Sinemada karakterler: Mükemmel Günler – Perfect Days
Şilan Avcı 19 Ocak 2025

Sinemada karakterler: Mükemmel Günler – Perfect Days

New Orleons’ta bir ev var
ona Doğan Güneş diyorlar
ve bir çok zavallı çocuğun
harabesi olmuştur
ve Tanrım biliyorum,
ben de onlardan biriyim…”

Hirayama…
 
Yaşamın enstrümanları, insanın materyalleri…

Jimi Hendrix’in büyüleyici gitarıyla başlar Hirayama güne. Hikayesi olan bir şarkının duygusuna, işine doğru giderken sahip çıkar. Küçük arabasında birçok eski teyp kaseti vardır. Her sabah sevdiği müzikleri dinlemenin rutini, Hirayama’nın sakinliğinin ritmine ne güzel uyar. Sahi, dinlediğimiz bütün şarkılar, okuduğumuz bütün şiirler, romanlar, baktığımız resimler, hepsi kendi duygularımıza sahip çıkışımızın, yaşama dair yansımamızın aynaları değil mi? Hirayama, dinginliği ve yaşam ritmiyle elimizden tutup bizi kendi gölgeli, güneşli patikasında film boyunca yolculuğa çıkarır. Küçücük evinde yastığı ve yorganıyla, yolda eski müzikleri, işte hakkını verdiği emeği, sokakta onca gürültü içinde süren sessizliği ve duygu dolu tavırlarıyla herkesten başka gibidir. Hissettirdiği yabancılık, kendinin hayata yabancı olduğu fikri üzerinden değil, ilginçtir ki çoğunluğun onun dünyasına yabancılığı fikri üzerinden ilerler. Rutinine sevgiyle sarılmış, yetinmiş, kendini çağın çılgın materyallerinden koruyan, tekliğini kendi küçük zevkleriyle keyifli bir hale getirmiş, tatmin sahibi bir adamdır. Tatminsizliğin, bencilliğin, her işi ve duyguyu ucundan tutmanın çağında, kendini başka türlü kuran, başka türlü ilerleyen bir karakter çizer bize. Kuşkusuz ki çoğunluğa sıkıcı gelebilecek hayatı, bazılarımız için aslında rengarenk bir gökkuşağı gibidir. Bakış açısına ve görme yetisine göre elbette değişir.

Hirayama ile birlikte, uzun uzun şehri görürüz. Tokyo sokaklarını gezdirir bize. Bir şehrin ortak tuvalet alanlarını temizleyen kahramanımızın iletişim ağını da izlemiş oluruz böylece. Tuvalete girip çıkan yabancılar, haylaz ve kendisinden oldukça genç iş arkadaşı, verdiği molalarda zaman zaman göz göze geldiği şehir insanları… Bir de akşamları müdavimi olup yemek yediği kendi halinde yerler. Bütün film boyunca, bir kendi halindelikle gezen kahramanımızın uğradığı her yerin de kendine has bir kendi halindeliği vardır zaten. Mesele bir eskiye özlem, ya da nostalji değildir Hirayama için aslında. Onun tercih ettiği yaşam düzeni budur. Yaşamı küçük rutinlere bölerken, insanın kendi seçimleriyle kendi alanını yaratma imkanına sahip olmasını bize iletir. Sistem, akıllı telefonları, dijital müzik ortamlarını, son model arabaları, kıyafetleri, hırsları ve etiketleri sunarken, yine aynı sistemin aslında bir zorunluluk dayatmadığını da düşündürtür film. Ardından şunları fısıldar kulağımıza hatta bir yerde: Evet, eski bir telefonla da işimi yürütebilirim belki de. Eski kasetler hala var ve oradaki sesleri daha çok sevdiğim için, bu zevkimi olabildiğince sürdürebilirim de. Dört tekerleği olan her araba beni gideceğim yere götürür sonuçta. Kıyafetlerimi en aza indirip değiştirerek giyinsem kimin umurunda? Huzurlu bir akla ihtiyacım var her şeyden önce, rahat bir yastıkla geceyi aramaya her çıktığımda…

“Aşk deniz gibidir,

sen işe yaramaz biriysen kusar atar seni.”

Hirayama hiç denecek kadar az konuşur. Net bir zaman eleştirisini de ona değil, filmde genç iş arkadaşı olan Takashi’ye söyletir film: “Aşık olmak için de mi para lazım? Modern çdenen şey bu mu?” Yine bir cevap vermez ama cebindeki bütün parayı iş arkadaşına verir Hirayama. Geceleri uyumadan önce, lambanın loş ışığında kitabını okur. Elinde Faulkner’in Çılgın Palmiyeler’ini görürüz ilk günler. “Aşk deniz gibidir. Sen işe yaramaz biriysen, sularda kötü bir koku çıkarmaya başlarsın. O zaman deniz, dışarıda bir yerde ölmen için kusar atar seni” der Faulkner’in Çılgın Palmiyeleri’nde Charlotte. Aşka da en az diğer bütün duygular kadar kafa yorar Hirayama belli ki. Yaşamın içinde okuyarak, müziğin ritmine kulak vererek, insanları gözlemleyip, düzenli şekilde doğadan detay fotoğraflar çekerek dolaşır ve fotoğraflarda özellikle gölgelerin peşine takılır Hirayama. Peki bir parça ışık hüzmesine gülümseyecek kadar ışığa hayran bir adam, neden gölgelerin peşine takılır?

“Gölge yönümüzü tanımak, kusursuz olmadığımızı kabul etmemiz için bize gereken alçak gönüllüğü sağlar.”

Hirayama’nın personasını çözdükten sonra, artık gündelik yaşamda ve rüyalarında dahi peşine takıldığı gölgeleri anlamaya çalışırız. Bir ağacın yaprakları arasından süzülen güneşin hayata yansıyan gölgeleri, insanların gölgeleri, ışığın, yüzlerin, düşlerin ve hatta düşüncelerin gölgeleridir bunlar. Hirayama’nın gölgeleri kişisel olduğu kadar toplumsal gölgelerdir de. Yaşamın içindeki materyallere ve duygu durumlarına bağımlılık geliştirmeyen Hirayama, gölgelerin gizine açıktır kuşkusuz. Yani kendi bilinçaltına. Jung’un gölge arketipinde, kişinin bastırılmış, bilinçdışı yönlerini, yani gölge yanlarını vurgulaması üzerinden, Hirayama’nın bu gölge yanlarını kabul edip dışarıda olanlarla uyumlanışıyla birlikte kendini gerçekleştirdiğini duyumsayabiliriz. Bu durumda Hirayama’nın özgün yaşam tarzını anlamak ve buna keyifle gülümsemek, hatta fazlasıyla öykünmek mümkün. Kendi ışığını bulmak isteyen insanın, gölge yanlarını görmezden gelmemesi üzerine uzun uzun düşündüren karakter, yaşamın içinde bütün durağanlığı ve “sıradan” hayatına rağmen, bizim için bir kahraman görevini görüyor. Bir şey keşfetmiyor, kimseyi kurtarmıyor, büyük bir aşk yaşamıyor ya da olağanüstü herhangi bir şey yapmıyor ama kendi psişesini sağlamca kurmuş, dingin bir kahraman olmayı başarıyor.

Kendini personası ve gölgeleriyle sevmek, yaşamın içinde kendini iyi hissetmek, kendiyle tamamlanmak, her şeyden önce kendini sevmek için şart elbette. Bütün bunların kahramanı oluveriyor Hirayama. Çağın bütün hızına teslim, bütün “imkanlarına” sahip, kolayca bilgiye, arzuya ve nesnelerine, diğerlerine, hepsine ve her şeye ulaşabilen insanı bu denli mutsuzken, Hirayama’nın kıskandıran huzuru ve mutluluğu, eski materyaller ve tercihleri üzerinden düşündürüyor. Eskiye ve eskinin eşyasına öykünmekten öte, eşyayla ilişkisini sınırlayabilen, bir başka dünya insanı yapıyor Hirayama’yı. “Bir dahaki sefer bir dahakidir, şimdi şimdidir” diyerek de aslında kendi zaman algısını açımlıyor. Bir çocuğun elini tuttuğu günün gecesi, yine rüyasında o büyük ve küçük elin birbirini tuttuğunu gösteriyor bize gölgelerle. Bakım evinde olan babasını görmeye gitmek istememesini tek baş hareketiyle ifade edince anlıyoruz gölgelerden biriyle olan mücadelesini.

“Patricia Highsmith kaygıya dair her şeyi biliyor. Korku ile kaygının farklı şeyler olduğunu ondan öğrendim” diyen kitap satıcısıyla bize yeni bir kitap da öneriyor film. Kaygıya boğulurcasına hayatı tuşlayan günümüz insanından apayrı bir dünyada yaşayan Hirayama gülümsüyor. Lou Red’in filme adını veren şarkısı, Aya Koda’nın Ağaçlar’ı, Faulkner’in Çılgın Palmiyeler’i film boyunca sürüyor.

I’m feeling good… Nina Simone’un sesini duyuyoruz son sahne ve kasette. Yakışıyor filmin sonuna, evet. Filmin sonunda gülümseyerek ağlayan Hirayama, çağ insanının aksine, duygulanımla dalgalı bir ruh haliyle değil, duygudurumuyla ulaşıyor bize. Bunca anlamlı bir yüz ifadesi, inandırıcı bir hüzün, içine alır bir fikir ve bunca düşündürücü bir karakterle hikayeye sarılma, her filmde karşılaşmadığımız tatlı bir sarsıntı yaşatıyor bize.

“Çamların kokusu gibi hissediyorum, özgürüm ben… İyi hissediyorum.”

2023 Cannes film festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülünü alan filmin yönetmeni Wim Wenders’tir. Hirayama karakterine can veren oyuncu ise Köji Yakusho’dur.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.