Modern çağın en kutsal siyasal miti haline gelen “demokrasi”, bugün artık kendi kabuğunda çürüyen bir ritüele dönüşmüştür. Bir zamanlar özgürlük, katılım, yurttaşlık ve eşitlik idealleriyle yüklü olan bu kavram, 21. yüzyılın jeopolitik haritasında içi boşaltılmış, anlamsızlaştırılmış ve pazarlama nesnesine indirgenerek bir “etiket” haline getirilmiştir. “Halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” (Abraham Lincoln) olarak tanımlanan demokrasideki halk düşmüş, “demokrasi”, bir avuç oligarkın meşrulaştırıldığı bir temsil sahnesine dönüşmüş durumda.
Oy vermek sistemin kendi meşruiyetini yeniden üretme törenine, yurttaşlar, yalnızca seçim dönemlerinde hatırlanan ancak sonrasında sessizliğe mahkûm edilen figüranlar olmuştur. Politik olanın yerini, yönetsel teknikler, halkın taleplerinin yerini, sermayenin gereksinimleri; müşterek aklın yerini ise algoritmalar, anketler ve medya manipülasyonları alarak, meşruiyet değil, yönetim tekniği öncellenmektedir.
Temsili sistemlerin prosedürel indirgemeciliğine sıkışarak meşruiyet krizleri yaşayan günümüz “demokrasi” pratikleri, özellikle Türkiye gibi ülkelerde halkın egemenliği için değil, halkı yönetilebilir hale getirmek için tasarlanmış bir mühendislik projesi olarak işlemektedir. İktidar, müzakerenin değil; lobi ağlarının, sermaye odaklarının, tarihsel korkuların ve ideolojik aygıtların gölgesinde şekillenmektedir.
Yurttaşın kamusal akıl yürütme kapasitesini geliştirmeyi değil, onu tüketici davranışlarına indirgemeyi hedefleyen bu “demokrasi”, kamunun oluşturduğu bir irade değil, medya aracılığıyla inşa edilen algılar dünyasına evirilmiş, siyasal olan teknokratik olanla ikame edilerek, politika ahlaki bir eylem değil, bir pozisyon alışa dönüşmüştür.
Fakat temsili sistemlerin giderek işlevsizleştiği, kamusal alanın daraldığı ve siyasal katılımın simgesel hale geldiği bu çağda, demokrasiye dair yeniden düşünmek ve nasıl bir demokrasi, nasıl bir kamu, nasıl bir yurttaş ve nasıl bir katılım? sorularına cevap aramak zorundayız.
Her geçen gün büyüyen ve hayatımızın her anına, varlığımızın her hücresine nüfuz edip kontrol altına almak isteyen ve bunu “demokrasi” adı altında yapan iktidarlara karşı gerçek demokrasiye dair yeni bir tahayyül geliştirmek hem birey ve hem de toplum olarak yaşamsal bir gereklilik olmuştur. Demokrasiyi bir prosedürler dizisi değil, kamusal aklın kolektif inşası olarak düşünüp ele almak ve yeniden inşa etmek bu tahayyülün ilk adımı olabilir!
Müzakereci demokrasi
Bu yeniden tahayyülün en sağlam kuramsal temellerinden biri, Jürgen Habermas’ın “müzakereci demokrasi” teorisidir. Habermas, demokratik meşruiyeti yeniden kurmanın yolunu, yurttaşların akılcı, özgür ve eşitlikçi bir iletişimle buluştuğu kamusal alanın inşasında bulur. Ona göre demokrasi, ne sadece sandıktan çıkan sayısal sonuç ne de hukukun soyut üstünlüğüne indirgenebilir. Gerçek meşruiyet, ancak kamusal alanda yürütülen akılcı, özgür ve eşit tartışmalarla doğar.
Habermas’ın bu yaklaşımı, demokrasinin prosedürel yanını yok saymadan onu daha derin bir iletişimsel ve etik zemine taşır. Bu teori, tarihsel köklerini Antik Yunan’da Atina’daki yurttaş meclislerine (ekklesia) dayandırır; burada, özgür erkekler –köleler ve kadınlar hariç tutulsa da– kamu meselelerini doğrudan tartışarak karar alır, delibere* etmenin erken bir biçimini sergilerdi. Benzer şekilde, 18. yüzyıl Amerika’sında Iroquois (Haudenosaunee) Konfederasyonu’nun “Büyük Barış Yasası” (Kayanerenkó: wa), kabile temsilcilerinin uzlaşmacı müzakerelerle federatif bir yapı kurmasını sağlayarak, yerli toplumların delibere demokrasisinin güçlü bir örneğini sunan bu model, Amerikan Anayasası’nın tasarımına ilham vermiştir.
Kamusal alan
Habermas’ın felsefesinde “kamusal alan”, demokrasi teorisinin tam kalbidir. 1962’de kaleme aldığı “Kamusallığın Yeni Bir Yapısal Dönüşümü ve Müzakereci Demokrasi” adlı eserinde (Çev. Tanıl Bora-Mithat Sancar, 2015, İletişim Yayınları), kamusal alanı bireylerin siyasal iktidardan bağımsız olarak toplandığı, kamu yararını tartıştığı ve ortak akıl ürettiği bir arena olarak tanımlar. Ne var ki bu alan, zamanla ticarileşmiş, medya tekellerinin hâkimiyetine girerek eleştirel rasyonalitesini kaybetmiştir. Yine de Habermas, bu kaybın geri döndürülemez olmadığını vurgular. Zira demokratik meşruiyet, devletin iç kurumlarından değil, dışındaki kamusal tartışmalardan ve ortak karar alma süreçlerinden kaynaklanır.nihat
Habermas için kamusal alan, salt bir mekândan öte, iletişimsel aklın doğduğu sahnedir. Burada yurttaşlar, kişisel çıkarlarını aşarak ortak iyiye odaklanır; argümanlarını paylaşır, eleştirir, dönüşür ve dönüştürür. Bu dinamik, bireyleri sadece politik özne olarak değil, etik varlıklar olarak da yeniden şekillendirir. Tarihsel bir paralellikte, 20. yüzyıl Alaska’sındaki Yup’ik yerli topluluklarında, köy meclisleri (qaspeq) üzerinden yürütülen delibere süreçler, topluluk kararlarını müşterek tartışmayla şekillendirerek, Habermas’ın idealize ettiği iletişimsel eylemin somut bir yansımasını verir –burada, yaşlılar ve gençler eşitlikçi bir diyalogla balıkçılık haklarından adalet sistemine kadar uzanan meseleleri çözerdi. Benzer biçimde, 1970’lerden beri Almanya’daki “Planlama Hücreleri”, rastgele seçilen vatandaşların bilimsel ve etik konularda (örneğin nükleer atık yönetimi) haftalarca delibere ettiği mini-meclisler olarak, modern kamusal alanın pratik bir uygulamasını temsil eder.
İletişimsel eylem
Habermas’ın “iletişimsel eylem kuramı”, müzakereci demokrasinin epistemolojik omurgasıdır. İnsanlar, sadece araçsal akılla (hedeflere ulaşmak için araç seçmekle) değil, aynı zamanda anlam yaratmak ve uzlaşmak amacıyla iletişim kurar. Bu “iletişimsel eylem” biçimi, demokrasinin özüdür.
İletişimin temel amacı, haklılık iddialarını doğruluk, içtenlik ve normatif geçerlilik gibi ölçütlerle sınamaktır. Baskı, çıkar çatışması ve manipülasyondan arındırılmış bir ortamda yurttaşlar özgürce tartışmalı, fikirlerini gözden geçirmeye açık olmalı ve en güçlü argümanın galip gelmesine izin vermelidir.
Habermas’ın “ideal konuşma durumu” kavramı, işte bu çerçevenin ta kendisidir: Eşit katılım, zorlamasız diyalog ve rasyonel ikna. Demokrasi de bu sürecin kurumsal bir yansımasıdır. Tarihsel bir örnek olarak, Aristoteles’in “Retorik” adlı eserinde savunduğu delibere demokrasi, Atina’da retorik tartışmaların etik ikna yoluyla kararları şekillendirdiğini vurgular: Bu, iletişimsel eylemin felsefi kökenlerinden birini oluşturur ve Habermas’ın kuramını besler.
Meşruiyet
Habermas, meşruiyeti iktidarın basitçe kabul görmesi olarak değil, normların ortak akıl yürütmeyle gerekçelendirilmesi olarak görür. Bir yasa, çoğunluğun onayıyla değil, herkesin eşit katıldığı kamusal müzakereyle doğduğu için meşrudur.
Müzakereci demokrasi, bu yüzden sonuçlardan ziyade süreçlere odaklanır. Meşruiyeti sandıkla değil, tartışma ve rasyonel uzlaşıyla tartar; yasanın gücünü devletin değil, toplumun kolektif aklının ona bahşetmesine bağlar.
Bu bakış, günümüzün formel ve çoğunlukçu demokrasi anlayışına radikal bir meydan okumadır. Çoğunluğun iradesini mutlak hakikat saymak yerine, hakikatin eşitlerin açık tartışmasından doğacağını savunur. 21. yüzyıl Amerika’sında, Kaliforniya’daki Yurttaş Meclisleri (Citizens’ Assemblies), iklim değişikliği gibi krizlerde rastgele seçilen grupların delibere ederek politika önerileri üretmesiyle, meşruiyetin bu iletişimsel temeline pratik bir örnek sunar. –Bu süreçler, partizan kutuplaşmayı azaltarak daha kapsayıcı kararlar doğurmuştur.
Müzakereci demokrasi ve Türkiye
Türkiye’de iktidarlar, en sık “Türkiye bir hukuk devletidir” ve “hukukun üstünlüğü” kavramlarını diline dolar. Ancak şu soruyu sormak şart: Hukuk gerçekten üstünse, bu üstünlük kimin sesiyle, hangi koşullarda ve ne tür bir rızayla oluşuyor? Bir adım öteye gidelim: Çok kimlikli, çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli bir ülkede, bir din ve kimlik dışındakiler tanınmıyorsa –örneğin Türk hukuku Kürtleri “varlık olmayan varlık” olarak konumlandırıyorsa– bu neyin ve kimin hukukudur? Cevap net: Halk yasa yapımına katılamıyorsa; sadece beş yılda bir dayatılan adayları seçmeye zorlanıyorsa; rejimin baskılarına rağmen kendi tercihini ortaya koyduğunda bile bu tercih engellenip seçilenler dışlanıyorsa, o hukuk halkın değil, seçkinlerin hukuku olur ve meşruiyetten yoksun kalır.
Klişe olsa da tekrarlamakta beis yoktur: Hukuk, bir kesimin çıkarlarını koruyan normlar yığını değildir; kamuyu oluşturan tüm halkların, dillerin, kimliklerin ve kültürlerin iradesinin kurumsallaşmış halidir. Meşruluğu da ancak iletişimsel bir kamusal iradeye dayanarak gerçeklik kazanır. Bu da yasama süreçlerini teknik bir işten çıkarıp demokratik diyaloglara dönüştürmeyi gerektirir.
Bu nedenle Habermas’ın müzakereci demokrasisinde hukuk, salt teknik bir araç olmanın ötesinde, kolektif akıl ve rasyonel iletişimin meyvesidir. Oysa Türkiye’de hukuk, “normlar bütünü” olmaktan çıkmış; iktidarın çıkarlarına göre bükülen ve yeniden şekillendirilen bir “istisna hukuku”na evirilmiş. OHAL rejimlerinin kalıcılaşması, güvenlikçi yasaların sıradanlaşması ve keyfi tutuklamalar, hukuk sistemini öngörülemez, güvensiz bir yapıya sürüklemiş. “Norm devlet” ideali –hukukun üstünlüğüyle işleyen devlet– yerini “düşman hukuku” pratiğine bırakmış. Bu düşmanlaştırma, sadece Kürtlere, muhaliflere, gazetecilere ve kadın hareketlerine değil, tüm eleştirel kesimlere yayılmış. Yargı bağımsızlığı, kurumlar arası bir ayrılıktan öte toplumsal meşruiyetin kaynağı olmalıyken, cumhuriyetin kuruluşundan beri yargı, siyasal iktidarın bir uzantısı gibi işliyor ve hukuk güvenini erozyona uğratıyor.
Habermas’ın iletişimsel demokrasi modeli, yurttaşların eşit koşullarda buluştuğu, kamusal kararları ortak akılla ürettiği bir rejimi hayal eder. Lakin Türkiye’de bu model sadece uygulanmamakla kalmıyor; sistematik olarak dışlanıp engelleniyor da. Tüm bu nedenlerle Türkiye, müzakere yerine dayatmanın, katılım yerine tahakkümün, özgürlük yerine korkunun, eşitlik yerine hiyerarşinin, hukuk yerine siyasal mühendisliğin hâkim olduğu bir yönetim biçimine saplanmıştır.
Temsiliyet krizi
Türkiye’de halkın yönetime katılımı, özünde “seçim”e sıkıştırılmış durumda. Ancak beş yılda bir sunulan sandık, halk iradesini yansıtmaktan uzak; çoğunlukçuluğu mutlaklaştıran ve farklı kesimleri sistematik dışlayan bir araca dönüşmüş.
İşte tam burada, Öcalan’ın son açıklamasındaki şu vurgu kritik bir yer tutuyor:
“Uygarlığın üç yüzyıl yıkıcı çatışmalardan ve dünya savaşlarındaki korkunç kayıplardan sonra geliştirdiği önemli çözüm modellerinden biri müzakereci demokrasidir…” Müzakereci Demokrasi modeli (Y.N.) “Türkiye’nin içeride ve dışarıda yaşadığı pek çok sorunun çözümü için esas alınmalıdır.” (Abdullah Öcalan. Aktaran: DEM Parti İmralı Heyeti, 04.10.2025)
Bu sözler, temsil ve hukuk krizinin çözümünün iyi niyetten öte anayasal ve kurumsal dönüşümlere bağlı olduğunu netleştiriyor. Müzakereci demokrasiyi Türkiye’ye uyarlamak, sadece tartışma kapılarını aralamakla yetinmez; halk iradesini anayasal güvenceye kavuşturur, hukuku herkes için eşit kılar ve çoğulcu, kapsayıcı bir sistem kurar.
Habermas’ın ideal konuşma durumu kavramı, normatif meşruiyetin kolektif akıl yürütme süreçlerinde temellenmesini önerirken, Öcalan’ın demokratik toplum vizyonu, bu modeli Türkiye’nin çoğulcu kimlik dinamiklerine uyarlayarak, Kürt meselesi gibi yapısal çatışmaların diyalojik* çözümüne uyarlar. Bu sentez, temsili demokrasinin araçsal rasyonaliteye yenilgisini aşmak üzere, Türkiye’nin siyasal yeniden kuruluşunu, evrensel etik normlarla yerel çoğulculuğun müzakereci diyaloğunda konumlandırır; zira gerçek demokratik egemenlik, çoğunlukçu sandık mekanizmalarından ziyade, eşitlikçi kamusal delibere pratiklerinde köklenir.
Habermas liberal Avrupa geleneğinde kök salmış olsa da, “iletişimsel rasyonalite” ve “kamusal alan” kavramları, Öcalan’ın “demokratik toplum”, “hakikatin müzakeresi” ve “hukuki gereklilikler” vizyonuyla uyumlu bir diyalog kurabilir. Öcalan, Habermas’ın iletişimsel akıl ve meşruiyet anlayışını büyük ölçüde paylaşır. Müzakereci demokrasi, siyasal aktörler arası bir ilişki olmanın ötesinde; halkın doğrudan katılımı, hukuki ve kurumsal yeniden tanımlamalarla hayat bulur.
Sonuç
Sonuç itibarıyla, Habermas’ın müzakereci demokrasi paradigması, iletişimsel rasyonalitenin kamusal alanı dönüştürücü gücüyle, günümüz Türkiye’sinin siyasal meşruiyet krizine teorik bir müdahale sunarken, Abdullah Öcalan’ın 4 Ekim 2025 tarihli İmralı görüşmesindeki vurgusuyla pratik bir eklemlenme noktası oluşturur: “Uygarlığın üç yüzyıl yıkıcı çatışmalardan ve dünya savaşlarındaki korkunç kayıplardan sonra geliştirdiği önemli çözüm modellerinden biri müzakereci demokrasidir… Türkiye’nin içeride ve dışarıda yaşadığı pek çok sorunun çözümü için esas alınmalıdır.” Bu sentez, temsili demokrasinin prosedürel indirgemeciliğini aşarak, normatif meşruiyetin kolektif akıl yürütme süreçlerinde temellenmesini önerir; zira Habermas’ın ideal konuşma durumu, Öcalan’ın demokratik toplum konseptine paralel olarak, çoğulcu kimliklerin ve kültürel çeşitliliğin eşitlikçi müzakere zemininde entegre edilmesini zorunlu kılar. Özellikle Kürt sorununun çözümünde, bu model, yıllardır süren çatışmaların yarattığı travmatik mirası aşmak üzere, kimlik haklarının tanınması, kültürel çoğulluğun anayasal güvenceye kavuşması ve barışçıl diyalog mekanizmalarının kurulmasını merkeze alır; böylece, Kürt toplumunun marjinalleştirilmesi ve “varlık olmayan varlık” olarak konumlandırılması gibi yapısal eşitsizlikler, iletişimsel rasyonalite yoluyla dönüştürülebilir. Türkiye bağlamında, mevcut norm devleti iddiasının ötesinde, yargı bağımsızlığının erozyonu, OHAL kalıntılarının kalıcılaşması ve azınlık haklarının marjinalleştirilmesi gibi olgular, bu modeli yalnızca normatif bir ideal olmaktan çıkarıp, anayasal ve kurumsal bir zorunluluk haline getirir. Nihayetinde, müzakereci demokrasinin benimsenmesi, siyasal katılımın sembolik ritüellerden kurtularak, hukukun üstünlüğünün iletişimsel temellere oturtulmasıyla sonuçlanacak; bu da, Türkiye’nin demokratik yeniden kuruluşunu, evrensel etik normlarla yerel çoğulculuğun –özellikle Kürt meselesinin barışçıl çözümüyle– diyaloğunda somutlaştıracaktır…
***
* Antik Yunanca olan “Dia” ve “Logos” kelimlerinden türeyen diyaloji, çoğul konuşan özneler arasındaki anlam ilişkisidir. Rus yazar Mihail Bahtin, Bu nedenle, “Diyalogun bağlamları sınırsızdır” der. Buna bağlı olarak da çok-dillilik kavramı ortaya çıkar. Çok-dillilik, sözceler çokluğu ile ortaya çıkar. Zira bütün sözcelerin indirgenebileceği ve bütün dillerin yan yana gelebileceği tek bir düzlem söz konusu değildir. Bahtin bu alanı açıklamak üzere, “merkezcil güçler” (centripetal) ile “merkezkaç güçler” (centrifugal) şeklinde kavramlar kullanır. Dilin ve anlamın açıklanışı üzerine kavramlardır bunlar. “Birinciler, yaşamın akışını düzenleyip kalıplara sokarak bütünleştiren merkez yönelimli güçlerdir. İkinciler ise merkezileşmeden kaçan, bütünselleştirilemeyen ve sabitlenemeyen dilsel ve anlamsal ögelerdir. Çok-dillilik bu merkezkaç güçlerin varlığına dayandırılır. Dil ve kültür böylece sabitlenebilir bir yapı olarak anlaşılmaktan çıkarılır.” (Mihail Mihailoviç Bahtin: Dostoyevski Poetikasının Sorunları/ METİS YAYINLARI
* Delibere (veya daha doğru yazımıyla “délibéré” Fransızca kökenli bir terim olup, Türkçe’de genellikle “kararlı”, “bilinçli”, “kasıtlı” veya “taammüden” anlamlarında kullanılır. Hukuk ve felsefe bağlamında ise “deliberasyon” (tartışma, müzakere) fiilinin kökü olarak, bir konuyu derinlemesine inceleme, akıl yürütme ve karar verme sürecini ifade eder.(seslisözlük.net)