2007’den bu yana İsrail tarafından tüm nefes boruları tıkanarak boğulmaya çalışılan Gazze’nin 7 Ekim 2023 savaşı dünyanın en meşru savaşıdır. Tarihin akışını kalıcı olarak değiştiren bu savaş, köşeye sıkıştırılarak çaresizleştirilmiş bir halkın kuşatmayı yarma harekatıdır. Savaşı, Gazze’deki tüm direniş örgütleri ortaklaşa başlatmıştır. Bu meşru savaşa karşı İsrail, Batı dünyasının açık desteğiyle soykırıma başlayınca bölgede hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı belli olmuştur. Ne Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail’i soykırımla yargılaması ne de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ve Gallant hakkında tutuklama kararı çıkarması, retorik bazı istisnalar hariç Batı’nın İsrail’e desteğini gevşetmesine etkisi olmuştur.
İsrail, kolay hedef Gazze’yi Batı’nın sınırsız diplomatik ve askeri desteğiyle yerle bir etti. Lübnan’ı ve Hizbullah hedeflerini de vurdu. Suriye iç savaşı boyunca periyodik olarak Suriye’ye ve Suriye’deki İran bağlantılı gruplara da hava saldırıları düzenliyordu. İran’a saldırmayı ise göze alamamıştı. İran’ın etrafında dolandığı bu süreçte, ABD ve Batı bloğunun da yıllardır rahatsızlığını belirttiği nükleer programını İran’a saldırmak ya da Batı’yı kışkırtmak için kullanıyordu. Oysa İran, nükleer silah geliştirmeyi hedeflemediğini, BM Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasının Önlenmesi (NPT) Anlaşması’nı imzalayarak ve Uluslararası Atom Enerjisi denetçilerine tesislerini açarak göstermeye çalışmıştı. İsrail ise, nükleer teknoloji ve nükleer silah sahibi idi. Ayrıca NPT’yi de imzalamamıştı ve buna rağmen nükleer kapasitesi hiçbir şekilde müzakereye konu edilmiyordu.
Bu şartlar altında İsrail, 1 Nisan 2024’te, İran’ın Şam Büyükelçiliği tesislerine saldırmış, Devrim Muhafızları general ve subaylarını katletmişti. Bu, İsrail’in doğrudan İran’a ilk saldırısıydı, zira diplomatik temsilcilikler o ülkenin toprağı sayılıyordu. İran’ın cevabı, 13 Nisan’da, drone ve füze saldırısıyla geldi. Bu da İran’ın İsrail’e doğrudan ilk saldırısıydı. Bu saldırılarda ABD, Fransa, İngiltere ve Ürdün, İran’ın füzelerini havada avlayarak doğrudan İsrail’in safında yer aldılar. İsrail, Lübnan ile olan sınırı dolayısıyla kısmen de olsa sınır kasabalarında Hizbullah saldırılarına maruz kalıyordu ama ilk defa ülkenin iç kesimlerindeki sivil ve askeri tesisler hedef oluyordu. Bu süreçte Husiler Yemen’den bazı füze saldırıları yapsa da füzeler çoğunlukla Suud engeline takılıyor, kısmen de olsa İsrail’e ulaşabilenler ise, Demir Kubbe efsanesini yıkarak savaşı İsrail başkentine taşımayı başarıyordu. 31 Temmuz’da, İsrail Hamas lideri İsmail Heniyye’yi Tahran’da, devletin resmi konukevinde katletti. Ağustos, Eylül aylarında Hizbullah komutanlarının katledilmesi, çağrı cihazı suikastleriyle binlerce Hizbullah kadrosunun ciddi yaralanması ve öldürülmesi, 28 Eylül’de Hizbullah lideri Nasrallah’ın, 16 Ekim’de de Hamas lideri Yahya Sinvar’ın katledilmesi ile savaşın seyri tamamen değişti. Tüm bunlar yaşanırken Ekim başında karadan Lübnan’a da girmeye başlamıştı İsrail. Ekim ayı boyunca İran İsrail arasında karşılıklı hava saldırıları da oluyordu.
Lübnan’da işler İsrail açısından kolay değildi ama, İran’ın ve Hizbullah’ın en kritik destekçisi Esad sürpriz bir şekilde 8 Aralık 2024’te çökünce, Suriye sahası tamamen İsrail’e açıldı. İsrail 1974’ten bu yana BM tarafından çatışmasızlık bölgesi ilan edilen Golan tepelerinin Suriye’deki kısımlarını da işgale başladı. Bir yandan da Suriye’nin deniz, hava ve kara tüm askeri kabiliyetlerini mütemadiyen imha ediyordu. Güneybatı Suriye’de Dürziler üzerinden Suriye’yi bölmeye çalışıyordu. Suriye’nin El Kaide kökenli yeni yöneticileri, Baas rejiminin taşıyıcı kolonu olmakla suçladıkları Alevi bölgelerinde katliama başladılar. Suriye iç savaşı boyunca Kuzeydoğu Suriye’de özerk yapılar kuran Kürt siyasi hareketi Suriye bütünlüğünden kopmayacağını beyan etmese, ortada Suriye diye bir şey de kalmayacaktı. Kısacası Suriye, hem rejim değişikliği hem de tüm bu iç sorunları nedeniyle İsrail için artık bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Artık savaşın İran anakarasına taşınması önünde tek bir engel kalmıştı, o da, yıllardır İsrail’in tüm Batı dünyasını İran’ın aleyhine kışkırttığı nükleer meseleydi.
İran ile ABD arasında 12 Nisan’da Umman’da başlayan ve 5. turu Roma’da yapılan nükleer müzakerelerde taraflar arasında görüş ayrılıkları vardı. İran, nükleer programını, atom bombası üretmesine engel olacak şekilde kısıtlaması karşılığında uluslararası yaptırımların kaldırılmasını istiyordu; ABD ise, İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin tamamen durdurulmasını. İran “kırmızı çizgilerini” aşan bu teklifi kabul etmeyeceğini ve kendi yeni teklifini ABD’ye bildireceğini söyledi. Görüşmeler tıkanmıştı. Görüşmelerin 15 Haziran’da Umman’da yeniden başlayacağı açıklandı.
Tüm Dünya yeniden başlayacak 15 Haziran müzakerelerini beklerken, İsrail 12 Haziran Perşembe günü geç saatlerde İran’ın başkenti Tahran’ın 18’inci bölgesi için tahliye bildirisi yayınladı. 13 Haziran gece 03.30 sıralarında da Tahran’a yoğun bir hava saldırısı saldırı düzenledi. Aynı anda Natanz nükleer tesisini hedef aldı. İsrail’in İran çapında düzenlediği saldırılarda İran Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları Genel Komutanı Hüseyin Selami dahil üst düzey askeri yetkililer ile altı nükleer bilim insanı katledildi. İlk saldırının şokunu üzerinden atan ve mefluç hava savunma sistemini devreye sokan İran kısa sürede füze saldırılarıyla İsrail hedeflerine misillemeye başladı. İsrail uçaklarla İran füzelerle vuruyordu. İsrail’in sahip olmadığı hipersonik füze teknolojisi kimsenin beklemediği şekilde İran’ı savaş alanında avantajlı kılıyordu. Demir Kubbe efsanesi çökmüştü.
İsrail savaşı uzatıp yıpratma savaşına dönüştürmeye ve ABD ve Batı dünyasının da desteği ile İran’da rejim değişikliğine oynuyordu. Ama İran ne Suriye’ye ne Mısır’a benziyordu; dişli çıkmıştı.
Bu kez devreye ABD girdi. 22 Haziran’da İran’ın Natanz, İsfahan ve Fordo bölgelerinde bulunan nükleer tesislere saldırı düzenledi. “B-2 Hayalet” uçaklarının kullanıldığı saldırıda, İran’ın “nükleer kalbi” olarak bilinen ve dağlık bir alanda yer altında bulunan Fordo’ya sığınak delici “MOP” bombaları ile saldırı düzenlenmiş, diğer tesisler ise denizaltından fırlatılan Tomahawk’larla hedef alınmıştı. Bu, aynı zamanda en gelişmiş sığınak delici bomba olan “MOP”ların ilk defa savaşta kullanılması olmuştu.
Misilleme olarak 23 Haziran günü İran Katar’daki ABD üssüne yönelik askeri harekatın başladığını duyurdu. Irak’taki bir üsse de füze saldırısı düzenlendiği bildirildi. Saldırı ABD üssünde kayda değer bir hasar oluşturmamıştı. İran saldırı öncesi Katar’a bilgi vermiş, böylece ABD’nin saldırıdan haberi olması sağlanmıştı. Anlaşılan İran hem misilleme hakkını kullanmış hem de ABD ile sonucu belli bir savaşa girmektense diplomasiye imkan vermişti.
Günün sonunda İran kimsenin beklemediği şekilde tüm Batı dünyasına karşı neredeyse tek başına savaş yürütmüş, İsrail ve peşine takılan ABD ise, İran’da rejim değişikliği gibi maksimalist taleplerden vazgeçmişti. Nükleer hikayenin ve İran ve İsrail’deki rejimlerin akıbeti ise önümüzdeki günlerin gelişmelerine bağlı olarak şekil alacak. Ama şunu söyleyebiliriz ki hiçbir şey eskisi gibi kalmaya devam etmeyecek. Ülkemizde başlayan barış ve demokratikleşme sürecinin bölgeye olumlu etkilerinden faydalanmayanların zararlı çıkacağını öngörebiliriz. Hem ülke içinde hem de uluslararası boyutta yeni teklifleri olan bu sürecin bölgeyi soykırımcı İsrail ve ardındaki kapitalist iştahın pençesinden koruyacağı gözardı edilmemelidir. Zira kendini yeni şartlara uyarlayamayanın yaşama şansı kalmayacak.
Özellikle İran açısından bakıldığında, yeni şartlara adapte olmanın ne kadar hayati önemde olduğunu en iyi onların anladığı söylenilebilir.
Şeref konukları İsmail Heniyye’nin 2024’te nasıl olduğunu açıklayamadıkları suikastının, 13 Haziran 2025’te İran’ın üst düzey komutanlarını ve nükleer fizikçilerini ülke içinden sevk edilen dronelarla öldüren suikastların bir benzeri olduğunu şimdi anlamış olmalılar.
Bu dronelar, parçalar halinde ülke sınırlarından geçirilerek farklı şehirlerde monte edildikten sonra sim kartları kullanılarak seçilen hedeflere yönlendiriliyordu. Hedef bilgileri de, yerel muhalifler kullanılarak tespit ediliyordu. Droneları ülkeye getiren, monte eden, hedef koordinatlarını temin eden ve suikastları gerçekleştirenler Yahudi olmadıklarına göre, bu insanların İsrail’le işbirliği yaparak yönetimi değiştirme noktasına nasıl geldikleri iyi düşünülmelidir.
Daha 1 yıl önce yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılım oranının %40 olduğu düşünülürse, İran rejiminin kendi halkı nezdinde umut olmaktan uzaklaştığı açıkça görülüyor. Rejimin etnik temelli sorunları şiddet araçlarıyla çözme ısrarı, seküler kitlelerde uyandırdığı yabancılaşma ve iyice ağırlaşan ekonomik sorunları, yani siyasal katılım kanallarını açamamış olması, dışarıdan gelecek saldırıların ihtiyaç duyduğu işbirlikçi istihdamını kolaylaştırıyor. Kısacası sistemin demokratikleştirilememiş olması ve siyasal katılım kanallarının kapalı olması bir milli güvenlik sorununa dönmüş durumda.
Eğer İran, Türkiye’dekine benzer barış ve toplumsal bütünleşme projesini gündeme getiremez ve siyasal katılım kanallarını açamazsa bundan sonra bütünlüğünü korumada çok daha zor günleri bekliyor olacaktır. Aynı şey İsrail için de geçerlidir. Bir suç makinesine dönenen soykırımcı sistemi demokrat Filistinlilerle beraber revize edemezlerse sadece bölgede değil tüm insanlığın vicdanında kaçacak yer bulamayacaklar. İşler öylesine hızlı değişiyor ki, İsrail’den sonra dünyada en fazla Yahudi nüfusa ev sahipliği yapan New York’ta anti-Siyonist bir sosyalist Müslüman olan Zohran Mandani, Demokrat Parti’nin belediye başkan adaylığını kazandı. 7 Ekim 2023 sonrası kendini revize etmek zorunda kalanlar gecikir veya değişimi ıskalarlarsa eski halleriyle devam etmeleri mümkün olmayacak. Çünkü o savaş iyi ile kötünün savaşıydı ve kazanan iyi olacak. Artık baskı ile gidilebilecek yol kalmadı.