“Hiroşima’da hiçbir şey görmedin!”
Fusco’nun müziği eşliğinde, Hiroşima’da bir otel odası… Japon bir adam ve Fransız bir kadın, kentin içine işlemiş derin acının kıyısında, uzun uzun aşka bulaşacaktır. Tek bir gecede, belki de yıllarca yan yana bir şey paylaşamayan insanlardan, çok daha fazla şey paylaşacaklardır. Gerçek bir ilişki, zamanla mı kıyaslanır, yoksa zamanın hızlı salıncağında nasıl salındığınızla mı? Birbirini gerçek anlamda tanımanın asıl yolu, önce bedenlerin karşılaması mıdır yoksa? Hırsları, kıskançlıkları, kötücül duyguları, öte yandan iyilik ve güzelliğe dair bütün algısıyla insanın, en zararsız karşılaşması önce bedenlerle olan mıdır acaba? Birbirini tanımanın en saf ve en bilgiden yoksun karılaşması buysa, birbirini yok etmenin de en net ayrılığı yine beden üzerinden başlıyorsa, bir savaş filminin sevişmeyle başlaması da kendi anlam bütünlüğünü daha başından bize vurgular. Bedenlerin kısa kısa parçaları birbirine geçerken, atom bombasının parçalara ayırdığı uzuvların çağrışımını uyandırır bu sevişme daha başından.
“Hiroşima’da hiçbir şey görmedin” der Lui.
“Her şeyi gördüm, nasıl olur da görmezdim!” der Elle.
6 Ağustos 1945’ten sonra çekilmiş haber filmlerini görürüz. Elle, ısrarla Hiroşima’da her şeyi gördüğünü iddia eder. Her gün haberleri takip etmiştir ne de olsa. Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün ve on beşinci günü de görmüştür. Oysa Lui de ısrarla karşıt cümlesini/düşüncesini tekrar eder. “Sen hiçbir şey görmedin, hiçbirini bilmiyorsun!” Kendisi o sırada savaşırken, ailesi Hiroşima’dadır çünkü. Böylesi bir acıyı hakkıyla hissetmeye, yaşamayan kimsenin gücü yetmez kuşkusuz ki ona göre. “Peki neden her şeyi görmek istedin Hiroşima’da?” Kendine odaklanmanın, kendini kayırmanın, kendi dışında kalan her şeyi daha az önemsemenin çeşitli yollarla örgütlendiği günümüzde, artık az sayıda insanın sahip olduğu bir düşünceyi açar bu soruya olan cevabıyla Elle. “Beni ilgilendirdiği için! Benim de kendime göre düşüncelerim var. Birtakım şeylere inceden inceye bakmak, öğrenilecek bir şey.” Ne de olsa Elle, “başkalarının” ahlak anlayışından kuşkulanan bir kadındır…
“Tam dört kere, Hiroşima’daki o müzede insanları seyrettim. Ben de onlar gibi düşünceli bir yüzle demirlere baktım. Yanmış demirlere, et kadar savunmasız hale gelmiş demirlere… İnsan derileri gördüm; sallanan ve hala kıvranan, hala o ilk acıyı taşıyan. Taşlar, erimiş ve parçalanmış taşlar… Sahibi bilinmeyen, uyuyan kadınların kafalarından dökülmüş saçlar gördüm… Hiroşima’da barış meydanındaki sıcaklığı hissettim. Barış Meydanı’nda sıcaklık on bin dereceydi.”
Aslında sıcaklığın 300 bin derece olduğu konuşulur. Saatte 1800 km ile esen alev rüzgarı, şehri ve üzerindeki her canlıyı yok etmeye, yok etmediklerini mahvetmeye hizmet eder. Ağır anemi krizleri, yanıklar, sakatlıklar, eriyen bedenler, her biri ayrı yağmalanmış uzuvlar… Hepsiyle beraber, savaşın ve yaşanan vahşetin travması. Radyoaktif serpintinin yağmurla beraber kente inmesiyle birlikte, ürkütücü olan tablo, daha da derine iner. Rüzgar ve yağmur, şehrin üzerine salınan vahşete yardım ediyor gibidir. Bazen doğa, insanın insana ettiğine karşı, öfkeli bir ebeveyn midir yoksa?
2.Dünya savaşı sırasında, ABD tarafından Hiroşima’ya atılan bombanın etkilerini izleriz. Elle’nin müzeden hatırladıkları, gördükleri ve seyircinin tanıklık etmesi istenenler üzerinden, bir vahşetin açılımıdır ilk sahneler. Bedenle devam eder film. Zevkin ve acının karşıtlığı, bedenin ikliminde şekil bulur. Uluslararası bir filmde rol almak için Hiroşima’da olan Elle, Kızıl Haç hemşiresi kostümünü giyinip sete dönerken vedalaşırlar ama Lui de peşinden gider. Bir kostümün peşinden gider biraz da. Hayatın içinde kodlanan bütün duyguların, gizli saklı albenisine kapılmıştır ikisi de. Elle, bulunduğu işin içinde, inanmak istediği barışa buruk gülümser.
Öyle ya; “sabun satmak için bile film yapıyorlarsa, neden barış için yapmasınlar?” Der.
“Hiçbir şey görmedin sen!”
“Her şeyi gördüm! Görme sanatının öğrenilmesi gerektiğine inanıyorum.”
“Hatırlamanın açık gerekliliğini neden inkar etmeli?”
Aşk, aslında talihsiz bir rastlantı mıdır?
İnsanın insana yaptığı, insanın insana olanı haber yaptığı ve insanın insana yaptığı habere ağladığı üzerinden akan yansıma, karanlık bir köşeye sürükler bizi. O karanlık köşede, bir kadının duyarlılığıyla izleriz yakın tarihin korkunç yüzünü. Dokuz saniye içinde, iki yüz bin insanın öldüğü ve on binlercesinin yaralandığı bir kentte, bir otel odasında sevişen kadın ve adamın sohbetinden yansır acının ete ve ruha düşüşü. İnsanlığın politik şuurunun/şuursuzluğunun, sınıflar arası eşitsizlik ilkesinin, aşkın ve acının sorgulandığı film, bizi layığıyla rahatsız eder. İnsan olma/olamama duygusuyla zedeleniriz. “Bir kadında bin kadınsın sanki” der Lui. İçinde saklı hüznü görmüştür Elle’nin. Bir kadında bin kadın taşıyan bütün kadınlar için gülümser Elle ve hikayesini anlatır. Bir Alman asker olan sevgilisinin kendi soydaşları (Fransızlar) tarafından nasıl öldürüldüğünü ve hemen ardından bir süreliğine aklını nasıl kaybettiğini de. Bir aşık bir ülkeyi temsil edecekse, daha acılı pek az aşık vardır bu hikayeye göre ve bir acı bir şehri temsil edecekse, kaderine en çok ağlanacak yerdir Hiroşima. İkisinin ortasında durup, Japon sevgilisine bakarak uzun uzun ağlayıp anlatır Elle. Gerçek bir aşkı yitirmenin, bir nevi kendini yitirmek olduğunu da anlatır. Uzun yıllardır, belki de ilk defa yitikliğini farkeden birine rastlamıştır. Aşk, aslında talihsiz bir rastlantı mıdır?
“Bu şehrin, aşkı ölçmek amacıyla kurulduğunu nereden bilebilirdim? Ya senin benim vücudumu değerlendirmek amacıyla yaratıldığını? Beni yok ediyorsun, bana iyi geliyorsun.” Birbirini yok etmenin ve birbirine işleyip birbirinin varlığında devinmemin tezatlığında yükselip alçalan insan duygununun şiirsel algoritmasını açık eder film. Sevişmenin veya savaşmanın, bozguna uğratıp ya da anlaşmanın, bakan gözlerle kanıksamanın ya da bakıp da gerçekten gören gözlerle dert etmenin ayrıldığı bütün duyguları, karakterin konuşmalarıyla unutulmaz bir kumaşa dikip durur adeta film. Sözcüklerin, iğneyle geçen kara bir ip gibi işlendiği bu kumaş, yine insan bedeniyle kendine bir yer bulur. Birbirini sevme duygusunun bütünlüğüyle önce kumaşa/bedene dokunan insan, nefretini de ifade ederken yine aynı kumaşı yırtıp yok etmenin peşindedir. Film; birbirini tanımasa da gerçek anlamda bir sarılıştan, empatiden ve seviş/meden geçen insanın, öte yandan savaşma duygusunda çırpınan, talan eden ve empatiden yoksun bütün kötücüllüklerini, şehrin karanlık atmosferinde kara bir romantizm duygusuyla hatırlatır bir yandan. İçe işleyen acının bütün gerçekliğine rağmen, bir nevi düşsel bir aşkın pergelinde dolandırır durur bizi, durmadan.
Filmin şiirsel senaryosunu yazan Marguerite Duras; savaşın travmasını, imkansız aşkı ve hayatın yaşattığı yıkımı çok iyi bilen kalbinin mürekkebine usta kalemiyle dokunur. Bir kadın hikayeci/senaristin, bir kadın kahramanla anlattığı Hiroşima felaketi, sarsan bir acıyla içimize ince ince işler.
“Büyük ihtimalle bir daha birbirimizi görmeyeceğiz, ama belki bir gün, bir savaşta…” Otel odasında buluşurlar. Kadın adama yarım kalmış bir aşkla bakar. “Senin adın Hiroşima… Hi-ro-şi-ma…”
Filmin senaryosunu Marguerite Duras yazmış, yönetmenliğini ise Alen Resnais yapmıştır. Elle karakterine ise Emmanuelle Riva can vermiştir.