Politik sinemanın önemli bir kilometre taşı: Yılmaz Güney

Sinemanın yalnızca bir sanat değil, bir direniş biçimi olduğuna inanan Yılmaz Güney’in sürgündeki son yıllarına ışık tutan “Yılmaz Güney ile Paris’te İki Yıl”, Muzaffer Doyum’un tanıklığıyla “Duvar”ın yaratım sürecini, setin hapishaneye dönüşen manastırını ve devrimci düşüncenin sinemayla nasıl iç içe geçtiğini anlatıyor. Güney’i “Çirkin Kral”ın ötesinde, titiz bir sinema ustası ve örgütlü mücadeleye adanmış bir fikir adamı olarak yeniden konumlandıran kitap, anı, politika ve sinema ekseninde benzersiz bir tanıklık sunuyor.

Politik sinemanın önemli bir kilometre taşı: Yılmaz Güney
  • Yayınlanma: 19 Ekim 2025 00:00
  • Güncellenme: 19 Ekim 2025 01:31

Sinemanın yalnızca bir sanat değil, bir direniş biçimi olduğuna inanan Yılmaz Güney’in sürgünde geçen son yıllarına ışık tutan çok özel bir kitap yayımlandı: “Yılmaz Güney ile Paris’te İki Yıl.” Kitabın yazarı Muzaffer Doyum (nam-ı diğer Bekir), yalnızca bir tanık değil; aynı zamanda Güney’in dostu, yoldaşı ve “Duvar” filminin yaratım sürecinde onunla omuz omuza çalışan bir devrimciydi.

1982-1984 yılları arasında Paris’te, bir yandan film setinde fiziki bir hapishane inşa edilirken, diğer yandan o avluda volta ata ata, düşünsel olarak özgürlüğü tartışan iki insanın yolculuğu… Bu kitap, hem bir anılar toplamı hem de sinemayla politik direnişin nasıl iç içe geçtiğini gösteren önemli bir tanıklık. Yılmaz Güney’in yalnızca “Çirkin Kral” olmadığını; bir fikir adamı, örgütlü mücadeleye tutkulu bir devrimci ve titiz bir sinema ustası olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Muzaffer Doyum’la, bu özel kitabı ve Yılmaz Güney’i, herkesin tanıdığı haliyle değil; yakından bildiği haliyle, birlikte yürüdükleri yolların, tartıştıkları meselelerin, geçirdikleri iki yılın içinden konuştuk. Güney’in mükemmeliyetçiliğinden devrimci eleştirilerine, setteki anekdotlardan halkla kurduğu bağa kadar, film gibi bir söyleşi sizi bekliyor:

Muzaffer Bey, bu kitabı yazma fikri ve duygusu sizde nasıl doğdu? Yazma ihtiyacını ilk ne zaman ve nerede hissettiniz?

Merhaba. Aslında kitap yazma fikriyle başlamadım bu sürece. Bundan yaklaşık dört yıl önceydi. Yılmaz Güney’in doğum günüydü, 1 Nisan. Ortak arkadaşımız Hedavet Demir – eşi Mustafa Demir’le birlikte – o dönemlerde hep birlikte olduğumuz insanlardı. Hedavet, Yılmaz abinin çok güzel, kısa bir şiirini paylaşmıştı sosyal medyada, doğum günü nedeniyle. Ben de çok duygulandım. O duygu hâliyle “Ben de kısa bir şey yazayım,” dedim. Daha önce Yılmaz Güney üzerine hiçbir şey yazmamıştım.

“Ne yazayım?” dedim kendi kendime. Tanışmamızı yazayım bari. Başlığı da “Bugün Günlerden Yılmaz Güney” koydum. Yazdım, paylaştım. Sonra biraz eksik kaldı gibi geldi, biraz daha yazdım. Derken yazı bir köşe yazısı uzunluğuna ulaştı. Ardından “2”, “3” diye numaralandırmaya başladım. Çok beğeni geldi. “Devam et, çok güzel”, “Bu anılardan kimsenin haberi yok”, “Her şeyi bize aktar” gibi yorumlar aldım. Öneriler geldikçe ben de yazmaya devam ettim.

Bir süre sonra bazı arkadaşlar “Bu kitap olmalı,” dedi. Hatta biri “Buradan film çıkar, sinema çevresinden tanıdıklarım var, neden bir film yapılmasın?” bile dedi. Yani başta kitap yazma gibi bir fikrim yoktu. Yılmaz abiyle ilgili, küçük bir anı ve hatırlatma niyetiyle başladım, sonunda bir kitaba dönüştü.

Kitapta da yer verdiğiniz üzere, tanışma hikâyenizden yola çıkarak başladınız yazmaya. Bu tanışmayı çok kısa ve kitabın okunurluğunu da azaltmayacak şekilde bizimle paylaşır mısınız?

Yılmaz abiyle tanışmayı hep istemiştim. Çünkü onu Türkiye’deki birçok entelektüelden daha doğru değerlendirdiğimi düşünüyordum. Ona hak ettiği değerin verilmediğine hep inanmışımdır. O dönem Güney adında bir dergi çıkarıyordu, orada yazdıklarını takip ediyordum.

1978’de evim polis tarafından basılmıştı. Kaçak durumdaydım. 1980’de darbe oldu. Sonra bir gün bir arkadaşımı aldım, dedim “Gidelim, Yılmaz Güney ile tanışmanın yollarını arayalım.” Aranan biri olmama rağmen, Güney Film’e gittik. Derdimizi anlattık. Önce adaya gidecektik, ama sonra “Yılmaz Güney’le görüşmenize gerek yok, bizimle görüşmeniz yeterli,” dediler. Bu durum içimde kaldı.

Arkadaşlar içeriden haber gönderiyordu, “Rahat olmasın, her an başına bir şey gelebilir,” diye. Ben de 1982’de, yani 4 yıl kaçak yaşadıktan sonra yurt dışına çıktım. Kendi imkânlarımla Paris’e gittim. Hedefim netti: Yılmaz Güney ile tanışmak, mümkünse onunla politik çalışma yürütmek.

Bir dernekte kalıyordum, ince bir kanapede yatıp kalkıyordum. Bir akşamüstü geldiler, “Yılmaz Güney film çekecekmiş, inşaata adam aranıyor,” dediler. Sabah erkenden buluşulacakmış. Hemen “Ben geliyorum,” dedim. Birkaç arkadaşa da haber saldım, onlar da geldi.

Gittiğimiz yer eski bir manastırdı. Yılmaz Güney orayı kiralamıştı. Artık okul olarak kullanılmıyordu. Akşamına Yılmaz Güney geldi. Kasabanın ileri gelenleriyle Yol filminin gösterimine gitmişlerdi. Dönüşte hep birlikte yemek yedik, film üzerine söyleşi oldu. Fransız izleyiciler çok sarsılmıştı. “Bu filmi nasıl çektiniz? Hapishaneden nasıl yönettiniz?” gibi çok etkileyici sorular sordular. Yılmaz abi çok güzel cevaplar verdi. Yanında mükemmel bir tercüman vardı: Tuğrul. Harika çeviri yaptı.

Yemekten sonra kısa bir tanışma faslı oldu. “Hepinize sağlık, hoş geldiniz arkadaşlar,” dedi. Ertesi sabah inşaata başladık.

“Esas olan bu film faşist diktatörlüklere tokat olmalı”

Duvar filmine gelelim. Manastırın bir hapishaneye dönüştürülmesi, yoğun bir çalışma süreci… Sizin setteki deneyimleriniz nasıldı? Yılmaz Güney’in oradaki ilişkilerini nasıl gözlemlediniz?

Bir aydan fazla sürdü inşaat dönemi. Başta sadece 4–5 kişiydik. Sonra sıvacı, duvarcı gibi meslek sahibi arkadaşlar da geldi. İlk gidenler bizlerdendik, sadece kaba iş yapabiliyorduk. Uzmanlar gelince işler rayına oturdu.

Yılmaz abi inşaat süresince tüm detaylara hakimdi. Eski bir manastırı adeta bir Türk hapishanesine çevirdik. Filmde izleyince zaten inanamıyorsunuz. Gerçekten birebir benzetilmişti.

Çekim aşamasında Yılmaz abi bir konuşma yaptı. “Bu film, faşist diktatörlüğe karşı güçlü bir tokat olmalı,” dedi. Hepimizden azami çaba beklediğini ifade etti. O konuşmanın metni kitapta da var.

Konuşma bittikten sonra döndü bana, “Bekir, sen set amiri ol,” dedi. “Abi, sinemadan anlamam,” dedim. “Kameraman İzzet sana anlatır,” dedi. İzzet, “Abi çok kolay bu iş,” dedi, 20 dakikada işi öğretti bana. Öylece set amiri oldum. Fransızcası “chef de plateau”dur bu görevin.

“Sette herkesten daha dikkatli bir Yılmaz Güney”

Benim görevim sette çok uyanık olmaktı. Özellikle figüran çocukları idare etmek, kıyafetlerini takip etmek, sahne devamlılıklarını sağlamak gibi işler… Yılmaz abi bizden daha dikkatliydi. Gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Günde 4 saat ancak uyuyordu. Enerjisi müthişti. Adeta sette bir kaplan gibiydi. Sabah 5’te kalkar, tıraş olur, çekim yerlerini dolaşır, notlar alırdı. Olağanüstü bir enerjisi vardı.

Çocuk oyuncularla ilişkisi ise bambaşkaydı. Onlarla tek tek ilgilenirdi. Kimi zaman birinin doğum gününü hatırlayıp sürpriz pastalar getirirdi. Her biriyle arkadaşının çocuğuymuş gibi sevgiyle ilgilenirdi. Eğitici konuşmalar yapardı.

Onlara “Siz bugünkü Türkiye’ye bu kafayla dönerseniz orada yan kesici olursunuz, mafya olursunuz, her şey olabilirsiniz. Sizlerin güzel bir ülkede yaşamanız lazım. Ama bunu gerçekleştirmek için bir tek şey. Devrim,” demişti.

Ocak ayında, soğuk bir günde film çalışmaları bitti. Çocukları tek tek öperek, güzel sözlerle uğurladı. Maddi olarak da ödüllendirdi. Hepsiyle babacan ilişkiler kurdu.

“Tuncel Kurtiz ile iki kardeş gibiydiler”

Filmin çekiminde yaşanan zorluklar nelerdi?

Filmin çekimi gerçekten son derece zorlu koşullarda yapıldı. Hatta inanılmaz derecede zordu diyebilirim. Profesyonel olarak kadroda yalnızca birkaç kişi vardı. Bunlardan biri, iyi yürekli gardiyan rolünü üstlenen Tuncel Kurtiz’di. Zaten Yılmaz Abi’nin çok eski bir arkadaşıydı, neredeyse iki kardeş gibiydiler.

Bir diğer isim tiyatrocu Ayşe Emel Mesçi’ydi. O dönemde Sarp Kuray’la evliydi. Onun da çeşitli tiyatro oyunlarında ve filmlerde bazı rolleri olmuştu. Onun dışında profesyonel sayılabilecek kimse yoktu. Kameraman, Yılmaz Güney’in daha önceki filmlerinde de görev almış, deneyimli bir isimdi. Ayrıca ışıkçı, teknik sorumlu gibi bazı Fransız ekip üyeleri vardı. Yani teknik anlamda işin içinde olan birkaç Fransız dışında, kalan herkes ya amatördü ya da ilk kez bu tür bir işte yer alıyordu.

Ben mesela… sinemadan hiç anlamam ama set amiri oldum! Başka biri başka bir görev üstlenmiş, en yakın arkadaşım Necdet gardiyan rolünü oynuyor. Şimdi düşünün, Yılmaz Abi ona rolünü anlatıyor: “Tak tak tak kapıyı vuracaksın, içeriden ‘gel’ denecek, kapıyı şöyle açıp ‘efendim müdür bey’ diyeceksin.” Hepsi planlı, hazır. “Hadi kamera!” deniyor… ama Necdet yapamıyor. “Kıçın yukarıda kaldı, yüz ifaden uygun değil” gibi şeyler söylüyor. Defalarca tekrar ediyor, tekrar anlatıyor.

Ama şunu da söyleyeyim: Necdet cahil biri değildir. Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun, devrimci bir arkadaşımız. Fakat sinema bambaşka bir şey. Sahici bir oyunculuk, teknik gereklilikler, kamera açıları, bunlar apayrı bir dünya.

Ben filmde görünmüyorum ama bir sahnede sırtım dönük şekilde koğuşun ortasındaki sobayı yakmam gerekiyordu. Üstelik Bitlis’te Üç Minare türküsünü de söylemem istendi. Yılmaz Abi sonra şakayla karışık, “Ya Bekir, sırtın dönükken bile oynayamıyorsun!” dedi. Gerçekten çok zor bir işti, çünkü hepimiz amatördük.

Tabii bu kısmı şimdi gülerek anlatıyoruz ama Yılmaz Güney açısından bakınca işler çok ciddiydi. Düşünün: Bir ay inşaatla uğraşıp manastırı hapishaneye çevirmişsiniz. Sonra da diyorsunuz ki, “İki ayda bu filmi çekerim.” O yerin kiralanması, prodüksiyon için yapılan anlaşmalar, hepsi ciddi maddi yükümlülükler içeriyor. Orası Yılmaz Güney’e bedavaya verilmiş bir yer değil. Üstelik Fransız teknik ekip dahil, birçok kişi yüksek ücretlerle çalışıyor. Bu da doğal olarak büyük bir baskı ve stres yaratıyor.

Dahası, Yılmaz Güney’in bir önceki filmi Yol, Cannes’da Altın Palmiye kazanmış. Şimdi yeni bir film yapıyor ve bu film onun için hem sanatsal hem de politik bir iddia taşıyor. Eğer kötü bir film çıkarsa, bu sadece onun değil, davasının da gücünü zayıflatabilir. O yüzden Yılmaz Abi için bu iş sadece bir sanat meselesi değil, bir sorumluluktu.

Bu arada Yol filmi, her ne kadar yönetmen olarak Şerif Gören imzası taşısa da, aslında gerçek anlamda bir Yılmaz Güney filmidir. Senaryoyu yazmakla kalmamış, kare kare ne olacağını notlarla cezaevinden göndermiş. Çekilen bölümler her hafta cezaevine ulaştırılmış, o da bunları izleyip değerlendirmiş, eleştirilerini iletmiş. Yani içerideyken bile filmi yönetmeye devam etmiş. Büyük bir emek, büyük bir inanç…

Bütün bunlar gösteriyor ki Duvar, sadece teknik açıdan değil, ideolojik ve sanatsal anlamda da çok büyük zorluklarla yapılan bir filmdi. Yılmaz Güney’in sabrı, disiplini, azmi ve vizyonu olmasa bu işin altından kalkmak mümkün değildi.

“Yılmaz Güney’in inançlı devrimcileri, demokrat aydın ve sanatçıları toplama gücü vardı”

Sormak istediğim konulardan biri de şu: “Evet, çocuklara Türkiye’ye döneriz, ama dönersek bu devrimle olur,” dediğini söylemiştiniz. Kıvılcım Kültür Merkezi’nde birkaç hafta önceki söyleşinizi dinleme fırsatı bulmuştum ve orada “O sadece bir sinemacı değil, devrimciydi” demiştiniz. Yılmaz Güney’in devrimci kişiliği, ideolojik yaklaşımı ve politik yönleri üzerine konuşmak isterim. Siz Yılmaz Güney’in devrimci kimliğini nasıl değerlendirirsiniz?

Gerçekten “Yılmaz Güney devrimci bir sanatçı” ifadesi bile yetersiz kalır. Çünkü Türkiye’de yüzlerce, binlerce insan çeşitli sanat dallarında devrimci olabilir. Ama Yılmaz Güney, bunların arasında bambaşka bir yere sahipti. Bunu söylediğimde bazıları bunu abartı olarak algılarlar; ama kesinlikle burada bir abartı yok.

Bütün varlığını, beynini, enerjisini, her şeyini sadece devrime yönelten bir insan düşünün; işte Yılmaz Güney oydu. Sanatı tamamen bu amaçla yapıyordu, başka hiçbir amacı yoktu.

Güney dergisini çıkardığı dönemde, yazdığı her yazı nedeniyle uzun hapis cezalarıyla yargılamalar başlamıştı; 7 yıl, 10 yıl, 15 yıl gibi cezalar söz konusuydu. Bu süreç uzun sürdü ama sonunda bağlandı. Dergi kapatıldıktan sonra da yurtsever ve devrimci bir yayın organı çıkardı, orada yazmaya devam etti. Cezaevinden kaçtıktan sonra ve Türkiye’yi terk ettikten sonra da durum değişmedi. Çok ünlü bir sinemacı olmuştu, Altın Palmiye kazanmıştı; Fransa’da prodüktör bulup film yapabilir, rahat yaşayabilirdi. Ama kafasında böyle bir şey yoktu. Tek düşündüğü Türkiye, Türkiye’deki devrim ve halkın kurtuluşuydu; bütün hareketlerini buna göre yönlendiriyordu.

Son nefesine kadar da bu böyleydi. Hastalığı döneminde bana “Bekir, her gün ikiden sonra gel, sohbet ederiz,” demişti. Ben de her gün ikiden sonra gidiyordum. O dönemde bazı dergi ve gazetelerle ilgili talepleri oluyordu. Biz de çeşitli siyasi konuları konuşuyorduk. Orada, ölmek üzere olan biri son derece zayıflamış olmasına rağmen aklında sadece Türkiye’deki devrimci mücadele ve onun sorunları vardı.

O zamanlar bizim çıkardığımız “Mayıs” dergisi vardı. Derginin ne zaman basılacağı, Yılmaz Abi’nin maddi durumu iyi olmadığı için basım için gerekli parayı bulup bulamayacağımız gibi meselelerle ilgileniyordu. Hâlâ bu tür şeylerle meşguldü. O sırada PKK’nin Eruh’ta bir baskını olmuştu ve onun detaylarını topluyor, “Ne yapılabilir, bu iş nasıl çözülür?” diye düşünüyordu. Bu görüşmelerden 10-15 gün sonra vefat etti. Ölüm döşeğindeki bir insanın kafasında gerçekten devrimden başka hiçbir şey yoktu; bunu Fatoş da birçok yerde belirtmiştir.

Fatoş Güney, Yılmaz abiyle zaman zaman sertleşen tartışmalarını anlatıyor. Fatoş ona, “Sen çok iyi bir sinemacısın, sinema yap, neden bu işlere bu kadar dalıyorsun?” diye sorarmış. Yılmaz Abi ise bunların hepsini elinin tersiyle itiyordu. “Ben devrimci bir adamım, bir devrim savaşçısıyım. Sanatımda ve varlığımda her şey devrim içindir,” diyordu.

Türkiye’deki devrimci mücadele için gerçekten projeleri vardı. Ama hastalığı ve çeşitli zorluklar engel oluşturuyordu. Örneğin, bir süre sonra önce yurtdışında, sonra Türkiye’de günlük bir gazete çıkarma fikri vardı. Bu gazetede sadece kendi politik çizgimizde olanlar değil, bize ters düşse bile kamuoyunda saygınlığı olan dürüst aydınları da bir araya getirmeyi düşünüyordu. Bunlardan biri Server Tanilli’ydi. Ben şaşırmıştım; Server Tanilli, TKP çizgisinde gibi görünen bir akademisyendi, ancak Yılmaz Güney ile müthiş bir ilişkisi vardı.

Yılmaz Abi’nin önerisiyle Paris’ten Strasbourg’a yürüyüş düzenledik. Yürüyüş sonunda Yılmaz Abi Avrupa Konseyi’nde bir konuşma yaptı. Konuşma bittikten sonra dışarı çıktık; hava kötüydü, Mayıs ayı olmasına rağmen oldukça serindi. Orada Yılmaz Abi üşüttü, zatürre oldu. İki palto giymişti ama soğuk onu etkilemişti. Akşam Server Tanilli’yi ziyarete gidecektik. Ben o ilişkiyi bilmiyordum ve şaşırdım. Sanki yıllardır can ciğer dost gibiydiler. Birbirlerine destek oldular, sohbet ettiler. Server Tanilli sürekli “Yılmazcığım, Yılmazcığım” diye hitap ederken, Yılmaz Abi de ona “Server Abi” diyordu. Aralarında çok iyi bir bağ vardı.

Yılmaz Abi, Türkiye’deki devrimcileri, gerçek demokrat aydınları ve sanatçıları bir araya getirme gücüne sahipti. Zamanla bunu başarabilecek karizma, bilgi ve güce de sahipti. Türkiye’de bunu yapabilecek başka kimse yoktu ama o kesinlikle yapabilirdi.

Dolayısıyla günlük gazetenin yayınlanması, güçlü bir devrimci hareketin oluşturulması, geniş kitlelerin harekete geçirilmesi gibi konuları çok ciddiye alıyordu. Aynı zamanda sanatçı hayal gücü sayesinde hayal edilemeyecek projeleri düşünüyordu.

O zamanlar hiçbir dergici hareket, Avrupa Konseyi’nde konuşma yapmayı aklından bile geçirmezdi. Ama Yılmaz Güney bunu sadece düşünmedi, yaptı da.

“Yol’un getirdiğini Duvar götürdü.”

Yine aynı söyleşide Yılmaz Güney’in çevresi tarafından genellikle varlık içinde biri olarak algılandığından, paraya çok kolay ulaştığının sanıldığından söz etmiştiniz. Oysa onun eline geçen her şeyi nasıl paylaştığını, nasıl dağıttığını anlatmıştınız. Bu yönünü, devrimci kişiliğiyle nasıl bütünleştirdiğini; davranışlarında, ifadelerinde bunun nasıl göründüğünü biraz açar mısınız?

Yılmaz abiyle ilgili yaygın bir kanaat vardı: Türkiye’de herkes onun çok zengin olduğunu düşünüyordu. Tabi birçok film çekmiş, gişe rekorları kırmış, ödüller almış bir insan… Böyle biri için “herhalde çok parası vardır” deniyordu. Oysa Yılmaz Güney’in eline gerçekten çok para geçmiş olsa da bunu hiçbir zaman önemsemedi.

Kendi ağzıyla da söylerdi: “Çok para kazandım ama umursamadım.” Elindekini dağıtmış. Bana da bir keresinde şöyle demişti:

“Bekir, bir film yapmayı tasarlıyorum ama cebimde beş kuruş yok.”
Yanındaki birkaç becerikli arkadaşıyla para arayışına giriyorlar, öyle bulup başlıyorlar çekime.

Tarık Akan da bir televizyon söyleşisinde bunu anlatır. “Yol” filminin çekimi sırasında maddi imkânsızlıklar had safhadaymış. “Yiyecek bir şey yoktu,” demişti. Yani Umut filmi de, Yol da… Hepsi neredeyse beş parasız çekilmiş.

Cezaevinden gelen sıradan arkadaşları da onun bu yönünü anlatırdı:

“Bu adam peygamber gibiydi. Nesi varsa getirir, paylaşırdı.”
Öyle ki Paris’e festival için gittiklerinde, Fatoş anlatıyor:
“Ayakkabısının altı delinmişti.”

Ben, Duvar filminin çekimi sırasında tanıştım Yılmaz abiyle. O dönem maddi durumu görece iyiydi çünkü Yol filmi Altın Palmiye’yi kazanmıştı. Ama Duvar çok pahalıya mal oldu. Bir gün bana şöyle dedi:

“Yol’un getirdiğini Duvar götürdü.”

Gerçekten de öyleydi. O sırada Güney Film’in ofis kirası ödenemiyordu. Zaman zaman buna kulak misafiri oluyordum. Ama o yoklukta bile yardım etmekten geri durmadı.

“Hakim sınıfların saldırısına uğradı”

Kamuoyunda Yılmaz Güney hakkında yaratılmak istenen olumsuz algıya ne diyorsunuz?

Sadece kamuoyunun değil, doğrudan hakim sınıfların saldırısına uğradı. Yılmaz Güney, ömrü yetseydi, bu devletin temellerine ciddi bir şekilde dokunacak bir güce dönüşebilirdi.

Yargıç öldürme olayı sonrası başlayan “katil, anarşist, bölücü” yaftalamaları hiç durmadı. Ne yazık ki bu, onun ölümünden sonra da devam etti. Örneğin bir dönem Ahmet Hakan gibi bazı yazarlar, onun “büyük bir sinemacı ama aynı zamanda kadın düşmanı, katil” gibi sıfatlarla anılmasına ön ayak oldular.

Ben ise tam tersini yaşadım. Yılmaz Güney benim tanıdığım en kibar, en dürüst, en nazik insanlardan biriydi. Kadınlara karşı da son derece saygılı ve inceydi. Ve bu, sadece “etiketli” kişilere değil, en sıradan insana kadar böyleydi. Çünkü bu onun özüydü.

Kendisi de bir sohbetimizde şöyle demişti:

“Gençliğimde birtakım hatalarım oldu. Ama cezaevine düşünce, kişiliğimde bir devrim yapmaya karar verdim. Bunun için de Marksizmi esas aldım.”

Hatta bazı devrimci önderleri içeride tanıyınca moralinin bozulduğunu, bu işin onlarla olmayacağını düşündüğünü söylemişti.

“O zaman dedim ki, işe kendimden başlamalıyım.”

Ve başladı da. Gerçekten kişiliğinde bir devrim yarattı. Bu da sanatına ve yaşamına yansıdı. Yalnızca sinemacı olarak değil, insan olarak da dönüştü.

Garip olan, öldükten sonra bile onu itibarsızlaştırma çabaları sürdü. Nazım Hikmet’e, Deniz Gezmiş’e, Che Guevara’ya yapılan “ölüm sonrası romantizasyon” bile ona yapılmadı.

Bazı medya figürleri de bu kampanyaya katıldı. Mesela Ahmet Hakan bir yazısında onu “büyük sanatçı ama kadın düşmanı, katil, maço” gibi ifadelerle tanımladı. Oysa ben diyorum ki:

“Yılmaz Güney gördüğüm en nazik, en dürüst insanlardan biriydi.”

 “Yılmaz Güney bugünün siyasetinde toparlayıcı bir güç olarak ortaya çıkardı”

Yılmaz Güney yaşasaydı, bugünün güncel politikası, günümüz siyasetiyle ve sanatıyla ilgili nasıl değerlendirmeleri, nasıl yorumları oldurdu sizce? Bugünün politikasına ve siyasetine hangi perspektiften bakardı? 

Bu soruya kesin bir cevap vermem zor. Onun adına konuşamam. Ama yaşasaydı devrimci kişiliğini daha da geliştirirdi, bundan eminim. Türkiye’deki devrimci hareket bugünkü durumda bırakmazdı. Büyük bir toparlayıcı güç olurdu. Ve bunda da başarılı olurdu.

Yılmaz Güney’in kafasında Türkiye’ye özgü bir devrim modeli oluşturmak vardı. Ne politik gruplarda ne de kendi çevresinde gördüğü hatalara tahammülü yoktu. Kendi kişiliğinden başlayarak her şeyi dönüştürmek istiyordu. Bu kararlılık, mutlaka siyasi alana da yansırdı.

Özellikle yazılar, tamamıyla devrimci ve Marksist bir temelde kaleme alınmıştı. Dergilerde yazdıklarını kastediyorum. Yılmaz Güney bir Kürt’tü. Paris’te, dünyanın çeşitli yerlerindeki aydın, sanatçı ve önde gelen Kürt temsilcileriyle buluşmalar düzenledi. Onlarla sık sık bir arada oluyordu. Kürt temsilciler de Yılmaz Güney’in toparlayıcı kişiliği nedeniyle bu buluşmalara büyük bir istek ve gönülle katılıyorlardı.

Paris’te Kürt Enstitüsü’nün kuruluşuna önderlik etti. Onun çabalarıyla da kurulan bu enstitü hâlâ faaliyetlerine devam ediyor.

Yılmaz Abi yaşasaydı, Kürt siyaseti bugün bulunduğu noktadan çok daha ileri ve daha doğru bir rotada olurdu. Bugünün siyasetinde toparlayıcı bir güç olarak ortaya çıkardı.

Son olarak, size kişisel bir soru sormak istiyorum. Siz “Bekir” olarak anılıyorsunuz; merak ediyorum, bu isim nereden geliyor? İsmin hikayesini kısaca anlatabilir misiniz?

Bekir benim gerçek adım, yani göbek adım. Ancak tuhaf bir şekilde, okulda hiç kullanamadım. O zamanlar nüfus kayıtları bugünkü gibi değildi; Avrupa’daki gibi, nüfusta ne yazıyorsa onu kullanmak zorundaydın. Ben ise ilkokuldan itibaren hep Muzaffer olarak kayıtlardaydım. Bekir dedemin adıdır. Babam beni doğunca “Bekir” koymak istemiş ama dedem, babama “Kendi adımı sevmiyorum, neden ısrarla bunu tutuyorsunuz?” demiş. Babam da “O zaman ne koyacağız?” diye sorunca “Muzaffer koy” demiş.

Paris’e geldiğimde ise “Muzaffer” ismi Fransızlar için zor telaffuz ediliyordu. Çünkü “Mu” sesi için “O” ve “U” harfleri yan yana olmalıydı; tek başına “U” harfi “Ü” gibi okunuyordu. “Muzaffer”i doğru söylemeleri zor olduğundan, ben “Bekir” demeye başladım. Bu isim bana daha kolay geldi. Tabii Fransızlar öyle desin diye değil, Fransa’ya geldikten sonra yaşadığım bazı olaylar sonucu böyle oldu.

O zamanlar Türkiye’de oldukça tanınıyordum. En yakın arkadaşım Necdet, “Muzaffer” olduğumu öğrenince çok sevindi; “Gıyabında hep seni tanıyordum ama Türkiye’de tanışmamıştık, burada tanıştık,” dedi.

Hâlâ Paris’teki arkadaşlarım ve eşim (o da Fransız) bana “Bekir” diye hitap ediyorlar. Hiç “Muzaffer” demediler, çünkü böyle tanıdılar, alıştılar.

Dedemin adını yaşatıyorum.