Savaş Üstüne Savaş ya da orijinal adıyla One Battle After Another, Paul Thomas Anderson’ın Thomas Pynchon’un Vineland romanından uyarladığı bir film. Vineland romanını Türkçeye Berkan M. Şimşek çevirmiş, merak edenler İthaki Yayınlarından edinebilirler.
Ben, yönetmenin Manolya ( 1999 ) ve Kan Dökülecek ( 2007 ) filmlerini daha önce izlediğim için Savaş Üstüne Savaş’ı belki başka bir yere koyabilirim. Filmin ana izleği, kendine Fransız 75 Devrimci Harekâtı diyen bir grubun Amerika’daki göçmen karşıtı uygulamalarını bertaraf etme eylemleri esnasında gelişen olaylara odaklanan aksiyonu ve gerilimi iyi ayarlanmış yer yer kara komediye meyleden bir film. Filmin açılış sekansında devrimcilerin Amerika-Meksika sınırındaki göçmenlerin bekletildiği bir yeri kolayca ele geçirmeleri ve sorumlu subayı derdest etmeleriyle nasıl örgütlü ve organize olduklarını gösterir yönetmen. Bir felsefeleri, amaçları, hedefleri ve ideolojik birikimleri olduğunu anlıyoruz.
Ajan provokatör eylemciler
Film ilerledikçe Amerika Trump dönemine denk gelen psikolojik uzantıların/ atmosferin ortasında olduğumuzu hissederiz. Göçmen ve sığınmacı karşıtlığının bu kadar köpürtüldüğü hatta ve hatta göçmenlerin bu kadar aşağılandığı başka bir döneme şahit olmadığımızdan bunu hissetmiş olmamız tamamen yönetmenin yönlendirmesi.
Çoğu şey çok tanıdıktır. Sınırsız bir dünya hayali kuran, bu dünya herkesindir, sınırlar kapitalistlerin uydurduğu bir şeydir diyen ama diğer taraftan kapitalistlere sınır yoktur globallik onların ekmeği suyudur, dünyanın en ücra köşesinde de en gelişmiş ülkesinde de ürünlerini pazarlamak için sınır tanımadıklarını bilen bir örgüt eylem koyar. Bu eylem sırasında eylemcilere müdahale gerekçesi yaratmak için eylemcilerin içine ajan provokatörler yerleştirirler ve zemin yasal olarak müdahalenin her türlüsüne uygun hale getirilmiştir. Yönetmenin bu sahneyi yerleştirmesi aynı zamanda iyi bir siyasi tarih okuyucusu olduğunu da gösterir.
Faşizmin belleği
Filmde at başı giden iki yeraltı yapılanması vardır. Biri Fransız 75 Devrimci örgüttür diğeri de devlet içinde, devletin olanaklarını kullanan ırkçı, faşist bir yapılanmadır. Devrimci örgüt kodlarla, şifrelerle ve halkın desteğiyle büyürken devlet içindeki gizli ırkçı örgüt, beyni süngere dönmüş üç beş yaşlı adamın ‘temiz ırk’ yaratma hayaliyle emeklemektedir. Elbetteki ırkçı ve faşizan öğretilerin ikinci şansı yakalamaları oldukça zordur. Yönetmen, herkesin yeraltısı var demeye getirir.
Film onaltı yıl ileriye sıçrayınca hareketi bırakan Varoş Pat Colhoun’ın ( Leonardo DiCaprio ) hımbıllaştığına ve nasıl yavaş düşündüğüne şahit olmakla kalmıyoruz aynı zamanda çağa uygun, çağın araç gereçlerini devrim için kullanarak hızlanmanın zorunlu olduğunu, bunun için elde avuçta ne varsa ( kay kay ) kullanılması gerektiğinin altını simgesel olarak çiziyor yönetmen. Diğer bir alt metin okuması da sistem olarak tabir ettiğimiz kapitalizmin daha vahşi bir şekilde saldırması üzerine, kapitalizmin bir belleği olduğu ve kendisine yapılan hiçbir saldırıyı unutmadığı ve cezasız bırakmayacağıdır.
Çocukluk hastalığı
Filmin ikinci yarısında iki taraftan da güç zehirlenmesi örnekleri gösterir bize yönetmen. Vahşi kapitalizmin hiçbir şeyi unutmadan daha gaddarca, bütün güçleriyle, istihbarat, psikolojik, medya vs ile saldırıp sorgusuz infazlarının hesabının sorulmayacağı bilinciyle kendini üstün hissetmesi güç zehirlenmesinden başka bir şey değildir. Diğer yandan Perfidia’nın ( Teyena Taylor ) filmin başında ve kocası Pat’e attığı tirattan feminist bir karakter olduğu ve toplumun kendisine ve kadınlara biçtiği rolleri kabul etmediğini görüyoruz. Fakat ilerleyen sahnelerdeki banka soygununda gördüğümüz Lenin’in ‘çocukluk hastalığı’ diye tabir ettiği ilkesizce ve macera hevesiyle yapılan eylemler toplumda karşılık bulmaz öğretisine güzel bir örnektir. Eylemdeki kadınlar güç zehirlenmesi yaşayarak maskelerini çıkarıp sağa sola caka satmaya başlarlar ve haliyle enselenirler.
Derin ve sessizce akan bir nehir gibi filme dâhil olan S. Carlos ( Benicio del Toro ) filmi renklendirmekle kalmıyor örgütün toplum tarafından destek görmesini sağlayan sakin ve bilge rolünde. Hareketleri ve çağa inat temposu seyirciyi gülümsetiyor. Albay J. Jockjaw’ın ( Sean Penn ) ırkçılığı çağrıştıran Amerikan tıraşı ve ruhsuzluğunu ifade eden mekanikleşmiş hareketleri/tavırlarıyla rolünün hakkını verdiğini söyleyebilirim. Perfidia’nın eylem anındaki hem kocası/ sevgilisi Pat’a hem de Albay J. Jockjaw’a libidinal enerjisini gizlememesi/bastırmaması bundan zevk alması bizdeki devrimci karakterlere pek uymasa da filmdeki kendi başına buyruk, burnunun dikine gitme karakterine iyi uymuş.




