“Neden bağışlanmamız gerekiyor? Ne için bağışlanacağız? Sefaleti sessizlik içinde kabullenmediğimiz için mi bağışlanmalıyız? Aşağılanma ve yalnız bırakılmanın tarihsel yükünü alçakgönüllü bir biçimde kabullenmediğimiz için mi bağışlanmalıyız?”
Böyle sesleniyordu Zapatistaların lideri 2. Komutan Marcos. Ve Meksika hükümeti ile yapılan barış görüşmelerinde devam etmişti sözlerine:
“Siz bizi dağlarımızda ölülerimiz ve sırt çantalarımızla bıraktınız, şimdi sormaya geldik, neden bizi ölülerimiz ve sırt çantalarımızla dağlarda bıraktınız?”
Varoluşunda kendi dahlinin olmadığı bir konuda, yani bir yerde doğmak veya bir etnik unsura dahil olmakla övünen, bundan bir ayrıcalık çıkaran ve bunun üzerinden “kendisinden olmayanlardan” nefret edebilen birinden insani, medeni, mantıklı bir davranış modeli beklemek başlı başına bir paradoks aslında. Ancak bu ön kabule rağmen bile bu ülkedeki ulusalcı ırkçılık bir sefalet halidir.
Sefalettir çünkü pozitif bir gündeme yaslanmaz, felsefi ve düşünsel bir üretime dayanmaz, kompleksli ve düşkündür. Güce eğilir ve güçlüye öykünür. Karikatürize edilmiş bir çıkarcılığa bütün ahlaki değerlerini kurban verebilir. Toplumdaki sosyal, siyasal ve etik yetmezlik halidir. İç içe yaşadığı bir halkın varlığını ve kimliğini yok sayıp ama aynı zamanda olmadığını iddia ettiği o kimlikten nefret etme hali, şizofrenik bir durumdur. Toplumsal kişilik bölünmesine yol açar.
Sefalettir çünkü, sosyal, siyasal ve kültürel alanı çoraklaştırır. O toprakta sanat, edebiyat, bilim, felsefe, kısaca insanın tarihsel mirasından süzülen incelikler neşvünema etmez. Aksine ardında yıkımlar ve harabeler bırakır. Örneğin; yüzlerce yıllık Alman aydınlanmasının üstünde yükseldiği kültürel, bilimsel ve teknolojik gelişmeyi hem tüm dünyanın hem de Almanların felaketine yol açacak şekilde kullandıran bir ruh hastalığıdır.
Muktedir olmanın zalimliği ve hoyratlığıyla, şarkısını, hikayesini, destanını, halayını gasp ederek, alamadığını da yok sayıp aşağılayarak, aslında kendi varlığına da sirayet etmiş bir zenginliği yakıp yıkma vandallığıdır.
Bu sefaletin yarattığı toplumsal iklim ve anlayış, bin yıldır her tarihsel kavşakta Kürtlerle ittifak yaparak kazandığı halde, yan yana ve iç içe olmuş ama bir türlü eşit yaşamayı kabullenememiş ya da en iyimser tabirle becerememiştir. Bu sefalete demirlemiş ulusalcılık; eşit olmaktansa ötekileştirerek, düşmanlaştırarak ve daha ötesi inkar ederek toplumsal yangına odun taşımıştır.
Oysa barış, bütün bunların tam aksi istikametinde bir yürüyüşe tekabül eder. Barış, aynı zamanda bir toplumsal tamamlanma durumudur. Kendi gerçekliğinin farkında olma, kültürel ve tarihsel gelişimini özümseme, bunun üzerinden geleceğini kurma halidir. Aynı coğrafyayı paylaştıklarınızla, aynı göğün altında yaşadıklarınızla, ancak eşit olduğunuzda özgürleşebildiğinizi anlama halidir.
Barışı savunmak, harabelerin üzerinde nutuk atmaya heveslenenlerin asla erişemeyecekleri bir insan olma halidir. Bu topraklara sadra şifa bir şey katmadan, cümle kurmak için bile düşmana, illa ki bir ötekiye muhtaç olanların erişemeyecekleri bir hal bu.
Beyaz tülbentleri ve sızılı yürekleriyle, başka annelerin acısını da sırtlanarak yollara düşen, kendi dillerini konuşmalarına müsaade edilmeyen bir meclisin kapısına, artık başka anneler bu acıları yaşamasın diye ısrarla ve inatla gelmektir barışı savunmak.
Acının, ateşin, yıkımın, ölümün iz bırakan yaralarını sağaltıp, ayrıştırmayan, ötekileştirmeyen, özgürleştiren ve çoğaltan bir dile meyletmektir barışı savunmak. Muhatabının gözlerine bakmaktır, birlikte ama göz hizasında, eşit ve kendi olarak yaşama isteğini yüz yüze konuşmaktır barışı savunmak.
Şimdi ağır aksak da olsa, yalpalasa da bu asırlık meseleyi, bu onlarca yıllık çatışmalı ve acılı süreci, konuşarak, müzakere ederek çözüme kavuşturacak bir zemin var önümüzde. Ve Kürtler; kendi dillerinde konuşturulmadıkları mecliste, isminde Kürt kelimesi geçmeyen komisyonda, barışı savunuyorlar. “Kurucu önder” denilerek adres gösterildiği halde Öcalan’ın üzerindeki tecrit devam ederken, Kürt siyasetçiler cezaevlerinde on yıllardır yatarken, inatla ve ısrarla barışın dilini konuşuyorlar. Üstelik lüzumundan fazla şişirilmiş hassasiyetleri, gereksiz kaygıları gözetecek bir dil kurmaya özen gösteriyorlar.
Diğer tarafta ise üzerinde nutuk atacağı harabe arayan kifayetsiz hatipler de kürsülerde kadınlara cinsiyetçi hakaretler ederek, Kürtlerin değerlerine galiz küfürlerle saldırarak ulusalcı sefaletin çukuruna yuvarlanıyorlar.
Ve 2. Komutan Marcos devam ediyor:
“Ülkenin geri kalanına ve dünyaya, dünyanın en yoksul halkları arasında bile hala insan onurunun var olduğunu gösterdiğimiz için mi bağışlanmalıyız?”
Kürt halkı en azından kendi onurunu koruma ve muhataplarının da onurlu olmasını talep etme hakkına sahiptir. Ve bu hak, kanunlarla, yasaklarla, silahlarla ellerinden alınamayacak bir haktır.