Rugeş Kırıcı yazdı | Barışın göğsüne konan serçeye tanığım
Konuk Yazar 15 Temmuz 2025

Rugeş Kırıcı yazdı | Barışın göğsüne konan serçeye tanığım

Bir sabah, telefonun sessizliğini bozan bir sesle uyandım.
“Barışa giden tarihi ana bir kadın sanatçı olarak tanıklık etmek ister misin?” diye sordu bir ses.
Soruyu duyduğum an, kalbim bir anlığına durdu sanki.
Barışa tanıklık etmek istemez miyim?
Kendimi bildim bileli, savaşın gölgesinde büyüdüm.
Acıların, suskunlukların, ağıtların arasında,
sanatla kendime nefes alacak bir yer açtım.
Yıllardır sahnede Kürtçeyle kurduğum her cümle,
bir isyan, bir şahitlik, bir hafıza parçasıydı.
Sahnede yasaklanmış kelimeleri
korkusuzca haykırmak için
önce içimdeki korkuyu susturmak zorundaydım.
Her replik bir mücadeleydi.
Ve şimdi, o mücadele beni
ateşin başına davet ediyordu.
Yasaklarla yüzleşmiş, dili bastırılmış bir halkın
anadilinde tiyatro yapmaya çalışan biri olarak,
elbet, elbet tanıklık ederim.
Şimdi ise…
Ateşin, yok etmeyi değil, yeniden kurmayı simgelediği
Tarihi bir törene davet ediliyordum.
Silahların ateşte imha edileceği
ve belki de bu halkın kaderine başka bir yazgı çizileceği bir ana…
Hazırlanırken içimde bir kıpırtı,
heyecanla karışık bir merak vardı.
Ne görecektim?
Ne duyacaktım?
Kimlerin gözlerinde umudu, kimlerin yüreğinde yası görecektim?
Uzun bir yolculuğa çıktık.
Dağları aştık, sınırları geçtik, hafızanın diplerine dokunduk.
Yol boyunca toprağın yüzünde barışa dair çatlak izler,
gönlümde ise yan yana dizilmiş dilekler vardı:
Bir daha kimsenin toprağa düşmemesi için,
bir daha annelerin gözyaşıyla sabah olmaması için,
ve en çok da…
Kürt halkının, kendi dilinde, kendi renginde, kendi onuruyla
özgürce yaşaması için…
Barışa dair bir kıvılcımın,
gerçek bir yangına dönüşüp dönüşmeyeceğini
görecektim.
İnancım kadar şüphem de vardı;
ama hepsinden çok,
bir umudum vardı içimde kök salan.
Tören alanına vardığımızda
bir sessizlik vardı önce;
yankı gibi geniş, dua gibi derin.
Herkesin gözünde yanıyordu umut.
Birbirine bakan gözlerde,
yılların yorgunluğu kadar
ilk defa barışın ihtimali de vardı.
Sonra, mağaranın karanlığından
gün ışığına süzülen bir grup belirdi:
Otuz kişilik bir yürüyüş…
Önlerinde bir kadın.
Başını dik tutuyordu,
elleri silahlı, yürüyüşleri doluydu:
Hakikatin, acının, direnişin yüküyle.
Hemen arkasında diğer kadınlar,
onların ardında erkekler.
emin adımlarla, tereddütsüz geliyorlardı.
Ve o an, ben yalnızca izlemiyordum,
gözlerimle kayıt tutuyor,
kalbimle hafızaya kazıyordum.
Sahnede yerlerini aldıklarında
ne bir bakışta sarsıntı vardı,
ne de bir mimikte titreme.
Yüzlerinde tek bir ifade yoktu.
Duygularını ardında bırakmış gibiydiler.
Disiplinin ve kararlılığın içinden süzülen bir fotoğraf gibiydiler.
Donmuş bir an.
Konuşmayan, ama her şeyi anlatan bir kare.
Ve o an…
O sessiz, fotoğrafa
gözyaşlarıyla kendi kaybını yerleştirdi herkes.
Kimi annesinin gözyaşını koydu o kareye,
kimi kardeşinin yarım kalan çocukluğunu…
kimi hangi toprağın altında olduğunu bilmediği mezarsız çocuğunu.
Kayıplar yerleştikçe
o fotoğraf artık hiçbir yere sığmıyordu.
Fotoğraf sessizdi,
ama herkes kendi çığlığını orada duydu.
herkes o fotoğrafa bakıyordu.
Çünkü orada sadece insanlar değil,
bir halkın çalınmış zamanı,
yitirilmiş sevdası,
eksik doğmuş geleceği duruyordu.
Ve sonra…
Alevler yükseldi.
silahlar alevlere teslim edildi.
Silahlar birbirlerine yaslanarak
kül olmaya,
yerini yeni bir hikâyeye bırakmaya başladı.
Ateşin önünde durdular bir an.
Ne bir törenin gösterişi vardı o duruşta,
ne de bir pişmanlığın ezikliği.
Sadece sessizlik…
Ve sessizliğin içinden yükselen kararlı bir iç ses:
“Bu defa başka bir yola yürüyoruz.”
Her alevde bir yük hafifledi,
her kıvılcımda bir gelecek ihtimali doğdu.
Ateşin tanıklığında, barışın göğsüne konan serçeye tanığım!
Ve sonra…
Bu kez elleri boştu,
ama yürekleri ağırdı geçmişten.
Yine de adımları hafifti.
Silahsız, ama aynı kararlılıkla yürümeye başladılar.
Ne geriye dönüp baktılar,
ne de tereddüt ettiler.
Gözleri, dağların ötesinde kurulacak yeni bir hayatın izindeydi.
Ateşin başında bırakılan silahlar,
ardından yürüyen sessizlik,
ve gözden kaybolan gölgeler…
Hepsi birer sahneydi.
Tarihin, bir halkın artık ölmek istemediğini
haykırdığı bir sahnesi.
O an içimden bir dua aktı sessizce:
“Ey ateş…
Bugün yalnızca silahı yak,
kinin, öfkenin, intikamın izlerini de al götür.”
O anın şahidi oldum.
Ama bu yalnızca bir tanıklık değildi;
aynı zamanda bir yemin,
bir söz alma ve bir söz verme ânıydı.
Ve tanıklığım bir yük değil artık,
bir sorumluluk.
Çünkü barışa tanıklık etmek,
onu yalnızca görmek değil,
yarına anlatmaktır.
Barışa tanıklık etmek,
sesi olmayanın sesi,
adı söylenmeyenin adı olmaktır.
O gün, ateşte silahların sustuğu gün,
Ben de içimdeki suskunluğu bıraktım geride.
Çünkü barış, yalnızca silahların susması değil,
dillerin konuşması,
toplumların hafızalarını unutmadan iyileşmesidir.
Ateşin başında, tarihle göz göze geldim.
Ve ateşin bir halkı yakmadığını,
ona yol açtığını gördüm.
Barış hiçbir şey olmamış gibi değil…
Her şey olmuşken bile, yeniden başlayabilmektir.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.