Olanca sesimle ölüme küfrediyorum
Özgün Enver Bulut 10 Ağustos 2025

Olanca sesimle ölüme küfrediyorum

Çığlık ve yalnızlık ya da sessizlik ve kalabalık… Ya da çığlık ve kalabalık, yalnızlık ve sessizlik… Yalnız olmak, yalnızlaşmak inziva değil, adım adım ölümdür. Ölümü seçmek bazen bir tercih olabilir. O tercih seçenindir. Bir de yalnızlığa itilme durumları var. Tutunamamak buradan başlar. Yalnızlığa itilenin çığlığı olmaz. Sessizdir her daim. “Benzeyerek sevilmez. Anlayarak, büyüterek, katarak, yenileyerek, yükselterek sevilir.” der Tevfik Taş. Sevgi, farklı olduğun yerin ortasında büyüttüğün sözdür, suladığın çiçek, elinle dokunduğun fide ve kalbine yerleştirdiğin derin bir çığlıktır. Sevgi anlamdır. 

Bir bir kaybediyoruz sevdiklerimizi. Kendi adıma konuşursam sevdiklerimi derim. Hayat bana sevmeyi de öğretti, ağlamayı da. Yas tutmayı da gülebilmeyi de. Ben ölürsem de yaşanan bundan farklı olmayacak. O nedenle kimseye gönül koymuyorum. Kendimden biliyorum. Bazen insanın önceliği farklı olabiliyor. Bazen karşı taraf adına düşünemeyebiliyor. Bazen hayat denen akış öncelikleri farklılaştırabiliyor. O zaman kaybettiğimiz değerlerin ardından vicdanımızla konuşuyoruz. Ya da ben öyleyim. Başkasına kefil olamam.

Tevfik Taş dostumdu. Kardeşimdi. Türkiye Yazarlar Sendikası yönetimindeyken başladı dostluğumuz. İnce ve nazikti. Kibardı. Felsefe, sanat tarihi ve mitoloji bilirdi. Konuşurdu. Resim onun için özeldi. Resimleri yorumlardı. Doğa dostuydu. Gittiği yerleri değil, gitmediği yerleri söylemesi daha kolaydı. Nereye gitmişse köy köy bilir ve her köy kahvesinde bir ahbabı mutlaka olmuştur. Dersim’i ayrı severdi. Doğruya doğru. Atlas Dergisi’nde yaptığı Munzur dosyası ile övünürdü.

Ona dair üzüntüm şudur. O hayattayken yazmak istiyordum. Hastaydı, kendisine söylediğimde de “yaz” demişti. Sonra bir şeyler oldu ve ben yazamadım. Yani o süreçte. Yoksa hakkında cümlelerim vardır. Kendisi de yazılarında benden söz etmiştir. Bu anlamda da severdik birbirimizi. Tevfik Taş çok yönlü biriydi. Şairdi aynı zamanda. Bu tarafı belki çok bilinmez. Ancak ona ruh veren, onu yazıya çeken, onu doğaya salan asıl değer dizelerinden gelmekteydi. “İşgal topraklarında acılaşmış sesim, kutsal kül kadar/ kendi ve belkiyle örtülmüştü/ Kalbim – o bela-/ hem atlı hem yaya/ yürümeyi sürdürüyordu/ ve ırmak boylarını deltalara ayırıyordu/ Ah ama siz kim bilir hangi dehlizi ve ürpertiyi/ anıyordunuz/ Mesafesi, kan kaybıyla ölçülen baharda/ Bir rüzgâr esti, bir derdi getirdi içime koydu/ O dert ki/ Dilsiz kalan her şeyi içeriyordu/ Bütün aynalarda bir çile çarşısını yürüyorum/ geceden bir yaz, yazdan bir gece geçiyor/ kalbim kalbınızden geçmiyor/ Ömrüme ayrılıklar mandallayan eli tutuyorum/ Ah anasıl ama nasıl, ruhunuz duymuyor/ suda donuyor alev/ dağlanıyorum…”*

Ömrümüz biraz zaman ve biraz da onun eskitemediği. Eskiyen çok şey var, ama hiç eskimeyen de. Şiirler eskir mi? Onların şairleri keza. Bazı şairler yürek arkadaşlığına sofra kurarlar. O sofranın kıymetlileridir ve baş köşe onlarındır. Çok az insan vardır böyle, çok az şair. Yine kalbime acı gibi değen bir ölümdü Fadıl Öztük’ün ölümü. İnsanın kalbine dökülen kurşun gibi ağır bir ölüm. O benim kıymetli şairimdi. Devrimden geçip şiire gelmişti. Esmer bir acıdan, bir matmezelin uykusuna düşendi. 

Ölümün anlamı var mı? Ölene bağlı. Kimi insan yaşayan ölüdür, kimisi ölürken yaşayan. Fadıl Öztürk hep yaşayanlardan. İnsan peş peşe sevdiklerini kaybedince içindeki yaralar da büyüyor. Ben son zamanlarda böyleyim. Sevdiklerimi içime gömüyorum. O nedenle onlar hakkında yazmanın zor olduğu anlarda sözcüklerle imtihan başlıyor. Yeten bir sözcük yok. O yetmezse şiire sığınmak en doğrusu. “gözlerim beni hep ele verdi zaten/ toplasanız bir küfür bile edemem/ bir yanımda sallanan suçlu ırmaklar/ bir yanım dağlara yaslanmış körkütük çocuklar/ cehennemim ve cennetim yan yana duruyor.”**

Kendime kızıyorum. Bana kızana ses bile çıkarmıyorum. Çünkü insan şu kapitalizmin sunduğu her şeye ayak uyduruyor. Ya çok çalışıyor, ya az düşünüyor. Kendisine zaman ayırmadığı gibi sevdiklerine de verdiği sözü unutuyor. Mete Kahraman benim içime kök salmış ve her zaman orada olandır. Son ölüm Mete. Ya da içimde doğan ve yaşayacak olan son çocuk. Nazikçe bir geçiş yaptı ölüme, dingin bir başkaldırı onunki. Yaşam bizim koşturduğumuz ve anlamlandırdığımız kadar. Gerisinde ne var bilmiyor ya da bilmek istemiyoruz. Mete Kahraman genç yaşında, bir deniz kazası yaşadı ve engelli oldu. Direndi, yazdı, üretti. Televizyon programları yaptı, ödüller aldı ve kitap yazdı. İnsan canını yazarken canından can kopuyor. Ölenin ardından yazmak böyle bir şey. O şimdi hayatımdaki son kayıp. Sabır ustasıydı ve hep bekleyendi. “En çok da sabrı da öğrendim. Öyle bir nakşettim ki onu beynime! Kehribarın çamın sabrı, elmasın da kömürün çilesi olduğunu sonradan anladım.” *** Biz hâlâ o anlamama kısmında ısrarcı olanlarız.

Şair dostlarımdan ilkinin ölümünü unutmamam lazım. Şairdi, sesli konuşurdu, öfkesi Fırat gibiydi, yüzünün mülkünü ödünç verendi. Öztürk Uğraş’tı o. Şiir çalışmak için “Mezarlıklar Müdürlüğü”nden emekli oldu. Oysa mezarlıktaki işini daha çok seviyormuş meğer ve oraya döndü tez zamanda. “ne ağır bastı dersiniz/ gövdemi alıp yollara düştüm/ ve ilk defa bıraktığım sevgili/ aklım sende/ kimse sahiplenmezken ölümü/ ben sadece yanıma özlemimi aldım.”****

Anılarına saygıyla, minnet ve sevgiyle…

    *   Eskatologya, Tevfik Taş, Manos, 2018

  **   Hep Kuzeydi Gözlerin, Fadıl Öztürk, Piya Kitaplığı, 2000

 ***  Engelsiz Yazılar, Mete Kahraman, Gar, 2020

**** Yüzümün Mülkü Senin Olsun, Öztürk Uğraş, Pikaresk, 2021

 

 

 

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.