O nedenle bir zamanlar insanlığın beşiği olarak adlandırılan o coğrafya bugün bir mezar görünümünden başka bir şey çağrıştıramıyor. Oysa tarihin şafağından itibaren, insanlık tarihinin en eski anılarında yer alan o ilk ölümden bu yana, toplumlar hep aynı hatayı tekrarlayıp duruyor. Narin’in ölümü, işte o tekrarın en acımasız dönüm noktalarından biri olarak karşımızda duruyor.
Onun için sözde din, ahlak, fazilet, norm ve devlet, hepsi bir araya gelmiş, Narin’in ölümünü bir “meşkukluk” durumu olarak açıklamaya çalışıyor. Narin’in kaybı, köydeki sahte iyiliğin ve gizli kötülüğün çarpışmasını sergilerken, tıpkı Dogville filminde olduğu gibi, masumiyet ve kötülüğün iç içe geçtiği bir hikâye takdim ediyor bize. Bu trajik hadise, toplumsal yüzeyin altındaki derin çatışmaları ve acımasızlıkları gözler önüne sererken filmde olduğu gibi, Narin’in yaşamı ve ölümü de bir köyün, hatta bir toplumun yüzeydeki iyilik maskesinin ardındaki karanlığı ifşa ediyor.
Köydeki herkes, Narin’den kurtulma düşüncesiyle ortak hareket ediyor ve ne kadar acımasız olabileceklerini bütün dünyayı gösteriyor. Burada ahlak, artık bir kurallar bütünü değil, bir disiplin aracı olarak devreye giriyor. Etik, toplumun çıkarlarına göre şekillenen esnek bir kavram haline gelmiş ve devlet gücünü elinde tutmanın yolunun kontrolü kaybetmemekten geçtiğine inanılıyor. Aileler kendilerini korumak için güçle ittifaklar kuruyor, din ise sessizce bu döngüde kendi yerini bulmaya çalışıyor. Ve her biri, kendi çıkarları doğrultusunda masum bir çocuğun ruhuna zulmediyor.
Devletin temsili sistemi olarak işlev gören yerelin karanlık güçleri, zehirli bir sarmaşık gibi toplumun en ince damarlarına kadar sızarak onu boğucu bir şekilde sarmalıyor, her bir yaprağı, her bir dalı, toplumun ruhunu yavaş yavaş boğan ve nefesini kesen bir güç mekanizmasına dönüşüyor. O sarmaşık, toplumun kendi içindeki gelişme potansiyelini köreltip onu her geçen gün daha da daralan bir kafese hapsediyor.
Kültürün, ahlakın ve vicdanın gelişip yeşermesi gereken yerde, geriye sadece çoraklaşmış, körelmiş bir insanlık manzarası kalıyor. Narin’in canına kasteden eller, işte o sarmaşığın en karanlık damarlarından biri olarak büyüdüğünü bugün daha iyi idrak ediyoruz. Narin’in yaşamına son verenler, yalnızca bir çocuğun değil, bir toplumun geleceğini de zehirleyen o görünmez çarkın dalları olarak üzerimize bükülüyor ve hem ahlaki hem de etik olarak altında kaldığınızı görüyoruz.
Bugün itibariyle, o köy bize sessizce tüm bölgenin bir nekropol olduğunu hatırlatıyor, adımlarımızın altında yatan sırları açığa çıkarırcasına. Meğer biz, unutulmuş ölülerin krallığında yaşıyormuşuz; her adımımızda solmuş anılara dokunarak, gözden kaçırdığımız hayatlarla iç içe. Narin’in tarifsiz acısı, o gömülü sessizliği delip geçti hepimizi. Belki de onun içimize işleyen feryadı, toprağın altındaki kadim hikâyeleri su yüzüne çıkarmak içindi; bizi karanlıkla yüzleştiren bir yankıydı. Artık gözlerimizi kapatıp üç maymunu oynayamayız. Çünkü görmezden geldiğimiz her gerçek, bir gün toprağı yarıp filizlenecek, Narin’in acılarını hatırlatan narin yas çiçeği olarak.
Tarihin en eski yasını taşıyan o topraklar, ilk kurbanın yankısını asla unutmadı, ancak ders de çıkaramadı ne yazık ki. Narin’in ölümü, o ilk cinayetin sessiz bir yankısı gibi olsa da biliyoruz ki bu yankı bir daha asla unutulmayacak. Çünkü bir çocuğun ölümü, yalnızca narin bir ruhun kaybı değil, bir toplumun da sessizce toprağa gömülmesidir, onun için hiç kimse bu acıyı bir daha unutamaz; o her adımda yeniden doğan bir yankı gibi geri dönecek, kentlerin sokaklarında, köylerin yollarında, dere yataklarında, ücra tarlalarında ve o bilinmezliğin içinde hep yükselecek!