Ortadoğu, dünyanın herhangi bir yerinde, iktidara gelenlerin kendi ülkesinden sonra haritasını masalarına açtıkları sancılı coğrafyadır.
Ortadoğu, son 30 yılda küresel sistemin en hızlı dönüşen, güç dağılımının en kırılgan olduğu ve jeopolitik rekabetin en yoğun yaşandığı bölge haline gelmiştir. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden başlayarak, “Arap baharı” ile devlet otoritelerinin çöküşü, vekâlet savaşları, IŞİD gibi radikal örgütlerin yükselişi, 15 yıllık iç savaştan sonra Suriye’de Esad hanedanlığının devrilmesi, İsrail-İran, Suudi-İran rekabetinin sertleşmesi ve ABD-Rusya-Çin arasındaki büyük güç mücadelesi, bölgesel mimariyi kökten değiştirmiştir. Bu yeni mimari, Türkiye’yi hem fırsatlar hem de risklerle çevrili stratejik bir alana sıkıştırmıştır.
Soru şudur: Türkiye, bu yeni mimaride yerini alabilecek midir?
Türkiye, kendisine dün’ü kaybettiren ideolojik ve siyasal tutumunda ısrar mı edecektir yoksa geçmişin hatalarından ders çıkarıp yeni yüzyılın bu karmaşık atmosferinde “uygar” bir yönelimi mi tercih edecektir? Bu sorulara verilecek cevaplar, çıkar çatışmalarının; herkes açısından günlük siyasetin, ucuz kayıkçı kavgalarının ötesinde olmak zorundadır. Zira nasıl tanımlanırsa tanımlansın, 100 yıl önce kurulan rejimin mevcut hal ile devam etme takati kalmamıştır. Sadece rejimin de değil, toplumu oluşturan hiçbir kesimin; Kürtlerin, Türklerin, kadınların, gençlerin, işçi ve emekçilerin de kalmamıştır. 100 yıldır ötelenen, yok sayılıp görmezden gelinen sorunlar, toplumu çürütmüş, deyim yerindeyse toplumsallıktan eser bırakmamıştır…
***
Bir ülkenin en ağır meseleleri sadece tarihin görünür katmanlarında değil, esas olarak toplumun bilinçaltında saklıdır. Türkiye’nin Kürt meselesi de tam olarak böyledir… “Kürt sorunu” denilen mesele, yüzyıl boyunca inkâr edilmiş, güvenlikçi politikalarla bastırılmış, toplumun en ufak, en insani talepleri dahi yok sayılıp görmezden gelinerek ötelenmiş, ama tüm bunlara rağmen, talepler hiçbir zaman yok olmamıştır. Aksine her baskılama girişiminin ardından daha karmaşık ve daha derin bir yapıya dönüşüp tarihsel bir olgu haline gelmiştir. Bu nedenle bugün Kürt meselesi üzerine düşünmek, yazmak ve konuşmak, yalnızca belirli bir etnik topluluğun yaşadıklarını anlatmak değildir: Bir yanıyla Türkiye’nin kuruluş zihniyetini, devlet-toplum ilişkisini, modernleşme macerasını, demokrasiyle kurduğu gergin ve çelişkili ilişkiyi, hatta devlet aklının bütün zaaflarını çözümlemek anlamına gelirken, öte yandan da yeni yüzyılın yeni düzleminde nasıl yer alabileceğini konuşmaktır…
Kuşkusuz ki, bu konuyu ele almak, tek bir perspektifle mümkün değildir. Zira en iyi niyetli olanın dahi halen de “Kürt sorunu” olarak tanımladığı, zihinlere Kürtlerin sorun olduğu şeklinde yerleştirilen mesele; tarihsel, sosyolojik, ekonomik, kültürel, ideolojik, jeopolitik, hatta psikolojik katmanlara sahiptir.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, bu mesele, Türkiye’nin kolektif vicdanına gömülü bir yaradır; Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, Cumhuriyetin kuruluşu ile sürekli kanayan, zaman zaman görünür olup ülkeyi sarsan, dönem dönem üzeri örtülen, ama asla kapanmayan bir yara. Çünkü Kürt meselesi dediğimiz mesele, sadece kültürel bir hak talebi değil; kolonyal bir idari mirasın, merkezileşmiş ulus-devlet inşasının, ekonomik eşitsizliğin, militarizmin, kimlik mühendisliğinin ve demokrasi krizinin ürünüdür. Dolayısıyla Kürt meselesi, Türkiye’nin hem aynasıdır hem de geleceğinin kader çizgisidir.
Kürt meselesini anlamak için önce şunu kabul etmek gerekir: Bu mesele, ne tek bir isyan tarihine, ne tek bir örgütün ortaya çıkışına ve ne de tek bir siyasi hatanın sonucuna indirgenebilir. Tam tersine, hem Osmanlı’nın son dönemindeki merkezileşme çabalarının, hem Cumhuriyet’in homojenleştirme politikasının hem de Soğuk Savaş paradigmasının iç içe geçtiği uzun bir tarihsel sürecin ürünüdür. Mesele; devlet aklının şekillendirdiği “ulusal birlik” idealinin, coğrafyanın çok kimlikli toplumsal gerçekliğiyle çelişmesiyle başlar ve bu çelişme zamanla bir kimlik problemine, siyasal taleplere, ardından silahlı çatışmaya, nihayetinde ekonomik ve toplumsal yıkıma dönüşür…
Bu mesele, bir yandan Cumhuriyet’in modernleşme iddiasıyla şekillenen “yeni insan” ve “yeni toplum” idealinin sınırlarını görünür kılarken; diğer yandan devlet ile toplum arasındaki güven ilişkisinin nasıl çöktüğünü, Cumhuriyet hukuku dışında bırakılan Kürtlere karşı şiddetin nasıl kurumsallaştığını göstermektedir. Tam da bu nedenle, Türkiye’nin demokrasi serüveninde her kırılma anı (darbeler, krizler, otoriterleşme dönemleri) mutlaka Kürt meselesiyle bir şekilde kesişmek zorunda kalmıştır…
Fakat sadece bu değildir: Kürt meselesi, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısındaki eşitsizliklerin en sert biçimde görünür olduğu alandır. Bölgesel kalkınma farkları, devlet politikalarının yarattığı bağımlılık ilişkileri, zorunlu göçler, kent varoşlarında oluşan devasa yoksulluk havuzları ve daha da sayılabilecek diğer şeyler… Tüm bunlar, meselenin sadece siyasal bir sorun olmadığını; aynı zamanda ekonomik, sosyal, sınıfsal, mekânsal ve kültürel dönüşüm meselesi olduğunu gösterir.
Her meselede olduğu gibi, bu meseleyi çözmek için de elbette öncelikle tarih ile yüzleşmek gerekir. Çünkü yüzleşilmemiş tarih, dün olduğu gibi, bugünün aklını da zehirler. Türkiye uzun yıllar bu zehirle yaşamak zorunda bırakıldı. Resmî anlatılar, devlet aklının yarattığı suskunluk, tabu hâline getirilen kelimeler ve kimlikler her tartışmayı daha başlamadan boğdu. Oysa yüzleşme olmadan iyileşme olmaz. Hakikate ulaşmak için yüzleşmek en önemli koşuldur öte. Kürt meselesine dair hakikati konuşmak, bu hakikatin hak ettiği biçimde yasal-anayasal ve hukuksal düzenlemelerini gerçekleştirmek, Türkiye’nin hem demokrasi hem de vicdan açısından yeniden doğması anlamına gelir.
Bugün yaşadığımız bölgesel denklem; Ortadoğu’nun parçalanmış siyasal haritası, yükselen kimlik siyasetleri, enerji hatları ve küresel güç mücadelesi bu meselenin giderek daha da uluslararası bir boyut kazandığını gösteriyor. Fakat bütün jeopolitik gürültü ve karmaşanın altında, hâlâ insan kalbi çarpmaktadır. Çünkü bu mesele, en nihayetinde insan hikâyelerinden oluşur: Dilini konuştuğu için yargılanan analar, faili meçhullerde kaybolan insanlar, köyü boşaltılıp kente sürülen aileler, yakınını çatışmada kaybetmiş on binler, travmayla büyüyen nesiller…
Bu yüzden Kürt meselesi, sadece siyasi bir problem değil; büyük bir insanlık meselesidir.
Ve insanlık meseleleri, örtülerek değil, yüzleşerek çözülür.
Birinci bölüm: Türkiye sosyolojisini anlamak
Türkiye ve Kürt coğrafyası, tarih boyunca yalnızca bir ülke ve etnik gurubun değil, kavimlerin, göçlerin, imparatorlukların ve kültürlerin kesişim noktası oldu. Bu topraklar, insanlık tarihinin en büyük geçiş yollarından biri olduğundan, hiçbir kimlik tek başına oluşmadı; hiçbir kültür kendi kabuğunda büyümedi, hiçbir inanç diğerlerinden bağımsız gelişmedi. Coğrafyanın toplumsal dokusu, yüzyıllar boyunca temas, çatışma, kaynaşma ve karşılıklı etkileme-etkilenme süreciyle şekillendi; bu nedenle öne sürülen tüm iddialara rağmen Türkiye, tarihsel olarak teklik değil, çoğulluk üzerine oluşmuş bir toplumdur. Ulus-devlet olarak inşa edilen Cumhuriyet, bu gerçekliği mühendislik çabasıyla yok sayıp aşındırmayı denese de, köklü tarihsel yapıyı silmek mümkün olmadı. Zira coğrafya, yalnızca mekân değil; karakter ve toplumsal biçimlenmenin belirleyicisidir. Türkiye, farklı karakterlerin kesiştiği bir alan olduğu için toplumsal yapının tek bir kimlik veya tanıma sığması imkânsızdır.
Örnek olsun: Diller, Türkiye toplumunun en görünür ve en derin katmanlarından biridir. Türkçe, Kürtçe, Arapça, Ermenice, Lazca, Rumca, Çerkezce ve daha birçok dil, sadece iletişim aracı değil; tarih boyunca toplumsal hafızayı, kolektif kimliği ve mekânsal aidiyetleri de taşıdı. Bu diller yan yana var olmakla kalmadı; birbirini de etkileyerek kavramlar, deyimler ve ritimler aracılığıyla birbirine karıştı.
Kimlikler de benzer şekilde birbirine karıştı. Türkler ve Kürtler, yüzyıllar boyunca ne tamamen ayrı, ne tamamen bütünleşik; esnek sınırlar, melez ilişkiler ile yaşadı. Aynı durum Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Araplar ve Çerkezler için de geçerlidir. Bu halkların her biri, bu coğrafyanın siyaset, yönetim, mutfak, müzik, tarım, zanaat ve mimarisinde derin izler bıraktı. Bugün adına “Türkiye” denilen mekân ve coğrafya, “modern” devletin çizdiği milliyetçi sınırların ötesinde, iç içe geçmiş bir harman olarak böyle ortaya çıktı.
Fakat tek dil, tek kimlik, tek inanç ve tek kültür dayatması, tarihsel olarak var olan bu çok-katmanlı yapıyı baskı ve inkârla yok saydı. Coğrafyanın çok dilli, çok kültürlü ve çok kimlikli yapısı, modern devletin tekçi politikalarıyla karşı karşıya kaldığında ise çatışmalar kaçınılmaz hâle geldi. Özellikle Kürtler, nüfus, tarih ve mekân olarak merkezi bir konuma sahip oldukları için, modern devletin tekçi politikalarına karşı somut ve sürekli bir direnç içerisinde oldu.
Anlatılmak istenen şudur: Türkiye sosyolojisi, çok kimlikli, çok dilli, çok inançlı ve çok kültürlü bir yapıya sahiptir. Bu yapıyı anlamadan, modern Türkiye’nin toplumsal gerilimlerini, özellikle Kürt meselesinin derin ve süreklilik arz eden boyutlarını anlamak ve çözmek imkânsızdır. Zira Kürt meselesi yalnızca etnik bir sorun değildir; Türkiye’nin sosyolojik çoğulluğu reddetmesinin, tarihsel, coğrafi ve kültürel bir sonucu olarak ortaya çıkan derin ve yapısal bir çelişkidir.
Cumhuriyetin kuruluşu: İttifaktan inkara dönüşün tarihi
“Geçmişi inkar etmek, geleceği inkar etmektir.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anlamak, yalnızca bir devletin bağımsızlık mücadelesini anlatmak değildir; Bölgenin çok katmanlı toplumsal dokusunun, çökmekte olan bir imparatorluğun enkazı altında nasıl yeniden şekillendiğini, kimliklerin ve siyasal aidiyetlerin hangi tarihsel koşullarda dönüştüğünü, ittifakların hangi zorunluluklardan doğup hangi kırılma anlarında dağıldığını da çözümlemektir. Çünkü Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Türk–Kürt ilişkisi, bir ittifaktan bir inkâr rejimine, oradan çatışmaya uzanan bir dönüşümü içinde taşıdığı için, bugün hâlâ Türkiye’nin en kritik siyasal-sosyolojik meselesidir. Ve bu tarih anlaşılmadan ne bugünü ne de geleceği anlamak mümkündür.
Bir imparatorluğun çöküşü, kimlikleri ve aidiyetleri alışılmışın dışında zorlamalarla karşı karşıya bırakır. Cumhuriyet öncesi Kürtler, bir yandan Osmanlı’nın merkezileşme politikalarına karşı direnen güçleri temsil ederken öte yandan da Balkanlar ve Kafkasya’dan Anadolu’ya yönelen göçlerin yarattığı demografik-siyasal tsunaminin tam ortasında yeni konumlar almak zorunda kalıyorlardı. Osmanlı’nın 19. yüzyılın başından itibaren merkezi idareyi güçlendirmek amacıyla Kürt coğrafyasında hayata geçirmeye başladığı merkezileşme politikaları, Kürt halkının yüzyıllardır sahip olduğu yerel özerkliğin kaybı olarak sonuçlanmıştı. Kürtler, Cumhuriyet öncesindeki son Osmanlı yüzyılını, hem merkezîleşme baskısıyla hem de Rus ve İngiliz nüfuzunun arttığı uluslararası rekabet ortamıyla geçirdiler. 20. yüzyılın başına gelindiğinde, Osmanlı dağılmış, paylaşım savaşının galipleri coğrafyanın her tarafında istedikleri gibi at koşturmaya başlamıştı. Ege, Çukurova, Karadeniz ve İstanbul işgal edilmiştir. Tarihsel Kürt yurdu Musul ve Kerkük’e İngiltere tarafından el konulmuş, Rojava, Fransızlar tarafından oluşturulan “Suriye” adlı yapay devletin sınırlarına dâhil edilmiştir. İşte bu ve daha birçok derin tarihsel arka plan, Kürtlerin Cumhuriyet’in kuruluşundaki konumlarını belirleyen temel zemin oldu. Dönemin Kürt ve Türk önderlikleri, hem tarihsel gerçekliği ve hem de güncel zorunlulukları görmüş ve buna göre ortak tutum almışlardır.
Dolayısıyla yeni Türkiye’nin doğuşu, sanıldığı ve anlatılageldiği gibi, tek bir ulusun monolitik bir iradesinin sonucu değil; Osmanlı’nın çok etnikli yapısının dağılmasıyla ortaya çıkan güç boşluğunda, farklı toplumsal aktörlerin farklı motivasyonlarla kurduğu geniş bir direniş koalisyonunun ürünüydü ve bu koalisyonun en kritik bileşenlerinden biri de Kürt halkıydı.
Öte yandan, “Kurtuluş Savaşı” yıllarında Türk ve Kürt önderlikleri arasında kurulan bu ittifak, salt etnisite temelli bir birliktelik değil, onu aşan; ortak bir siyasal zorunluluk, yani işgal karşısında varlığını sürdürme ihtiyacının doğurduğu stratejik bir birliktelikti. Nitekim Ankara hükümeti, bu süre boyunca Kürtleri ayrı bir halk olarak tanımakla kalmadı; onları “kurucu unsur” olarak da tarif etti. Meclis’teki milletvekillerinin önemli bir bölümü Kürt temsilcileriydi. Zira yeni devlet düşüncesi taşıyanlar, Musul-Kerkük ve Rojava havzasında İngiliz ve Fransız nüfuzuna karşı Kürt desteğinin hayati önem taşıdığını biliyordu. Bu nedenle 1920’lerin başındaki siyasi söylem, Anadolu’nun Türkler ve Kürtlerden oluşan “eşit iki milletin” ortak devlet projesi olduğu yönündeydi. Bu söylem, dönemin resmi belgelerinde, Meclis konuşmalarında ve diplomatik yazışmalarda açıkça yer alıyordu.
Fakat ittifakın doğasında, daha en başından itibaren çözülmeye açık bir gerilim vardı. Bu gerilim, Türkiye’nin ne tür bir modernleşme projesi izleyeceğinin henüz belirginleşmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Bir başka deyişle, Türk–Kürt ittifakının geleceğini belirleyen şey, yeni kurulacak devletin nasıl bir rejim olacağına dair henüz şekillenmemiş paradigma mücadelesiydi. Eğer yeni devlet gevşek bir federatif yapıya, çok kültürlü bir yönetim sistemine veya Osmanlı’daki millet sisteminin modernize edilmiş bir versiyonuna yönelseydi, Kürtler açısından bu ittifak daha uzun ömürlü olabilirdi. Fakat Cumhuriyet kadroları, savaş koşulları altında pragmatik bir dil kullanmakla birlikte, esas olarak modern ulus-devletin merkezi, tekçi modelini benimsiyordu. Nitekim savaş biter bitmez bu model devreye sokuldu ve ittifakın kaderi de o anda belirlenmiş oldu…
Gök sağır, toprak düşman, insan zavallı… Gerçeği inkâr, gerçek ile savaşın tek yolu
(Cemil Meriç)
Kürt halkının inkâr süreci, basit bir “dönem politikası” değil; devlet inşasının yapısal mantığından doğan bir sonuçtu. Çünkü 19. yüzyıl Avrupa milliyetçiliğinden ödünç alınan paradigmanın temelinde, tek dil, tek kimlik, tek bir kültürel aidiyet ve devletin mutlak egemenliği üzerine kurulu bir düzen vardı. Adına “Cumhuriyet” denilen modern ulus-devlet, çoğulluğu kabul ederek değil, çoğulluğu kontrol ederek ayakta durabileceğine inanmıştı fakat bu, çok kimlikli imparatorluk mirasıyla taban tabana zıt bir yönelimdi. Ankara hükümeti, 1920’lerin ortasında bu yönelimi kesinleştirdiğinde, Türk–Kürt ittifakı artık dönüşü olmayan bir yola girmişti.
Bu kırılmanın en belirgin dışa vurumu, AZADÎ/Şêx Seîd öncülüğündeki itirazın devlet tarafından “irtica hareketi” olarak tanımlanması ve Kürt kimliğine dair her türlü talebin “bölücülük” olarak kodlanmasıyla ortaya çıktı. Böylece ittifakı doğuran tarihsel gerçeklik unutuldu, yerini merkezi devlet aklının güvenlikçi refleksleri aldı. Cumhuriyet’in kurucu kadroları, bu andan itibaren Kürt halkının taleplerini yeni ulus-devletin bütünlüğüne yönelmiş tehditler olarak yorumladı. İsyanların bastırılmasıyla birlikte başlayan inkâr politikaları, yalnızca kültürel yasaklamalarla sınırlı kalmadı; aynı zamanda Kürtlerin Cumhuriyetin kurucu bir unsuru olduğu yönündeki tarihsel hafızayı da silmeyi hedefledi.
Türk–Kürt ittifakı neden çöktü sorusunun cevabı; yalnızca 1925’teki isyanın kendisine ya da Kürt hareketinin taleplerine indirgenemez. Bu çöküş, modern Türk ulus-devletinin kuruluş mantığının, bölgenin çok kimlikli sosyolojisiyle uyumsuzluğunun sonucudur. Cumhuriyet kendisini tekçilik üzerine kurulmuş bir “ulus” olarak tarif ettikçe, Kürtler potansiyel bir tehdit olarak görülmeye başlandı. Bu zihniyet dönüşümü, devletin Kürtlere yönelik tüm politikalarının zeminini oluşturdu: İskân Kanunları, Takriri Sükûn yasaları, dil yasakları, askerî operasyonlar, ekonomik dışlanma ve tüm toplumsal mühendislik girişimleri bu politikaların sonucudur.
Resmi ve fiili olarak hayata geçirilen inkâr politikası, devleti güvenlik üzerinden güçlendirdiğini sandı, fakat uzun vadede hem Kürtlerde hem de Türklerde derin bir kırılma yarattı. Kürtlerde Cumhuriyete aidiyet duygusunun çözülmesi, Türklerde ise mutlak bir ulusal bütünlük fikrinin travmatik bir biçimde savunulması ortaya çıktı. Bu psikolojik yarılma, PKK’nin ortaya çıkışından çözüm süreçlerine kadar Türkiye’nin tüm siyasal dinamiklerini belirleyecek olan tarihsel fay hattının ilk zemini oluşturdu.
Yarın | 1990’lar: Toplumsal çürüme ve bir ulusun hafıza kaybı




