“Dün akşam oğlum sofraya oturur oturmaz, tavuğu görünce ‘Yine mi tavuk?’ diye homurdandı. Bir an kendimi tutamadım; ‘Senin burun kıvırdığın o tavuğu bulamadığı için kitap yazanlar var,’ diye çıkışmışım. Çocuk yüzüme baktı, ne demek istediğimi anlamaya çalışır gibi… Ben de fark ettim; aslında ona değil, hayata sesleniyordum.”
“Kitaptaki hikâyeler o kadar tanıdıktı ki, sanki başkasının kaleminden değil, kendi içimizden yazılmış, bizleri anlatıyor gibiydi. Meryem Ana Kilisesi, Lalebey Mahallesi…” O sokaklarda büyümüş, gençliğini orada bırakmış kadınlar, yıllardır çocuklarına anlatamadıkları geçmişlerini nihayet bir kitaba gösterir olmuşlardı. Avlulu evler, tek odada yaşayan aileler, kiraya verilen odalar, ortak kullanılan tuvaletler ve banyolar… “Bakın,” demişti biri ona inanmayan çocuklarına, “Şimdi inandınız mı?”

Bir başkası, kitaplarla tanışmadan önce kendini hayata karşı eksik, işe yaramaz hissettiğini söyledi. Okumak, onun için yalnızca kelimelerle buluşmak değil; sıkışmış bir hayatın içinden nefes almak, kendine bir pencere açmaktı. “Artık daha güçlü hissediyorum,” dedi, “Sanki kendime yaklaşıyorum.”
Kimi zaman kitaplar, evin duvarlarına çarpıp geri dönüyordu. Annesi, kitap kulübüne gideceğini söylediğinde içini çekmişti: “Way limin! Way limin! Bu kitapları okuyacağına otur Kur’an oku.” Bir diğeri, hamile eltisini doktora götürmeyi reddedip Eylem Ata Güleç’in kitap söyleşisine gittiğinde, ailesinin bakışlarının nasıl değiştiğini anlattı. “Entel-dantel olmuş,” demişlerdi ardından; sanki düşünmek, bir kadına fazla gelen bir süstü.
“Kocam üniversite mezunu olmasına rağmen benim kitapla haşir neşir olmamdan hiç hazzetmiyor. Sürekli bahanelerle okumama engel olmaya çalışıyor.” Eşler, kardeşler, komşular… Erkekler ne kadar eğitimli olursa olsun, kadınların uyanmasından, fark etmesinden ürküyorlardı. Kitap, kadının elinde tehlikeli bir nesneye dönüşüyordu bazen. Çünkü okuyan kadın, susmayan kadındı.
Bir hikâye, bir başkasının hafızasını araladı. Kırık porselen anlatısı, yanmış bir mavi emaye demlik olarak geri geldi. Mevlit telaşı, komşudan emanet alınan çaydanlık, unutulan ocağın altında tükenen su… Annelerin günlerce aynı eşyayı arayacak kadar büyüttüğü suçluluk duygusu… Çünkü bir eşyayı yakmak, bir kadının hanesine yazılan ağır bir kusurdu.
“Kepçe kulak” hikâyesi, bir ilkokul sınıfında donup kalan sesi çağırdı. Köyde okula gidemediğinden ilçede yaşından dolayı üçüncü sınıfa başlatılan bir kız çocuğu… Tahtaya kaldırılıp sustuğu için alaya alınan, aşağılanan bir çocuk… “Bugün bile yüksek sesle okuyamamamın sebebini şimdi anladım,” dedi. Travma, yıllar sonra bir hikâyenin içinde kendini ele vermişti.

Bu sözler, Diyarbakır Bağlar’da yaşayan, Jale Öğretmen’in öncülüğünde kitap kulübü etrafında bir araya gelen ev kadınlarına aitti. Onlarla Diyarbakır Kitap Fuarı’nda tanıştık. Her biri kitabını aldı, imzalattı. Bir ay sonra Jale Hanım arayıp kadınların kitabı bitirdiğini ve benimle konuşmak istediklerini söyledi.
Söyleşilere mesafeli olsam da onlarla bir araya gelmek, bu güzel an kaçırılacak bir şey değildi. Diyarbakır Edebiyat Evi’nde buluştuk. Daha ilk anda, yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir yakınlık yayıldı odaya. Aslında ben yine gazetecilik refleksinden olsa gerek daha çok onları dinlemek istiyordum, kulübe nasıl başlamışlar, gündelik yaşamları nasıl, kitabın onlarda yarattığı çağırışımlar vb. Ben daha soru sormaya bile fırsat bulamadan, kadınlar sandıklarını açtı. İçinden hayaller, yarım kalmış hevesler, sararmış hatıralar, bastırılmış özlemler, hazmedemedikleri ebeveyn şiddeti, yutkunamadığı anılar döküldü. Birbirlerinin cümlelerini tamamladılar; anlatılar kahkahaya, kahkahalar gözyaşına karıştı. Bir söyleşiden çok, kolektif bir şifa ânıydı yaşanan.
Bu kitabı yazarken, özellikle kadınlar tarafından sevilmekten, beğenilmekten çok anlaşılmak istemiştim. O gün anladım ki, kelimeler doğru yerini bulduğunda, insanın kalbine denk geliyor. Kadın kadının yalnızca yurdu değil; yuvası, sığınağı, çiçek bahçesi, koltuk değneği, battaniyesi, sırtı, sırdaşı, yara bandı, şifacısıydı.
Edebiyat evinden çıktığımda içimde tarifi zor olan tuhaf bir çoğalma vardı. Daha sakin, sağalmış, daha tamam hissediyordum kendimi.
Şimdi İstanbul’da, yine kadınlarla bir araya geleceğiz. Alışıldık, tek sesli söyleşilerin aksine; kolektif, neşeli, paylaşıma açık bir buluşma hayal ettik. Çünkü bu kitaptaki hikâyeler yalnızca bana ait değil; her bir kadının hayatından süzülmüş parçalardı. Ayrıca geride ortak bir hatıra bırakma niyetiyle ortak bir yola çıktık.
Daha önce Diyarbakır’da Porçakal’dan bölümler okuyup, hikâyelere şarkılar eklemiştik. İstanbul Kitap Fuarı dünyanın en uzak noktası olan Beylikdüzü’nde olduğu için katılmak istemedim, çünkü kimseyi davet edip yormaya kıyamadım. Bunun yerine, İstanbul’un göbeğinde Beyoğlu’nda olsun ki herkes rahatlıkla ulaşabilsin dedik. Avrupa Pasajı içerisinde Aynalıgeçit Salonu’nda buluşacağız. Sağ olsun İstanbul’daki arkadaşlarım da -hepsinin dünya kadar işi gücü olmasına rağmen- beni kırmayıp yanımda olmayı kabul ettiler. Şenay ‘moderatörlüğünü ben yaparım’ dedi. Eren, Rugeş, Serap, Berfin, Candan ve Hatice hikâyelerden bölümler okuyacak. Meral, Nurcan ve Hivda da sesleriyle eşlik edecek. Okumalar, sesler, şarkılar birbirine karışacak.
Eğer bir maniniz yoksa ve yolunuz düşerse, 26 Aralık Cuma günü, saat 17:30’da gelin.
Bu yalnızca bir kitap buluşması değil; ortak bir hafızaya, kadınlık hâllerine tutulan bir ışık.
Kalın sağlıcakla.





