• Ana Sayfa
  • Manşet
  • Narin Güran vakası 2: Sessizlik ihtiyacı, sessizlik ithamı
Narin Güran vakası 2: Sessizlik ihtiyacı, sessizlik ithamı
Ali Duran Topuz 23 Ekim 2025

Narin Güran vakası 2: Sessizlik ihtiyacı, sessizlik ithamı

Gürültü üzerinde durduk dün, bugün “sessizlik” meselesinden devam edeceğim, hep olduğu gibi sabır rica ediyorum, uzun ve uzmanlar dışında sıkıcı bulunacağı kesin olan meselelere gireceğim, derdimi iyi anlatabilmek için mecburum buna, bağışlayın. Çalışmanın bugünkü bölümünde meselenin tamamen çığırından çıktığı, “gürültü”nün kişilerin temyiz kudretini sarsmaya başladığı 31 Ağustos’tan önceki bazı vakalar ele alınacak ki sonrasında olan bitenleri anlamaya bir hazırlık olarak da okunabilir.

BİRİNCİ SESSİZLİK: SUSUN, YARGI ÇALIŞIYOR!

Başlayalım o halde: Yargıda önemli iki “sessizlik” vardır. İlki sağlıklı soruşturmayı/kovuşturmayı sağlıklı yürütmek için gerekli sessizlik. İkincisi Narin Güran dosyasında özel bir boyut kazanan, kısa süre içinde bir “karine” haline gelerek masumiyet karinesini yok eden “aile fertlerinin (hatta bütün köyün) sessiz kalarak suçu gizlediği” iddiasında dillendirilen sessizlik. İlk sessizlik kuralının gereği neredeyse bütün medya, bürokrasi, siyaset ehli ve “sosyal medya kullanıcıları” tarafından ihlal edildi, özellikle 31 Ağustos 2024’ten sonra. İkinci sessizlik konusunda ise başta avukatlar ve siyasetçiler olmak üzere ilgili-ilgisiz herkes tarafından “masumiyet karinesi” ve onun doğal bir uzantısı olan “susma hakkı”nın hiçe sayıldığı büyük bir koro oluşturuldu. Zaten ailenin sessizliğine dair vurgular, doğrudan doğruya susma hakkını ve masumiyet karinesini yok saymadan var olamazdı, öyle de oldu.

Sessizlik yargı için hayatidir. Duruşmalarda yargıçların “Sessizlik” talep etmeleri sadece duruşma disiplini için gerekli fiziki ortamı sağlama ile sınırlı değildir. Yargıda sessizlik, yürütülen soruşturmayı, görülen davayı en makul ve sarih biçimde sonuçlandırabilmek amacıyla, “konuşma”ların sadece öngörülmüş usuller çerçevesinde, belirlenmiş zaman dilimlerinde yapılmasını temin eden bir gerekliliktir. Adı konulmamış bir ilkedir. “Soruşturmanın gizliliği” bu sessizliği en üst düzeyde temin etmek için yasalaştırılmış bir kuraldır ve pratikte anlamı şudur: Soruşturma yetkilileri dışındaki kişilerin soruşturma sürecine, evrakına, bilgilerine müdahil olmasını engellemek; soruşturma yetkililerinin/görevlilerinin de bu evrakı, bilgiyi özenle korumasını temin etmek.

SESSİZLİK VE BİLGİ ALMA/VERME HAKKI GERİLİMİ

Bu sessizlik gereğiyle “bilgi alma ve verme hakkı” arasında bir gerilim, bir uyuşmazlık bulunur. Birçok durumda adli yetkililerin ya da adaletin idaresine de hükmeden siyasal/devletlu yetkililerin bu ilkeyi kötüye kullandıkları doğrudur, yargı alanındaki gizlilik kararlarına yönelik kamuoyunda refleks haline gelmiş tepkinin önemli nedenlerinden biridir bu. Fakat bu kötüye kullanma, ilkenin sorunlu olduğunu göstermez; gizliliğe riayetin gerektirdiği sessizlik ile yargılamanın aleniliği ilkesi ve bilgi alma/verme hakkı arasındaki denge ancak her vakanın kendi özellikleri içinde çözümlenebilir. Tıpkı “adalet”in kendisi gibi adalet tecellisine yönelik prosedürlerin her aşaması sürekli bir araştırma, inceleme, keşif ve vicdan muhasebesi ve sorumlulukla alınmış kararlarla tamamlanır. Adli yetkililer (siyasi otorite dahil) bu dengeyi her vakada yeniden kurmaya çalışmak, buna uygun mekanizmalar oluşturmak zorundadır. Bilgi alma-verme hakkını gözeterek, bilgilenme arzusunu tatmin ederek, beklemeyi, sabretmeyi gerektiren durumları iyi ve zamanında izah ederek işleyecek mekanizmalar. Doğru olan bu mekanizmaların da yine soruşturmayı yürüten savcılıklar tarafından oluşturulması ve denetlenmesidir. Söz alan başka her yetkili, gerçekte bu sessizlik ilkesinde gedik açacaktır.

Gazeteciler de bu kuşkusuz kurallarla bağlıdır; meslek gereği soruşturma sürecine ilişkin bir bilgiye ulaştıklarında, bunu otomatik olarak yayınlamak yerine “sessizlik gereği”ni gözeterek aynı muhasebeyi yapmak mecburiyetindedir: Kamu yararı hangisinde? Bilgiyi tutmakta mı yaymakta mı? Belki de bilgiyi sadece soruşturma yetkililerine iletmekte? Bilginin sahihliğine, sarihliğine yani teyidine yönelik araştırma gereğini saymıyorum bile. Kaba bir örnek: Ulaşılan bilgi adli birimlerin ya da siyasi otoritelerin adaletin tecellisini engellemeye yönelik girişimleriyse elbette bu yayınlanacaktır, gözaltında kayıpların, faili meçhullerin, paramiliter şiddetin hiç de tarih karışmış gibi görünmediği bir yerde yaşıyorsak bundan doğalı olamaz. Fakat ulaşılan bilginin yayılmasının faillerin kaçmasına, delil karartmasına, hem soruşturma aktörlerinin hem de kamuoyunun hatalı düşünce, görüş ve fikirlere kapılmasına yol açma ihtimali bulunduğunda “sessizlik” kuralına uymak gerecektir. Bu da gereklilik muhabirlerin bilgi toplama aşamasından başlayıp editoryal değerlendirme süreçlerinin tamamında gözetilmek zorundadır.

OLAY YERİ GÖSTERİ YERİ DEĞİLDİR

Bu kuralın gereklerinden biri de elbette olay yerinin ve inceleme, araştırma, soruşturma mahallerinin sükunetle çalışmayı mümkün kılacak mertebede yalıtılmasıdır. Narin Güran vakasında sessizliğin ve sükunetin bu boyutuna hiç uyulmadığı açık bir gerçek. İlk gün değilse bile ikinci günden itibaren sayısız gazeteci, siyasetçi, hukukçu köye akın etti ve bireysel girişimcilerden ulusal yayın yapan televizyon kanallarına kadar neredeyse her an yayınlar yapıldı. Güranların evleri ziyaretçi kaynadı.

Vakanın kamusal karakteri, ilk andan itibaren medyayı işin içine çekecekti doğal olarak; ilk görünüş itibarıyla siyasetçilerin ve hukukçuların akın etmesi de “anlaşılır” yanlar taşıyordu. Ne var ki bunların büyük çoğunluğunun “sessizlik” ilkesine uyduğunu söylemek imkânsız, hatta tam tersi, köye giden herkes “konuşmaya”, “bilgi toplamaya ve yaymaya”, dahası soruşturmanın doğrudan içeriğine dair bilgileri filtresiz biçimde, anı anına yaymaya gayret gösterdi. Gidemeyenler de stüdyolarda, editör masalarında senaryolar, teoriler üretti, en tembelleri bu üretimleri kimi zaman doğrudan, kimi zaman meşrebine göre eğip bükerek kopyalayıp yaydı.

ACILARDAN ŞOV ÇIKARMAK

En vahimi de “yayılırken” bilgilerin tahrif edilmesiydi; dünkü bölümde ele aldığım “Köpek/Eziyet/Sigara/Esrar” meselesi bunlardan ilkiydi. Ne yazık ki tek örnek olarak kalmadı. Köpek meselesindeki tek sorun, Yüksel Güran’ın sözlerinin mesleki açıdan utanç verici biçimde tahrif edilmesi değildi, gerçekte o benzeri söyleşiler ve programların kendisi özellikle de bu tür durumlarda ciddi sorunlar barındırır. Konu “yargı faaliyeti” ise özellikle gazetecilerin riayet edilmesi gereken kurallar kümesi bize şunu söyler: Vahim ve acı verici bir vakada, hele bu ciddi ve özenli bir soruşturma gerektiren bir cinayet ya da bir çocuğun kaybı ise, maktulün ya da kaybın yakınlarıyla ulu orta konuşulmaz, rast gele söyleşi yapılmaz, sözler denetimsiz yayınlanmaz. Bunu söylediğimizde ilk tepkiyi herkes tahmin eder: Madem öyle anne niye çıkıyor televizyona? Kurumların ve kişilerin söz konusu olduğu ortamda önce kişilerin “kusur”larını değil, kurumların kusurlarını esas almazsak hiç yol yürüyemeyiz. Acı içindeki kişiler ne yapacaklarını bilemezler, ne zaman konuşacaklarını, ne zaman susacaklarını bilemezler, sözlerinin nereye gideceğini, susmalarının nereye gideceğini bilemezler. Uçan kuştan medet umarlar. En ufak bir kusurları, suçları, hataları olmasa bile bunları bilemezler. Muhabirler, editörler, programcılar ise bilmek zorundadır. Yani hata sözlerin çarpıtılmasından ibaret değildir, Yüksel Güran’ın her fırsatta programlara alınması bile kendi başına ciddi bir sorumsuzluktur. Elbette adli merciler ve siyasal otorite bu meseleler hakkında da önleyici tutumlar geliştirmek zorundadır; elbette yasak getirmeleri gerekir demiyorum ama örneğin bu vakada temasta oldukları aile bireylerini, bu tutumların zarara yol açacağı yönünde bilgilendirmeleri, uyarmaları gerekliydi. Soruşturma sürecine ilişkin kamuya bilgi akışını belli bir disiplin içinde yapılmasını sağlamak gerekliydi, her vakada gereklidir.

İKİNCİ SESSİZLİK: SUSMA HAKKI, MASUMİYET KARİNESİ

İkinci sessizlik meselesi, hayli erken bir zamanda ortaya çıkan ve tek başına ciddi bir gürültü kaynağı haline gelen bir iddiayla ilgiliydi: “Aile bir şeyler biliyor ama susuyor. Anne biliyor ama susuyor. Köy biliyor ama susuyor.” Nevzat’ın yakalanmasından yani 8 Eylül 2024’ten sonra bu “sessizlik” bir karine haline geldi; öyle ki parti liderleri, insan hakları savunucuları, her cinsten hukukçu, emekli emeksiz “bilirkişiler”, analistler, teorisyenler nutuklar atıyor, programlarda şehvetle tezlerini ayrıntılandırıyor, makaleler yazıyordu ve elbette milyonlarca kişi paylaşımlarda bulunuyordu, bu karine düzeyine yükseltilmiş argümanın heyecanıyla.

Bu “sessizlik” karinesi, bir başka “sessizlik” meselesini örttü çok erkenden; o da suçlananların “sessiz kalma” hakkıydı, yani susma hakkı. Genel kültür içindeki “susmak ikrardan gelir” şiarı, ceza yargısındaki “susmak inkar etmektir” kaidesini çöpe atıyordu böylece; yani ceza yargısı ilkesi kamusal kültürel eğilime yenik düştü. Nedir ilke? Susma hakkı ne demektir? Susma hakkı, masumiyet karinesine yaslanır; suçlanan, kuşkulu bulunan kişinin suçunu kanıtlamak için gerekli ve yeterli delilleri bulmak soruşturmacıların/kovuşturmacıların görevidir. Anayasa’daki “kimse kendi aleyhine delil vermeye zorlanamaz” ifadesi bunun en üst düzeydeki teyitlerinden biridir; aksi işkenceyi olağan hale getirmek demektir. Masumiyet karinesi ve susma hakkını koruyan mekanizmalardan biri de “ihsası rey” yasağıdır, adalet bir araştırma, inceleme, düşünme, muhakeme yürütme işiyse ve hükümden önce “dellileri vicdani kanaatine göre serbestçe” taktir edecekse, prosedürler tamamlanmadan o kanaatin işaretini veremez, aksi masumiyet karinesinin görmezden gelinmesidir. İhsası rey kurum olarak yargıçlar için düşünülmüşse de gerçekte tıpkı sessizlik meselesi gibi herkesi ilgilendiren bir yan içerir: o prosedürler, süreçler tamamlanmadan kimsenin kimseyi suçlu ilan etmeye, masumiyet karinesini görmezden gelmeye hakkı yoktur. (Masumiyet karinesinin ihlali meselesi 8 Eylül’den sonra özellikle üst düzeye çıktı, gelecek bölümlerde işin bu kısmına yeniden döneceğim.

İLK SIZMA: KAYALIKLARDAKİ KAN ve VALİLİK AÇIKLAMASI

Şimdi artık Narin vakasında kamusal alanda sessizliği bozan üç farklı meseleye daha gelebiliriz: İlki çok basit görünen bir mesele, “kayalıklardaki kan” meselesi. Diğer ikisi ise 31 Ağustos sonrası fırtınanın habercisi olan, köpek meselesinden farklı olarak artık adli mercilerin de işin içinde olduğu Enes Güran’ın (gözündeki morluk, kolundaki ısırık izi) nedeniyle gözaltına alınması, ikincisi de amca Salim Güran’ın gözaltına alınmasına eşlik eden “arabasında DNA bulundu” haberleri.

Kayalıklardaki kan meselesinden başlayalım: Ağustos’un 28’ine kadar gazeteler, televizyonlar ve siteler aslında fazla “haber” yapabilmiş değildi, köyde geziliyor, dolaşılıyor, birileri bulunup ekrana alınıyor, bu iş niye bu kadar gecikti minvalinde nutuklar kuruluyor, sabırlı olun az kaldı cevapları aynı anda veriliyordu.

“Haber”e benzeyen ilk şey, Güranların evine yakın bir kayalığın üstünde kan izleri bulunduğu bilgisinin yazılıp çizilmesiydi. Haberler pek de yayılmadan Diyarbakır Valiliği, 25 Ağustos’ta bir açıklama yaptı: kritik kısmı şuydu:

“Kayıp olarak aranan Narin GÜRAN’ın evine yakın bir bölgedeki kayalıklar üzerinde kayıp kız çocuğuna ait olduğu iddia edilen kan lekelerinin bulunduğu şeklinde haber ve paylaşımların yer aldığı görülmüştür. Kayalıklar üzerinde bulunan kan lekesinin mahalle sakinlerinden bir çocuğun burnunun kanaması sonucu meydana geldiği tespit edilmiştir.”

Burada iki noktayı net ederek diğer iki meseleye geçelim: Kayalıklarda kan bulunduğu ve bunun incelenmeye alındığı bilgisini kim vermişti? Kolluk elbette. Yani gizliliği/sessizliği koruma yükümlülüğüne aykırı bir “sızıntı” vardı içerden. İkinci nokta: Valilik niye açıklama ihtiyacı duymuştu? İlk anda, “demek ki resmi bilgileri/açıklamaları bundan sonra valilikten alacağız” intibaı uyansa bile kısa sürede öyle olmadığı da anlaşılacaktı. Açıklama yaparak “sızma”dan rahatsızlığını dile getirmişti belki de.

İKİNCİ SIZMA: ENES’İN KOLUNDAKİ DİŞ İZİ

Kolluk, daha ilk günden itibaren aile bireyleri dahil çok sayıda kişinin “bilgisine başvurmuş”tu, sorgulama değil ama “bilgi notları”yla sonuçlanan “bilgi amaçlı görüşmeler”, “mülakatlar” yapılmıştı. Türkiye’de kolluğun çok sevdiği “mülakat” aslında ceza muhakeme usulünde yoktur. Anayasa Mahkemesi, 14 Ocak 2025 tarihli Helin Yusuf kararında (başvuru no 2020/14678) bu yöntemi eleştirmiş ve bu yönteme dayalı tutanakların delil değeri taşımadığına hükmederken şöyle der: Başvurucunun, ceza muhakemesinde yeri olmayan “mülakat” usulüne göre elde edilen beyanlarının yargılama aşamalarındaki ifadeleri ile doğrulanamadığı dikkate alındığında….  başvurucu hakkında silahlı terör örgütü üyeliği suçundan kurulan hükümde bahsi geçen dijital verilerin tek olmasa da belirleyici nitelikte delil olduğu anlaşılmaktadır.”

(Kararın tamamı için: https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/14678 )

Kolluğun yasalarda öngörülmeyen bu tür notlamalar ve mülakatları yöntem haline getirmesinin taşıdığı ciddi hukuki sorunları tartışmayı sonraki bölümlere bırakarak, sessizlik meselesine odaklanalım:

Kolluk çok erken bir tarihte, 23-24 Ağustos’ta Enes Güran ile “mülakat” yapmıştı. Gözünde morluk fark edilmiş, ardından kolunda ısırık olduğu görülmüştü. Çok sonra yayınlanan Adli Tıp Raporu’nda Enes’in fotoğraflarında görülen tarih 25 Ağustos’tu. Fakat kamuoyu Enes’in resmi olarak gözaltına alındığını 28 Ağustos’ta öğrendi, bir gün sonra bu bilgi iyice yayıldı, “bomba detaylar” türü kışkırtıcı başlıklar tercih edilmeye başlandı. Enes 29 Ağustos’ta serbest bırakıldı. Adli Tıp, ısırık izinin Narin Güran’a ait olmadığını tespit etmişti. Bu ikinci “sızıntı”, çalışmanın birinci bölümünde ele aldığım “Köpeğe eziyet/sigara(esrar)” meselesiyle birlikte ele alınarak, “okların Enes’i gösterdiği” yönündeki yayınların önünü açacaktı; ilerleyen zamanda iğrençlikte sınır tanımayacak senaryoların kapısı açılmıştı, ilki: Narin, Enes ve arkadaşlarını köpeğe bir şey yaparken gördü ve…

Adli Tıp ısırık izinin Narin’e ait olmadığını belirlemişti ama bu basit bilgiye rağmen haberler karma karışıktı: Hepsinde DNA örneği bulunamadığı ve diş izinin Narin’e ait olmadığının tespit edildiği belirtiliyordu ama kimi zaman yine aynı haberde gerçek tespit için Narin’in bulunması gerektiğine dikkat çekiliyordu. Hepsinde “ortaya çıkan önemli bir ayrıntı”dan bahsediliyordu: Enes üç kere banyo yaptığı için DNA bulunamamıştı. Bu bilgi kiminde “kamuoyuna yansıdığı gibi” denilerek veriliyordu, kiminde “Adli Tıp’ın raporundaki bilgi” olarak dile getiriliyordu. Uzmanlar diş izlerinin önemini anlatıyordu, bir “detektif” vaktiyle bir olayı diş izinden çözdüğünü söylüyordu. Detektif, emekli polis, kriminoloji uzmanı borsası da açılmıştı böylece.

Şu linklerdeki üç haber, “gazeteciliğe azami riayet”le yazılmış olanlarıydı ve belirttiğim sorunlar hemen hepsinde ortaktı:

(Sabah: https://www.sabah.com.tr/galeri/yasam/son-dakika-diyarbakirda-kaybolan-narin-bulundu-mu-narin-guran-yasiyor-mu-abisinin-kolunda-dis-izleri-cikti/19 )

(gazetepencere: https://www.gazetepencere.com/gundem/kayip-narin-olayinda-sicak-gelisme-anne-ve-baba-karakola-cagrildi-628614h )

https://www.takvim.com.tr/video/haber-videolari/kayip-narin-olayinda-dis-detayi-dedektif-yorumladi-dis-izinden-bir-cinayet-cozmustum )

Bu haberler üç aşağı beş yukarı sayısız gazetede/sitede yer aldı; “sosyal medya” işi iyice ileri götürmeye başlamış, bu haberlere rağmen “Diş izleri Narin’e ait çıktı” paylaşımları gecikmeyecekti.

KOMUTAN VE BAKAN’IN SÖZLERİ

Burada temeldeki en önemli sorun aslında bu bilgilerin “sızması”ydı, Ağustos itibarıyla o kadar önemli görünmeyecek bir “sızma”ydı belki ama kolluk üzerinden gazetecilere bilgi akışı yine eylül ayında tamamen denetimsiz bir hal alacaktı. Gürültü yükselmeye başlarken gelen “resmi açıklamalar”, açıklayanın maksadı ne olursa olsun, oluşturulmaya başlanan “teorilere” kanıt olarak kullanılacaktı. Enes Güran’ın gözaltına alındığını öğrendiğimiz 28 Ağustos günü İl Jandarma Komutanı “sonuca çok yaklaştıklarını” açıklıyordu:

“Elimizde deliller var, ifadeler var. Narin’in dakika dakika köydeki hareketlerini kayıt altına aldık. Deliller üzerinde yürüyoruz, sonuca çok yaklaştık. Biz olayı ister istemez adli vaka olarak görüyoruz. Biz bütün ihtimalleri değerlendiriyoruz.”

Komutan bir tür “halkla ilişkiler” faaliyeti yapıyordu: Arama çalışmaları kapsamında 12 bin 565 araç ile 32 bin 952 kişi sorgulanmıştı, 44’ü jandarma 3’ü polis bölgesi olmak üzere 47 ev ile 22 metruk binada uzman ekipler tarafından arama yapılmıştı, 16 plaka tanıma sistemiyle 78 kamera incelenmişti, sekizi şüpheli, 58’i tanık 66 kişinin ifadesine başvurulmuştu. Niye bulunamıyor, feryatlarına karşı bir açıklamaydı besbelli, ne kadar kapsamlı biçimde çalışıldığını anlatıyor, yani eleştirel baskıya karşı ekibini ve kendisini korumaya gayret ediyordu.

Açıklama kervanına aynı gün Adalet Bakanı da dahil olacaktı, bakanın sözlerinde bir sorun yoktu, o da bir kişinin gözaltına olduğu bilgisini veriyordu, her ayrıntı inceleniyor diyordu, Narin’in bir an önce sağ salim bulunmasını temenni ediyordu.

25-28 Ağustos arasındaki üç açıklamayı birlikte ele alabiliriz artık:

Jandarma komutanı konuşuyor, vali konuşuyor, bakan konuşuyor. Vali jandarmanın doğrudan mülki amiri, bakan da valinin hem bürokratik hem de siyasi üstü. Bu durumun kendisi “sessizlik kuralı”nda gedik açma kapasitesine sahiptir. Elbette kamuoyunu bilgilendirmek gereklidir, fakat soruşturmayı yürüten savcılık dururken jandarma komutanının konuşması, valiliğin açıklama yapması, bakanın beyanat vermesi daima sorunlara gebedir, en önemli sorun da “sessizlik gereği”nin zarar görmesidir. Ne var ki “yargı bağımsızlığı”nın hiç önemsenmediği bir iklimde siyasetçiler ve üst düzey bürokratların irili ufaklı, siyasi ya da adli her davada öne atılmasına zaten alışkınız; bu huy bu müdahalelerdeki sorunu gözden kaçırmaya da alıştırıyor insanı. Oysa bürokratik amirlerin ya da siyasi otoritelerin sözleri, “kamu ile paylaşılmış bilgi” olmaktan çok kamuoyunu etkilemeye yönelik girişimler olmaya adaydır hemen her zaman, yargının o kadar da bağımsız olmadığının itirafı gibidir.

Üç açıklama içinde jandarma komutanının açıklaması bu bakımdan özel önem taşıyor: “Sonuca çok yaklaştık. Elimizde önemli deliller var.” Doğal olarak komutanın sözleri, gözaltına olduğu öğrenilen Enes Güran’ı işaret ettiği yönünde yorumlanacaktı, bakanın sözleri de bunun teyidiydi. 31 Ağustos’ta amca Salim Güran’ın gözaltına alınmasıyla bu işaretin menzili genişleyecekti. Bakanın Eylül başından itibaren söyledikleri buradaki sorunu daha görünür kılacaktı, “Bakan” yani siyasi otorite “suçluları” işaret ediyordu.

SESSİZLİK İÇİN NAFİLE GİRİŞİM: YAYIN YASAĞI

Elbette açıklamalar siyasi atmosferle yakından bağlantılıydı, 24 Ağustos 2024 tarihinde DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Ceylan Akça, arama çalışmalarının en kritik saatinde köyde elektrik kesilmesini kuşkulu buluyor, “Olası faillere rahat hareket etme imkanı tanıyacak bir kesintiyi kabul etmiyoruz” diyordu; ilgili haberlerle etkileşim içindeki paylaşımlar kolayca tahmin edileceği gibi nefretle doluydu. 27 Ağustos 2024’te HÜDA PAR Genel Başkan Vekili, Güran ailesini ziyaret ediyor, yetkililerle diyalogunun süreceğini söylüyordu; bir iki gün içinde bu ziyaret “ailenin niteliği hakkında bir gösterge” sayılarak eleştirilmeye başlandı, eylül başında ise mesele Hizbullah’a kadar götürülerek gürültünün en önemli kaynaklarından birine dönüştü.

Diyarbakır Savcılığı, “sızıntı”lardan kaynaklanan haberlerin yaygınlaşmaya başlaması üzerine 29 Ağustos’ta yayın yasağı talep etti; Diyarbakır 5 Sulh Ceza aynı gün yasak kararı verdi. RTÜK Başkanı da yasağa dayanarak şu uyarıyı yaptı: “Medyanın teyit edilmemiş bilgileri paylaşması, çeşitli her iddiayı haberleştirmesi konusu çocuk olan bir olayın hassasiyetini zedelemektedir. Söz konusu ailenin korunması, araştırmaların etkin bir şekilde yürütülmesi açısından getirilen yayın yasağına tüm yayıncılarımızın riayet etmesini önemle rica ediyoruz.” Sessizliği temin için gerekli kurumların olmadığı ya da çalışmadığı bir ortamda bu girişim, bizzat sessizliği korumakla görevli/yetkili olanların ihlalde sakınca görmediği gerçeğiyle beraber işlevsiz bir bürokratik çaba, yani gecikmiş bir sessizlik duası olmaktan öteye gidemeyecekti. Üstelik yasak kararının kendisi, devletin bu konudaki kötü sicilinin de etkisiyle, yeni senaryoların bir unsuru olarak işlev görecekti.

Bu “üvertür” niteliğindeki üç vakadan üçüncüyle bağlı, ama öncekilerden kat kat etkili çok önemli bir gelişme Salim Güran’ın gözaltında alındığı 31 Ağustos 2024 günü meydana geldi. Facebook’ta “Murat Çınar Çatalca” kullanıcı adıyla yapılan bir paylaşım ve ardından bu paylaşımın haberleştirilme biçimi işlerin çığırından çıkmasını sağlayacaktı. Hem benim çalışmam açısından hem dosyanın gidişatı açısından çok kritik ve ayrıntılı incelenmesi gereken bu vakayı, Salim Güran hakkındaki diğer haber ve beyanatlarla birlikte üçüncü bölümde ele alacağım. En kısa sürede buluşmak üzere.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.