Her şeyin bir parçası, her şeyin bambaşkası…
Çıplak kalmış çukurlar, kara delikler, uzayan ve durmadan uzayan beton duvarlar, bozuk ve çamurlu yollar, arkasında hiçbir sıcaklık vadetmeyen soğuk ve kırık pencereler, borular, demirler, balçıklar ve hortumlar… Kentin içinde dev yılanlar gibi her köşeye dolanan bütün bu mutsuzluk görselinin bir anlamı vardır. Bir sanayi kentinin mutsuzluk ve soğukluğunu, sokaklar boyu yürüyen bir adamın tedirginliğinde hissederiz. Evrenin anlam verilemeyen karanlık anatomisini şehrin tuvaline çizer gibi, görünenin ötesini sorgulamaya iten bir görünenler karmaşasının içinde tedirgince yürür Henry. Muhtemelen her gün geçtiği yoldan ilk defa geçer gibidir. Ceketinin dış cebinde dizili kalemlerinin, eve girer girmez çalıştırdığı plağın, eskimiş, yıpranmış eşyalarının ve yukarı doğru uzayan saçlarının hakkında verdiği fikir, aslında Henry’nin uyumsuzluğu üzerinedir. Bir hayatın, bir hikayenin, bir şehrin parçası olma çabasını hissettirse de aslında kendi aklındaki kara deliğin içinde kendini arayan biri gibidir Henry. Evindeki pencerenin manzarası, kendini örülü tuğlalara açar. Pencereden bakınca gördüğü şeye karşı da ilk defa görür gibi yine kaygılı bakar. Bir sanayi kentinin bütün distopik havasıyla Henry’nin adımlarına uyarak yürürüz. Onunla yürüdükçe büyür her şey. Karanlık büyür önce, siren sesleri, dumanlar, yalnızlık ve en çok da kaygı büyür.
İçimizde dans eden o harika hayal…
Makine ve tren sesleri arasında, çamurlar, beton yığınları ve karmaşanın sevimsizce dizili hizasında ayaklarını sürüyerek yürüyen Henry, bir makinenin uyumsuz dişlisi gibi görünür aslında. Siyah-beyazlığın ötesine geçen, bir karanlık renk cümbüşü vardır filmin içinde. Henry’nin kabarık saçlarının arasında bir yerde mi, yoksa sürekli giyindiği ceketinin cebinde duran kalemlerin ucunda mı saklıdır korkuları acaba? Yüzündeki ifadenin her katmanında kendini açık eden korku ve kaygının, tiksinti ve yabancılığın merak uyandırıcılığıyla Henry yol boyu ilerler. Evine girdiği akşam, çekmecesinden çıkardığı, yırtılmış bir kadın fotoğrafından anlarız aşk acısı yaşadığını. Yalnızdır Henry. İçinde salındığı ve belli ki uyumsuzu olduğu hayatının bütün detaylarını karanlık bir deliğe bırakmış gibidir. Kalorifer peteğinin içinde dans eden kadın kimdir peki? Korkularına rağmen gülümseyen ve şarkı söyleyen, şarkısında bir cennetten ve güzellikten söz eden, gerçek anlamda kendine dokunmak istediği yanıdır belki. Oysa kendi aklının içine girip dokunmaya kalktığı an, kadın ortadan kaybolur. Yoksa Henry diğer bütün insanlar gibi, yol boyu kendini arayan, kendine yabancı bir yanılsama mıdır?
‘Pek bir şey bildiğim yok…’
“Pekala Henry ne biliyorsun?” Sorusuyla karşılaşınca bir an durup verdiği cevap nettir. “Pek bir şey bildiğim yok.” Pek bir şey bilmediğini bilip bunu itiraf eden Henry, fabrikada çalışan bir matbaacı olarak tanıtır kendini. Bütün çekingenliği, ayrı durmaya çalışır tavrı ve bir yandan olabildiğince dahil olma çabasına rağmen, farklıdır. Ortada prematüre bir bebek vardır artık ve dolayısıyla Henry ile Mary’nin evlenmeleri gerekmektedir. Bir süredir görüşmediği Mary, ondan gizli doğum yapmış ve dünyaya bir insana benzemeyen, garip bir canlı getirmiştir. Bebeğin fiziksel özelliği, anne-babanın bütün korkularını temsil eder aslında. İnsanın hayatın içinde günden güne eskiyen bedenini, günden güne örselenen ruhunu destekleyen mekan algısı ve genel toplumsal davranış kalıpları, sert bir ifadeyle filmde başka türlü kendini gösterir. Çürüyen ve irinlerle akan insan, sadece bedensel ifadeyle değil, aynı zamanda parçalanmış, düşünsel resimlerle bize filmi takip ettirir.
Avangart film anlayışıyla Lynch’in bizlere çizdiği film, çamurlar ve sirenler, betonlar ve irinli bedenler arasında sürüp giden karanlık bir tablo gibidir. Yoğun olarak Francis Bacon’un resimlerini çağrıştıran sahnelerin gücü, bilinçaltının ürkütücü perdelerini kendine tuval yaparken, Henry’nin dünyası genelde tek mekanda sürüp gider. Çünkü Henry’nin küçük evi, aslında aklının ve bilinçaltının evrenidir. Yoksulluğu izleyen eşyalarının, çaresizliği simgeleyen zamansızlığının, yalnızlığı hissettiren sessizliğinin evidir bu. Aynı zamanda ressam olan Lynch, film boyunca kendi renkleriyle sahnelerini boyarken, Henry’nin rengi de koyu bir kahve gibidir. Kirli suların, silgi tozlarının, sanayi dumanları ve çamurlu sokakların rengiyle karışan, kakofonik bir kahvedir bu… Nesnelerin, karşılaşılan bütün kente ait sesler, görüntüler, renkler ve hatta hissedilen kokuların yaşattığı sinestezinin kahramanıdır Henry. Bütün sert materyallerine, sanayi imgelerine, ev kapıları, sokak pencereleri ve bir kente ait susmaz seslerine rağmen, yapaylığı vurgulayan bir mekan algısı yaşatır bizlere film. Varolan ama aslında yapaylığa, tek düzeliğe ve günün sonunda mutsuzluğa davet eden bir mekan algısıdır bu.
Her şey bir rüya mı, yoksa her şey göründüğünden daha mı korkunç?
Henry yalnızlığına gömülü, belli ki kimsesi olmayan bir adamdır. Yoksul görünür ve duygularını yaşama konusunda da yoksuldur. Bu yüzden birden bire önüne konan bebeğine karşı duyduğu ürkme hissi, sadece bebeğin fiziksel özelliğiyle ilgili değildir. Bu ucube görüntü, anne-babanın istenmeyen bebeği algılama şeklidir bir nevi ve Henry’nin bütün korkularını temsil eder. Ceketinin cebinde kalemlerle dolaşan Henry, kafası kopunca bir ucu silgili olan kalemlere döndürülür bir fabrikada. Çılgınca işlenen metaforların, insan bedeni ve yine insana ait eşyalar üzerinden işlendiği, dönüştürüldüğü ve kanlarla irinlerle aktığı filmin asıl kahramanı, Henry’nin kafası bedeninden kopunca tam da kafasına gelip yerleşen bebektir. Filmin karanlık atmosferi, bedende çürümeyi, insanın hayatın içinde ruhsal olarak çürüyüşünü temsil eder. Ümitsizlik ve varoluşun yıpratıcı çalkantısını temsil eden bebek, istenmemesi üzerinden bize bir çok şeyi sorgulatır. Korkularına ve kaygılarına esir düşen insanın prematüre kalmış yanı bunca iriniyle akarken, yaşamın içinde yapaylaşan mekanlar ve ilişkilerin karanlıkta kalmaması olasılıksız. Lynch, ilham aldığı ressam Francis Bacon’un “Çarmıha Gerili Figürler Üzerine Üç Çalışma” adlı eserinden esinlenerek bebeği Henry’e dahil bir kahraman yapmıştır. Korkutucu bir görüntüyle kendine varoluş alanı sağlamaya çalışan bebeğin sürekli ağlar halini, bizlere yine bilinçaltımızın sesini bağırıyormuş gibi de düşünebiliriz. Yaşayan ve yaşarken birleşip üreyen insanın, “çirkin” aklının dehlizlerinde gezen film, bize Henry’den çok, onun bilinçaltını temsil eden Henry’nin bebeğinin karakterini açıklar. Sürekli bakıma muhtaç, ağlayan, annesi tarafından terkedilen, babası tarafından kurcalanıp sonunda infilak eden ama yeniden ortaya çıkan bu karanlık karakteri susturmak da büyütmek de terbiye etmek de yaşatmak da ve öldürmek de oldukça zordur. İşte o can alıcı soru: Her şey bir rüya mıdır, yoksa her şey göründüğünden daha mı korkunçtur peki?
Seyirciyi oldukça zorlayan, görünenin ötesine davet eden ve yaşadığı mekanik hayatı sorgulatan filmin yönetmeni David Lynch’tir. Silgi Kafa Henry karakterine ise Jack Nance can vermiştir. Aynı zamanda ressam olan Lynch’in ilk uzun metraj filmi olan Silgi Kafa, 1977 yapımı bir avangart filmdir.