Çözüm sürecinin gündeme oturması toplumda çeşitli tartışmaların da ortaya çıkmasına neden oldu. Tabii çözüm süreci dediğimiz Kürt sorununun çözülmesi süreci olduğu için tartışmaların önemli bir kısmı da bu sorunun etrafında şimdiye dek pek ele alınmamış konuları da tetikledi.
Bunların bir kısmı Türkiye’de Kürtlerin macerası üzerine. Mustafa Kemal’in kurtuluş mücadelesi için yola çıktığında Erzurum ve Sıvas Kongrelerinde Kürtlerle ne konuştuğundan, Birinci Meclis’e ve 1921 Anayasa’sındaki “muhtariyet” sözlerine ve Lozan anlaşmasında Kürtlerden neden söz edilmediğine kadar bir yığın konu tartışılmaya başlandı. Doğrusu ben de cumhuriyet tarihinin objektif bir okumasının şimdiye dek pek yapılmamış olduğuna inandığımdan bu tartışmaların da hayırlı olacağına inanıyorum.
Tabi bu tartışmanın akademik boyutu bir yana siyasete yansıyan tarafı tabii ki “milliyetçilik” meselesi ile ilgili. “Kürtler ne istiyor?” sorusu Kürtlerin bu ülkedeki yaşam sorunlarıyla ilgili en ufak bir bilgisi olmayan Türkler tarafından gündeme getiriliyor. Tabii bu soru da Kürtlerden gelen “Türkler neden bizi anlamıyor?” sorusuyla tamamlanıyor. Doğrusu ben de Kürt sorunu dediğimiz sorun konusunda Türklerin gerçekten cahil olduğunu düşünenlerden olduğum için bu tartışmanın da hayırlı olacağına inanıyorum.
Bu tartışmalar devam ederken bir başka tartışma konusu da Öcalan’ın “sosyalizm” ve “Marxism” konusunda söylediklerinin özellikle sol cenahta açtığı tartışma. Aslında bu tartışma dünya genelinde yapılmış ve yapılmakta olan ve şimdiye kadar yeni fikirler üretmiş bir tartışma. Bu yazıdaki muradım da daha çok bu tartışmayla ilgili.
12 Mart ve 12 Eylül’ün Türkiye’deki sol hareketler üzerinde, (dolayısıyla sol düşünceler üzerinde de) yarattığı travmaların etkisindeki kuşaklar bugün Türkiye’de “sol” adına siyaset yapan partilerin ve derneklerin içlerindeki kuşaklardır. Bunların çoğunun “ezilenlerin siyasetine” sempati duymalarının nedeni bizzat kendilerinin “ezilen” kesimlerden gelmiş olmalarıdır. Yani bu insanlar dışlanmış, sömürülmüş, devlet ve sermaye katında ezilmiş insanlardır. O nedenle de kapitalist düzene tepki gösteren ve ülkenin çalışanların lehine bir düzenle yönetilmesini isteyen insanlardır bunlar.
Fakat Öcalan gibi birinin, Michel Foucault, Chantal Mouffe, Ernesto Laclau, Nancy Fraser, Axel Honett, Antonio Gramsci, Immanuel Wallerstein, Silvia Federici ve Murray Bookchin gibi düşünürlerin fikirleri üzerinden önerdiği yeni sosyalizm düşüncesini kabul etmek bunlar için o kadar da kolay bir mesele değildir. Bunun bir nedeni Türkiye’deki entelektüel ortamın giderek kuraklaşmış olması ve bu fikirlerin iktidar tarafından tehlikeli bulunarak baskılanması ise, ikincisi de , devletin “bebek katili” diye lanse ettiği bir kişinin bu düşünürlerle birlikte anılmasına “Ne alaka?” diyen ve kendini “sol cenahta” gören solcuların varlığı. (Öcalan’ın Kürtlüğünden giderek yapılan eleştirileri, edenler kendilerine sol deseler de ırkçı olmaları nedeniyle saymıyorum).
Ama ne var ki bu düşüncelere karşı çıkmanın yolu, Sovyetler deneyiminin sonlanmasıyla artan yukarıda adlarını andığım düşünürlerin sol içinde başlattıkları tartışmaları anlamaktan geçiyor. Foucault’nun iktidar analizini, Bookchin’in komünalizmini, Mouffe–Laclau’nun çoğulcu siyasetini, Federici’nin feminist ve ekolojik teorilerini, Fraser ve Honett’in tanınma siyasetini tartışmadan Öcalan’ın ne dediğini de anlamak bence zor.
Biz buna hazır mıyız? Bence hayır!
Bir haftadır yayınlanan gazete makalelerinden anladığım, kimse alınmasın, bu tartışmaların sola içkin bildik grup tartışmalarından öte gitmediği şeklinde. Yazılan yazıların çöp olduğunu söylemek istemiyorum. Düşündürücü noktaları olanlar da var tabii ki. Ama beni rahatsız eden, yazarların çoğunun kendi siyasi pozisyonlarının içinden konuşuyor oluşları. Biliyorum ki Kuhn’dan beri paradigmalar ispatlarla çözülecek meseleler değiller. Ama yine de “kavga etmeden”, “düşmanca” bir dil kullanmadan farklı düşünceler arasında tartışmanın yararlı olacağına inanıyorum.
Biz buna hazır mıyız?
Doğrusu bunu bilmiyorum!




