Orta Doğu, tarih boyunca epistemolojik bir gerilim hattı üzerinde şekillenmiş ve bu gerilim bölgenin toplumsal, kültürel ve düşünsel yapısını derinden etkilemiştir. Kadim medeniyetlerin beşiği olarak anılan bu coğrafya, aynı zamanda semavi dinlerin doğuşuyla tinsellik ve epistemoloji arasındaki bağın koptuğu bir kriz alanına dönüşmüştür. Bu kriz, yalnızca dini ya da felsefi bir mesele değil, insanın varoluşsal hakikatine dair derin bir sorunsalı da çağrıştırmaktadır. Nietzsche’nin “yanlış başlangıçlar” olarak tanımladığı kuramsal sapmalar, Orta Doğu’nun tarihsel serüveninde tinsellik ve epistemoloji arasındaki kopuşun temelini çok narin bir şekilde oluşturmaktadır. Bu kopuş, yalnızca dini ya da felsefi bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal yapıların şekillenmesinde belirleyici bir epistemolojik kırılmayı ifade eder.
Buna karşın, Ur, Babil, Sümer, Asur ve Akad gibi kadim medeniyetler, yalnızca siyasi ve ekonomik düzenin öncüsü olmamış, aynı zamanda bilgi üretimi, aktarımı ve toplumsal örgütlenme biçimleriyle epistemolojik sürekliliğin temellerini atmıştır. Sümerlerin “Rahip Devleti”nin inşası, yazıyı icat etmesi, bilgi birikiminin nesiller boyunca aktarılmasını sağlarken Babil’in Hammurabi Kanunları, adaletin toplumsal düzenin temeli haline gelmesini sağlamıştır. Bu, Weber’in “rasyonel otorite” ve Habermas’ın “kamusal akıl” kavramlarıyla örtüşen bir şekilde, toplumsal ilişkilerin rasyonel bir temele oturtulmasını mümkün kılmıştır. Akadlar ise çok kültürlülüğü ve çokdilliliği yönetme becerileriyle, Edward Said’in “öteki” kavramını aşan bir kültürel entegrasyon modeli sunmuşlardır. Bu medeniyetlerin ortak özelliği, tinselliği toplumsal düzenle bütünleştirerek birey ve toplum arasında güçlü bir bağ kurmalarıdır.
Ancak bu epistemolojik süreklilik, semavi dinlerin yükselişiyle tinsellik ve epistemoloji arasındaki bağın kopması sonucu kesintiye uğramıştır. Nietzsche’nin eleştirisindeki gibi, tinsellik bireyin bu dünyadaki varoluşundan soyutlanmış ve aşkın bir ideale yönlendirilmiştir. Söz konusu bu dönüşüm, Weber’in “dünyadan el çekme” (Entweltlichung) kavramıyla ilişkilendirildiğinde, bireyin tinselliği bu dünyadan kopararak epistemolojik ve ontolojik bir yabancılaşmaya sürüklendiği görülür. Oysa Ur’un toplumsal düzeni, Babil’in Hammurabi Kanunlarıyla adaleti kurumsallaştırması ve Akadlar’ın kültürel çeşitlilikle “imparatorluk” kavramını geliştirmesi, insanlık tarihine eşsiz bir miras bırakmıştır. Bu medeniyetler, maddi ve manevi dünyayı bir arada tutarak tinsellik ve epistemolojiyi kopmaz bir bütünlük içinde ele almıştır.
Ne yazık ki, Semavi dinlerin doğuşuyla birlikte Orta Doğu, tinsellik ve epistemoloji arasındaki gerilim derinleşmiştir. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam, tinselliği aşkın bir ideale bağlayarak bireyin bu dünyadaki varoluşunu öte dünyaya yönlendirmiştir. Bu, tinselliği aktif bir özne olmaktan çıkarıp pasif bir teslimiyete dönüştürmüştür. Yahudilik’te Babil sürgünü sonrası monoteist kader anlayışı, Hristiyanlık’ta Augustinus’un determinist teolojisi ve İslam’da kadercilik tartışmaları, bireyin iradesini sınırlandırarak bu dünyayı bir nevi öte dünyaya hazırlık sahnesine indirgemiştir. Bu anlayış, tarih boyunca dinler arası çatışmalarda (örneğin Haçlı Seferleri) tinselliği birleştirici değil, ayrıştırıcı bir unsur haline getirmiştir. Tinselliğin bu kopuşu, insanın bu dünyayı değersiz bir imtihan alanı, öte dünyayı ise kutsal ve mükemmel bir ideal olarak görmesine neden olmuştur.
Bu yaklaşım, tinselliği anlam ve değer arayışından uzaklaştırmış; insanı, kaderin deterministik bir oyununda edilgen bir varlık haline getirmiştir. Nihayetinde, tinsellik ile ruhsallık arasındaki bağ kopmuş; bu iki boyut birbirine zıt unsurlar haline gelmiştir. Nietzsche, “Tanrı’nın ölümü” ile başlayan epistemolojik krizi, insanın varoluşsal bütünlüğünü yeniden inşa etme zorunluluğu olarak ele alır. Bu bağlamda, tinsellik ile ruhsallık arasındaki kopuş yalnızca bireysel bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal olanın tarihsel bir trajedisi olarak tarihi zan altında bırakır. Nietzsche’nin “üstinsan” kavramı, insanın kendi değerlerini yeniden yaratma gücüne yaptığı vurgu ile tinsellik ve ruhsallık arasındaki çatışmayı aşma potansiyelini taşımaktadır.
Dolayısıyla bu dönüş gerçekleşmediği sürece Orta Doğu toplumları, tinsellikten kopuşun yarattığı nihilizm ve anlamsızlık krizini aşamayacaktır. Bugün Orta Doğu’da yaşanan şiddet ve kaos, tinsellik ile ruhsallık arasındaki bu kopuşun bir sonucudur. Radikal ideolojiler, Nietzsche’nin ifade ettiği gibi, “Tanrı’nın ölümü” ile ortaya çıkan boşluğu doldurma çabasının bir yansımasıdır. Lakin bu çaba, insanın kendi varoluşsal hakikatine yabancılaşmasını daha da derinleştirmiştir. Semavi dinlerin radikal fertleri, ölmüş bir otoritenin eksikliğini gidermek adına şiddeti kutsallaştırmış ve tinsellik ile ruhsallık arasındaki gerilimi trajik bir boyuta taşımıştır.
Orta Doğu’nun epistemolojik krizini aşabilmesi için tinsellik ile ruhsallık arasındaki bağın yeniden kurulması kaçınılmaz bir zaruriyettir. Bu bağlamda, kökenlere dönüş bir nostalji ya da gerileme değil, insanın varoluşsal bütünlüğünü yeniden inşa etme çabasıdır. Zira, Nietzsche’nin “sonsuz dönüş” kavramı, tarihin bir tekrar değil, sürekli bir yeniden yaratım olduğunu varsaymaktadır. Tinsellikten kopuş, insanı hem doğadan hem de kendi manevi özünden yabancılaştırıcı bir mekanizma olarak işlevselleşir. Tinselliği aşkın bir ideale, ruhsallığı ise bireysel ve dünyevi kaygılara hapseder. Özünde mekanik bir doğa görüşü ve deterministik yaklaşımlar olan bu görme biçimi, evreni yalnızca bir sistem ya da kaderin sahnesi olarak algılayarak tinselliği bu dünyadan koparır; insanı anlamsızlık, nihilizm ve ruhsuzluk duygularına sürükler.
En kısa ifadeyle, belki de Orta Doğu’nun ana trajedisi budur. Çünkü dinlerin icadından bugüne yaşananlar yalnızca siyasi ya da toplumsal meseleler değil, aynı zamanda insan varoluşunun kökensel bir krizini işaret etmektedir. Bu krizin çözümü, tinsellik ve ruhsallık arasındaki uyumu yeniden kurarak insanın kendi varoluşuna yeniden anlam kazandırmasında yatmaktadır. Başka bir ifadeyle, başlangıç noktasına dönüş, bireysel bir kurtuluşun ötesinde, Orta Doğu toplumlarının epistemolojik ve ontolojik krizini aşması için bir alternatif yol sunmaktadır. Nietzsche’nin önerdiği “yeniden değer biçme,” tinsellik ile ruhsallık arasındaki bu çatışmayı çözmek için bir temel enstrüman sunmuştur. Yeniden bir değer biçme gerçekleşmediği sürece, ki bu tamamıyla bir transformasyon sürecidir, Orta Doğu’nun halkları, varoluş krizlerini derinleştirerek mezar taşlarını çoğaltmaya devam edeceklerdir. Ancak bu, yaşam mıdır yoksa yalnızca bir varoluşun gölgesi mi? Çünkü Nietzsche’nin dediği gibi, anlamın öldüğü yerde yaşam, sadece kaderin mekanik bir yankısıdır; ve yankılar, sessizliğin içinde kaybolmaya mahkûmdur.