Uzun yıllar Kıbrıs’ta barış çalışmaları içinde bulunmuş ama başarısız olmuş barışseverler grubunun üyelerinden biri olarak Türkiye’deki sürece nasıl bir katkım olabilir diye düşünüyorum. Başarısız olduk diyorum ama pek çok ilerleme sağladığımız, duvarlarda gedikler açtığımız, barış kültürünün inşasında önemli bir rol oynadığımız da inkâr edilemez. Ben kendi deneyimlerimden hareketle yaşanan sürece belki küçük bir katkı sağlar diye bazı önerilerde bulunacağım.
Öncelikle Devlet Bahçeli’nin girişimine kuşkuyla ya da ağızları açık bakanlara söylediğim bir şey var; Olması gereken tam da bu. Barış süreci en uçtakinin, en imkânsız gibi görünenin şu veya bu biçimde içeriye çekilmesiyle başlar ya da tamamlanır. Bu oldukça hassas bir konu diğer yandan ise tam ters uçtaki bir sembolün süreç içindeki varlığı gerçek barışseverlerin kafasını bulandırıp onları uzaklaştıracak, kuşkulu bir ortamın doğmasına yol açabilecektir. Ayrıca deneyimler böylesi figürlerle uzun bir yol yürünemeyeceğini göstermektedir.
Bugünkü etkinliği (5 Temmuz’da İstanbul’da düzenlenen “Aydınlar Barışı Tartışıyor” etkinliği) çevremdeki bazı arkadaşlara duyurmaya çalıştığımda doğrusu yüzüme sert bir tokat yemiş gibi oldum. Bunu sanki bir barış değil de ihanet süreci gibi gördüklerini üzüntüyle fark ettim. Muktedirin ömrünü uzatma, onu iktidarda tutma girişimi gibi algılıyorlar süreci. Böylesi bir anlatı ne yazık ki bir kesimde egemen olma yolunda. Ben onlara içinde barış sözü geçen her girişim desteklenmeye değer diyorum yalnızca.
Bence bu zararlı anlatıya karşı doğru ve net bir anlatı geliştirmek önemli. İyi bir senaryo bir paragrafta özetlenebilen bir senaryodur demişti bana bir zamanlar bir yönetmen arkadaşım. Kimsenin itiraz edemeyeceği bir paragrafa ihtiyacımız var. İnsanların kalbine dokunacak, kuşkularını yok edecek bir paragrafa.
Öncelikle barış çalışmalarında kullanılan bir terminoloji var, Track 1 Track 2 diye. Türkçeye 1. Kulvar, 2. Kulvar gibi mi çevrilmeli bilemedim. Önceden çeviren biri vardır belki.
Birinci Kulvar daha resmi görüşmelerin olduğu alanı kapsıyor. Yani hükümetler düzeyindeki, diplomasiyi içeren görüşmeleri ve bu alanda çalışan kişileri
İkinci Kulvar resmi olmayan barış diplomasisini yürüten kişileri kapsıyor. Akademisyenler, sivil toplum kuruluşları, eski bürokratlar gibi kişi ve kurumları.
Üçüncü Kulvar ekonomik alandaki kişileri iş adamları ve tüccarları, barışın getireceği ekonomik olanakları konuşacak kişileri kapsıyor.
Dördüncü Kulvar Kıbrıs’ta dini liderler ve inanç gruplarını kapsıyor. Müftü ve Başpiskopos’un yaptığı görüşmeleri yani
Beşinci Kulvar Ararştırma ve eğitimi kapsıyor. Buna entelektüel çekirdek de deniyor.
Altıncı Kulvar ise aktivizm, bilinçlendirme çalışmalarını içeren barış inisiyatifleri için kullanılıyor.
Bunun dışında Yurttaş Diplomasisi diye bir kavram var. Bağımsız yurttaş gruplarının bir araya gelip yaptıkları barış çalışmaları anlatmak için kullanılıyor bu.
Ben konuşmamın devamını bazı başlıklar altında sürdüreceğim. Çatışma kültürüyle, çatışmayla kimlik bulanların kurduğu anlatılarla nasıl başa çıkılabileceği konusunda bazı kafa yorma girişimleri olacak bunlar. Tabii ki ben Kıbrıs’taki deneyimlerden hareketle anlatacağım bunları, belli noktalarda esin olabilir umuduyla.
Düşman diye nitelenenin bir yüzü var. Takılan maskeyi indirin.
Kıbrıs’ta sıfır iletişim sürecinin yaşandığı dönemlerde hayatlarında bir Kıbrıslı Rum ya da Kıbrıslı Türk’ün yüzünü görmemiş çocuklar ve gençlerle doluydu ada. Kamuoyu yoklamalarında yaş ilerledikçe adanın yeniden birleşmesi ve barış isteyenlerin oranı artıyordu. Daha önce birbirine silah çekmiş bu kuşak paradoksal olarak yakınlaşmaya çatışma yaşanırken doğmamış ya da çocuk olan kuşaktan daha yakındı. Kadınlar Eve Dönüyor hareketi ile sınırı zorlayan kadınların bir kısmı tutuklanmıştı. Aralarında hamile kadınlar da vardı. Tesadüf o gün ben bir doktor muayenesindeyken jinekoloğa acil bir haber gelmişti. Tutuklanan hamile bir Rum kadın için acilen hapishaneye çağrılıyordu. Sol kesimden biri olmasına rağmen “Hamilesin, sınırda ne işin var “diye söylenmeye başladığını anımsıyorum. Daha sonra motosikletliler çıktı ortaya. Protesto için çelik başlıkları ile sınırda belirdiler. Bu olaylardan birkaç yıl sonraydı sanırım Ara Bölge’de BM temsilcisi öncülüğünde ilk kez bir barış buluşması gerçekleşecekti. 5-6 yaşlarındaki yeğenim Mustafa’yı oraya götürmeye karar vermiştim. Mustafa’ya “Rumlar nasıl insanlar, neye benziyorlar sence?” diye sorduğumda çizgi filmlerdeki bazı karakterleri anlamıştı adeta. Metal kafaları ve ellerinde silahları var diye. Mustafa’nın şimdi o etkinlikteki Rum çocuklarla ellerinde zeytin dalları tuttukları bir fotoğrafı var. Mustafa bir gün bana “Hala, bir Türk kadın bir Rum çocuk doğurabilir mi? diye sormuştu. Ben de doğurabilir Mustafa deyip hastanede Bir Türk ve Rum annenin yanlışlıkla değişen çocukları üzerine bir kurgu yapmıştım. Kıbrıslı Türk annenin yanlışlıkla aldığı Rum çocuk sonunda okula gider ve “Türküm, doğruyum, çalışkanım” der. Türk çocuk da “Rumum, doğruyum, çalışkanım mı der? diye sormuştu Mustafa. Şimdilerde Kıbrıslı Rum Melisa ile nişanlı. Melisa doktorasını tamamlayınca evlenmeyi düşünüyorlar.
Düşman diye nitelenenin bir hikayesi var. Onu dinleyin.
Hikayeleri paylaşmak dayatılan resmi anlatıları tersyüz ediyor. Sadece bizim haklılığımız ve karşı tarafın mağduriyeti üzerine kurulan anlatı karşı tarafın hikayesini dinleyince sarsılıyor. Bu düşman diye nitelenin, şeytanlaştırılanın da bizim gibi bir insan olduğunu, acılar çektiğini görmemizi sağlıyor. Karşılıklı olarak mağduriyet hikayelerini paylaşan Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar kucaklaşarak birlikte ağladığına çok kez tanık olmuşumdur. Resmi tarih anlatılarını, resmi kolektif belleği kıran bir şey oluyor bu. Birbirinin acıları için ağlamak bir çeşit katarsis aslında. “Onlar da acı çektiler. Karşılıklı olarak acı çektik” in kabulünden sonra “Bizim acılarımız onların acılarını döver. Biz daha mağduruz” a geçiliyor. O yüzden acı paylaşımı bireysel olmalı. Yani Maria Ayşe’nin omuzunda, Mehmet Yorgos’un omuzunda ağladığında çok daha özel bir bağ oluyor bu. Aidiyet bir insanlık aidiyeti oluyor o zaman.
Olumlu hikayeleri yaygınlaştırıp ödüllendirin.
Çatışma sürecinde yaşanan pek çok yardımlaşma ve dayanışma hikayesi var. Birbirinin hayatını kurtaranlar, sempati gösterip iyilikle davrananlar. Kıbrıs’ta bir belgesele de dönüşen Süt Babam hikayesi bunlardan biri. Sayısız hikâye var bu konuda. Katliamlarda tüm ailesini yitiren iki taraftan iki çocuk yıllar sonra kucaklaşıyorlar ve adayı dolaşıp hikayelerini anlatıyorlar. Yönetiminde bulunduğum Kıbrıs Barış Konseyi adına ödül verdik onlara.
Markalardan kurtulun. Şeytanlaştırılmış idol ve sembollerin karşı taraf için anlamını öğrenin. Anlayın yeter. Anlamak anlaşmak değildir ama anlanana iyi gelir.
İki tarafın birbirine taktığı markalar, birbiriyle çatışan idolleri ve sembolleri var. Birinin kahramanı ötekinin haini durumunda. Sembollerle ilgili şöyle yazmıştım bir zamanlar:
Sembollerle ilgili sevgi, tutkunluk, birleştiricilik gibi olumlu duygular çatışma sistemi içinde başkalarına yönelik nefret ve düşmanlığın araçları haline gelirler. Sembollerin kendileri, dokunulmazlıkları ve yücelikleriyle bu korkuyla ilişkilenirler ve kendilerine itaati talep eden otoriter pozisyonlar kazanırlar… Sembollere tutkun olanlar genellikle itaatkâr insanlardır. Bu tapınma ilişkisi rahatlatıcı ve güven vericidir. Sembol insana ilişkin iki temel ihtiyacı, güvenlik ve kimlik ihtiyacını tatmin eder… Örneğin milli bir sembol olarak bayrak kimliğin bir ifadesidir. Kurulan aidiyet ilişkisi insana bir ad ve konum verir. Bu sembole itaat kişisel güvenlik için bir önkoşuldur. Ona itaat ederek bir bütünün parçası olunur ve yalnızlıktan, belirsizlikten kurtulunur… İtaatsizlik ise tam tersine can güvenliğini kesin bir tehdit altına atmak demektir.
İnsanın özgürleşmesi ve sembol arasındaki ilişkinin ters orantılı olduğu söylenebilir. Buna rağmen, özgürleştiricilik iddiasıyla ortaya çıkan politik hareketler de kendi otoriter sembollerini yaratmaktan kurtulamamışlardır.
Belki otuz yıl önce yazmışım bunu. Şu an biraz daha farklı bakıyorum. Sembollerle ve idollerle ilişkilenen duyguları kabul etmekten yanayım artık. Ötekinin sembolünü bir tehdit olarak görmek yerine onunla barışmak, onun bu sembolle ilişkisini anlamlandırıp bir mesafeden kabullenmek daha uygun sanki.
Yalan dağını yıkın ki ardındaki denizi görebilesiniz.
En tehlikeli yalanlar herkesin üzerine mutabık olduğu yalanlardır. Yalan işlevini öylesine iyi görmüştür ki sorgulanmaz bile. Sonra o yalan üzerine sayısız teori ve hikâye inşa edilir. İşte o yalanı yıkarsan üstündeki kule de çöker. Yalanı yıkmak için örnekler ve kanıtlar gereklidir. Özellikle çok eski vakalar için biraz zordur bu ama imkânsız değildir. Bazen de kısmi bir doğru ve bir yorumlama problemidir söz konusu olan. Önemli olan tarihimiz denen şeyin kimi zaman üzerinde uzlaştığımız bazı yalanlar olduğunun bilincinde olmak ve bize sunulan anlatıların sorgulanabilir olduğunun ayırdına varmaktır. Çok emin olduğumuzun bile aslında bir yalan olabileceği bilinci önemlidir. Hala ona inanmaya devam etsek de çok keskin bir inanç olmayacaktır artık bu. Manipülasyonun çatışmanın önemli bir parçası olduğu bilinci dahi önemlidir.
Gelecek geçmişten daha önemlidir.
Geçmişin acıları, hataları ve sevapları ile yüzleşme süreci geleceğin, barış projesinin önünü kesmemelidir. Yaşanan yaşanmıştır. Onu sürekli anımsayıp tekrarlamak gölgesini de uzun süre yaşamayı getirecektir. Yas bir noktada tamamlanmalıdır. Yasın tamamlanabilmesi için yapılması gerekenler de atlanmamalıdır. Kaybedilenlerin anısı yaşatılmalı, saygı ve sevgiyle kolektifin belleğine işlenmelidir. Anıtlar, müzeler, yitirilenlerin isimlerinin şehirlerin belli yerlerinde yaşatılması gibi şeyler aklıma gelen. Karşılıklı olarak birbirinin ölülerine, kayıplarına saygı göstermek de oldukça önemli.
Doğru iletişimi kurabilmek
Martin Luther King’in bir konuşmasında söylediği çok sevdiğim bir sözü var:
İnsanlar birbirlerinden nefret ediyorlar çünkü birbirlerinden korkuyorlar. İnsanlar birbirlerinden korkuyorlar çünkü birbirlerini tanımıyorlar. İnsanlar birbirlerini tanımıyorlar çünkü iletişim kuramıyorlar.
İletişim konusunda sayısız atölye yaptık Kıbrıs’ta. Karşıdakini sakince dinlemek, sorular sorarak gerçekte ne kastettiğinden emin olmak, derdini doğru biçimde karşıdakini tetiklemeden, onun hassasiyetleri ve kutsallarına dokunmadan ifade etmek üzerine. Hemen kavgaya dönüşebilecek, bir yere varması mümkün görünmeyen tartışmaları böylelikle yürütebildik.
Bozguncu unsurlar, zor kişiliklerle başa çıkabilmek
Barışseverler barış gruplarında kavga ediyorlar. Kesin bilgi. Barış öncelikle kendi içimizde yaşayabileceğimiz bir duygu. Kendimizi bir barışsever olarak yeniden inşa etmeliyiz. Çatışma kültürü bizim içimize de sirayet etmiş durumda. İletişimde yaptığımız hataları düzeltmeye çalışmalıyız.
Bazı insanlarla başa çıkmak gerçekten zordur. Belki de başka bir ajanda ile aramızdadırlar. Tartışma ortamını kuralları belli bir esneklikle belirlendiğinde ve tartışmalar hedefe yoğunlaştığında bir ölçüde başa çıkılabilir bununla.
Dişil enerji
DEM bu konuda örnek gösterilecek partilerden biri. Kadınlar küçük bir destekle muhteşem şeyler yapabiliyorlar. Savaş ne kadar eril enerji ile ilgiliyse barış da dişil enerji ile ilişkili.
Öneri: Akil Kadınlar ya da Barış Kadınları
Çözüm ve Barışı birbirini destekleyen iki ayrı alan olarak ele almakta yarar var. Çözüm resmi düzeyde sağlanan bir anlaşma ile olur, barış süreci ise çok uzun bir süreçtir ve barış sürecinin birinci hedefi gençlerdir. Gençlerle yapılacak atölye çalışmaları, barış şenlikleri, barış konserleri son derece önemlidir.
Editörün notu: Bu yazı Neşe Yaşın’ın DEM Parti İstanbul Dil Kültür Sanat Komisyonu tarafından düzenlenen, “Aydınlar ve sanatçılar barışı konuşuyor” konulu panelindeki konuşmasından alınmıştır.