Sahne, insanlık tarihinin en eski ve güçlü metaforlarından biridir. Hayatın bir oyun, insanların oyuncu, sahnenin ise dünya olduğu düşüncesi, edebiyattan felsefeye kadar birçok alanda yankı bulur. Ancak hiçbir coğrafya bu metaforu Orta Doğu kadar hak etmemiştir. Burada her şey, bir tiyatro sahnesi gibi işler: sahnede sergilenenler ile sahne arkasında dönen entrikalar arasındaki derin uçurum, yazılı olmayan kurallar ve sürekli değişen rollerle belirlenir.
Orta Doğu’da perde, yalnızca sahneyi seyirciden ayırmaz; aynı zamanda gerçek ile kurgu arasındaki ince çizgiyi temsil eder. Eskilerin, “Şark’ın hikâyesi de hilesi de bitmez” deyişi, bu toprakların ruhunu özetler. Burada hiçbir hikâye sona ermez; yalnızca başka bir hikâyeye dönüşür. Tiyatronun, hayatın bir yansıması olduğu söylenir. Ancak Orta Doğu’da bu yansıma, çarpık bir aynadan görülen gerçek gibidir; hakikatle kurgu arasındaki sınır belirsizleşir, yer yer birbirine karışır.
Bu sahnede her oyun, perdenin ardında yazılmış başka bir hikâyenin parçasıdır. Ancak bu kez perde, sessizce kapanmak yerine gerildi, çatırdadı ve büyük bir gürültüyle yırtıldı. Artık her şey açıkta: sahne, kulis, oyuncular ve o meşhur “Şark kurnazlığı.” Görünmeyen eller karanlıkta saklanamaz hale geldi; gizemli yazarların izi açıkça görülür oldu. Şimdi sahne ışıkları her şeyi olduğu gibi aydınlatıyor ve izleyici, bu karmaşık oyunun hem tanığı hem de bir şekilde parçası olmaya devam ediyor.
Perdenin yırtılması, yalnızca bir teatral mecaz değil; aynı zamanda Orta Doğu’nun politik tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu coğrafya, sahne metaforunu en çok hak eden belirsiz ve karmaşık bir alandır. Perdeler sürekli açılıp kapanır; ama bu kez perde, alışıldık bir finalle sona ermedi. Bu yırtılma, yalnızca bir hikâyenin değil, belki de bir dönemin kapanışını işaret ediyor. Başrollerde pek çok figür var; ancak ışıkların altında öne çıkan yeni bir “yetenek” dikkat çekiyor: El Cevlani, Golani, Colani, Jolani…Yani artık kendisini daha çok Ahmed Hüseyin el Şara olarak duyacağımız kişi.
El Golani, Mario Puzo’nun Baba üçlemesindeki Al Capone’u andırır şekilde, yalnızca kendi mahallesinin değil, tüm sahnenin en korkulan oyuncularından biri olarak öne çıkıyor. Gerçek adı yerine figüratif lakabıyla bilinen bu yeni gangster, rakiplerini korku ve şiddetle bertaraf etmekte ustalaşmış bir figür. Halep’ten Şam’a yürüyüşü, yalnızca askeri bir hamle değil; bölgenin kader haritasını yeniden çizen dramatik bir kırılma noktasıdır. Bu yürüyüş, yalnızca yerel güçlerin değil, küresel politik stratejilerin de gölge oyununa dönüşen bir sahnesidir.
Mitolojik anlatılarda kötünün iyiyle yer değiştirmesi ne kadar kaçınılmazsa, El Golani’nin kaderi de öyle yazılmış gibi görünüyor. Ancak bu kader, sahne arkasındaki görünmeyen ellerin kaleminden çıkmış bir metindir. El Golani, kendisine biçilen rolü ustalıkla oynarken, sahnede kimin başrol, kimin figüran, kimin yönetmen olduğunu kestirmek zor. Görünmeyen eller, yalnızca bir figür yaratmakla kalmayıp, bölgedeki kaosun sınırlarını da titizlikle çizer.
Orta Doğu’nun yazısız kuralıdır: Herkes, bir başkasının gözünde başka bir role bürünür. Bu sahnede herkesin bir rolü var, ancak hikâyenin nasıl sonlanacağı hâlâ yazılmamış bir metin. Orta Doğu’da hiçbir perde tamamen kapanmaz; yalnızca başka bir hikâyenin açılışına zemin hazırlar. Tarihin takip edilebilen bütün kesitlerinde, bu iç içe geçmiş, çerçeve hikâyelerden oluşmuştur coğrafya. Bu döngüde, sahnedeki aktörler değişse de senaristlerin çıkar hesapları hep aynı kalır. Çünkü bu topraklarda savaşın dili barıştan daha kolay anlaşılır hale getirilmiştir.
Bu, yalnızca El Golani ve cihadist milisler için değil, Orta Doğu’da oyun kurmaya çalışan tüm aktörler için yeni bir denge oyununun başlangıcıdır. Ancak meselenin daha derin bir boyutu var: Bu oyunun yazarı kim? Ya da kolektif yazarları? Bu soru, gölgeler arasında kaybolur ve yanıtı netleşmez. Anonim isimler dilden dile dolaşır, zihinlerde dönüp durur. Kimsenin kimin ne yaptığını kesin olarak söylemeye cesaret edememesi, bu hikâyenin en ilginç paradokslarından biridir. Çünkü burada oyun sadece sahnede değil, aynı zamanda perde arkasındaki anlaşmalar ve masalarda da sürdürülür. Bu kaotik belirsizlik, yerel aktörlerin olduğu kadar küresel güçlerin de stratejik sis perdesidir.
Ancak bir şey kesin: Bu kadar ustaca işlenmiş bir yazarlığın Batı kaynaklı olduğu fikri, inkâr edilemez bir gerçeklik gibi duruyor. Doğu’nun dokusunu işleyen ama Batı’nın çıkarlarını gözeten bir el, bu sahneyi kurgulamış gibidir. Orta Doğu’daki hayat sahnesi, baştan sona bir Yunan trajedisinin yankısını taşır. En çarpıcı yanıysa, bu trajediyi yazanların ve oynayanların her şeyin bir kurgu olduğunu bilmesine karşın, izleyicilerin sahnede olan bitenin gerçekliğine inanmasıdır. Gözyaşları ve acının yoğunluğu, hakikatle kurgunun ince çizgisini eritir; işte burada, aldatmaca ile derin bir hakikatin ironisi iç içe geçer.
Bu yeni perdesiz Brechtian gerçeklik, sahnenin diğer köşesinde bulunan Rojava sahnesi için de bir dönüm noktası ortaya çıkarıyor. Fakat dönüm noktalarının yönünü doğası gereği yalnızca sahnedeki oyuncular değil, sahne arkasındaki yazarlar belirler. O nedenle, herkes için bir kural geçerlidir: Oyunu, kuralına göre oynamak! Ancak Rojava sahnesinde bu kurallar, sadece yerel değil, küresel çıkarların ve ideolojik çatışmaların kalemiyle yazılır. Bu kalem salt bir oyun olmaktan çıkıp, aynı zamanda bir varoluş mücadelesine dönüşebilir. Bu mücadele özgürlüğü savunanlar ile kaosu, düzenin yeni adı olarak dayatanlar arasındadır.
Buradaki sahnenin her aktörü, Kürt dünyasının trajik ve gururlu “Romio”su olarak anılan Devriş Evdi’nin modern zamanlardaki yankısı addedilen yeni çağın şövalyeleridir. Onların varlığı, sahnenin temel direği gibidir; adımlarıyla sahneyi genişletir, sesleriyle yankılandırır ve kararlılıklarıyla güçlendirir. Bu şahsiyetler, sanki kadim Yunan tragedyalarından fırlamış kahramanlar ya da Zorba filminde kumsalda dünyaya meydan okuyarak dans eden Anthony Quinn’in çağdaş bir yankısıdır. Ancak bu kez dansın ritmi, yalnızca o ıssız kumsalda değil, zamanın ve mekânın ötesinde yankılanır; ruhlara işlenir, tarihe kazınır.
Onlar, bir nehrin akışkanlığı kadar özgür, dağların asi ve mağrur duruşu kadar vakur, bir ağıdın yankısı kadar umut doludur. Onların azim ve cehdi, Orta Doğu’nun yeniden kurulan sahnesine temel taşı gibi işlenmiştir. Her adımları, sahnenin sınırlarını genişleten bir cesaret dalgasıdır. Ancak bu sahne, yalnızca bir hikâye anlatımı değil; bizzat varoluşun kendisiyle verilen bir mücadeledir. Bu sahnede, parodiye yer yoktur; hiçbir oyun, şöhret uğruna sergilenmez, esas eser sadık kalınır, tarihin ağırlığını ve ruhun derinliklerini taşıyan bir destan olarak tarihi zan altında bırakır. Bir yanda ezilenlerin sesi, diğer yanda halkların kolektif hafızası sergilenir. Sahnedeki her varlık, bireysel bir kader ile toplumsal bir yazgıyı iç içe geçirir. Her hareket, bir tarih kitabının sayfalarına kazınır gibi iz bırakır. Üstlendikleri rol, yalnızca bir halkın değil, evrensel bir adalet arayışının da yankısıdır. Bu sahne, geçmişin ağıtlarını geleceğin umutlarına dönüştüren bir meydandır; burada her replik, bir feryat kadar gerçek, her adım, bir direniş kadar anlamlıdır.
Bu sahne, bir korku ve cesaret tiyatrosudur. Yanlış hesapların Bağdat’tan değil, bu sahnenin tam ortasından döndüğünü hatırlatır. Çünkü burada hiçbir hesap basit değildir. Her adım, her karar ve her jest, tarihin yeniden yazımıdır. Bugün sahnelenen oyun, yalnızca bir tiyatro eseri değildir; halkların kaderini şekillendiren ve tarihe damga vuracak bir eylemdir. Sahne, herkes için bir meydan okuma ve bir davettir. İzleyiciler, yalnızca izlemekle yetinmeyecek; hikâyenin bir parçası olmaya çağrılacaktır. Bu davet, sadece bir seyir değil, aynı zamanda bir sorumluluk çağrısı olacaktır. Çünkü bu tiyatroda tarafsızlık, en büyük gaflet olacaktır!
Ve asıl soru şudur: Bu oyun gerçekten bitti mi, yoksa sadece bir sonraki perde için ara mı verildi? Orta Doğu sahnesinde hiçbir perde tamamen kapanmaz. Her yırtılan perde, başka bir hikâyeye geçiş için zemin hazırlar. Ama bu kez, sahneye çıkan oyuncular kadar sahne arkasındaki görünmeyen eller de gün yüzüne çıkmıştır. Şimdi, izleyicilere düşen görev, bu karmaşık hikâyenin anlamını çözmek ve oyunun bir sonraki hamlesine hazırlanmak. Çünkü bu sahnede herkes hem oyuncu, hem izleyici, hem de hikâyenin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu oyunun bitip bitmediği kadar, yazılacak yeni hikâyenin kimin kaleminden çıkacağı da oldukça önemli ve belirleyici olacaktır. Yukarıda da dediğimiz gibi, Orta Doğu sahnesinde, hiçbir hikâye yalnızca sahnedeki oyuncularla şekillenmez; perde arkasındaki güçler ve izleyicilerin sessizliği, oyunun yönünü ve akışını belirler. Lakin artık sessiz kalmak bir seçenek olmaktan çıkıyor. Çünkü bu sahnede geleceği şekillendirecek olanlar, sadece oynayanlar değil, hikâyeyi izlerken harekete geçmeyi seçenlerdir.