Hala adını koyamadığımız, kimimizin “Barış Süreci”, kimimizin “Çözüm Süreci” dediği ancak direk muhataplarının bile neyin içerisinde gidip geldiğimiz konusunda net olamadığı bir atmosferden geçiyoruz. Adlandırma için en azından şimdilik en makulü “malum süreç” demek herhalde.
Süreç olduğu muhakkak. Detaylarına hâkim olmasak da bir akışın gerçekleştiği görülüyor. İmralı ziyaretleri, meclis grup konuşmaları, Suriye’deki gelişmeler ve nihayetinde Abdullah Öcalan’dan beklenen açıklama. Öznesi barış mı olacak, çözüm mü olacak, ittifak mı olacak (Militarist ve fetihçi tınılar barındıran Türk – Kürt ittifakı kavramını ayrıca ele almak gerekiyor…) hep birlikte “süreç” içinde görecek/öğreneceğiz anlaşılan.
Sürece ne ad verileceği ya da içeriğinin nasıl doldurulacağı biraz da bize, yani konunun muhataplarına, topluma bağlı aslında. Kürt meselesinin çözümünün ve barış atmosferinin ülkeye her alanda hâkim olması için yapacaklarımız/yapmayacaklarımız belirleyecek büyük ölçüde içeriği. Hiçbir şey yapmazsak tabi ki egemenlerin adlandırmasıyla ya rafa kaldırılacak yada kadük bir sonuç elde edilecek.
Bu yüzden aklı başında herkesin (devlet ve yönetenler hariç) temel meselesi “toplumsallaşma.” Toplumsallaşma temel olarak, Kürt meselesinin toplumun çeşitli katmanlarında, farklı kimlikler tarafından tartışılır konuşulur olması. En özeti, ciddi bir tartışma ortamının oluşması ve barışa, demokrasiye inanan, ülkenin her alanda gelişmesinin yolunun özgürlüklerden geçtiğini düşünenlerin elini taşın altına koyması ile gerçekleşecek bir durum, toplumsallaşma.
Sürecin devlet kanadını temsil eden MHP ve AKP mahfillerinde bu tarz bir çabanın olmadığı net bir şekilde gözüküyor. Bir öncekinden temel farkı da bu belki yasadığımız “malum süreç”in”. Merkez (geleneksel) medya diye adlandırılan ancak artık merkez propaganda aracı olan medyanın konuyu salt “silahlar bırakılsın” basitliğinde görmesi ve yönetenlerden işaret gelene kadar da aynı havanda su döveceği bir gerçek. Onları geçelim…
Alternatif medya kanalları “hala” iş görür vaziyette ve artık izlenme/takip edilme oranlarından bağımsız olarak niteliksel üstünlüğü elde etmiş durumdalar. Bu kanalları kullanmanın ya da çeşitlendirmenin ötesinde ülke sathında inisiyatif alabilecek bir çok STK var. Çeşitli toplantılar, paneller, konferanslar ile Barışa ve Çözüme dair gündemi kendimizin oluşturması gerekiyor belli ki.
Kendi gündemini oluşturamayanların ancak bahşedilen gündemlere maruz kalacağından yola çıkarak her yerde barışın ve çözümün içeriğini tartışmalıyız.
Toplumsallaşması gereken ne?
Barış, çözüm, ittifak gibi “içi doldurulmamış” kavramların tartışılmasının pek anlamı yok. Meselemiz “Kürt Sorunu” ve bunun çözümü için yapılması gerekenler. Silahların devreden çıkması tabi ki en hayati konu ancak siyasetin önü açılmayacaksa silahın susması ne anlama gelir? Dikkat ederseniz, anadilde eğitim, AB Yerel Yönetimler Özerklik şartına Türkiye’nin koyduğu şerh, çatışmaların ekonomik, sosyal ve kültürel maliyeti konuşulan konulardan değil halen. Bu konuların sadece Kürt halkına kazandıracaklarını değil tüm ülkeye, tüm kimliklere, konuşamayan madunlara faydalarını tartışmalı ve içeriği bu şekilde oluşturmalıyız. Ancak meselenin siyasi taraflarına bu konularda baskı yaparak cemaatlerimizden çıkıp toplum olmaya başlayacağımızı sanırım söylemeye gerek yok.
‘Diğerleri’; Madunlar nasıl konuşur?
Bahçeli’nin açtığı kapıdan belli noktalarda mesele – yetersiz olsa da – tartışılmaya başlandı aslında. Bir çok yeni inisiyatif kurulurken önceki dönemin barışı önceleyen aktörleri görünür olmaya başladılar. Ancak ülke atmosferi asıl konuşması gereken halk kesimlerinin meseleyi bırakın konuşmasını görmesini bile sağlayabilmiş değil. Atılan bir tweet yüzünden insanların soruşturmalara maruz kaldığı, basının baskılandığı bir atmosfer de “madunların”, yani sesi kısılmışların konuşmaya başlaması pek mümkün gözükmüyor.
Bu anlamda sivil toplumun devreye girip taraflara baskı yapması, ülke de en azından kısmi bir tartışma ortamının sağlanması için çaba harcaması oldukça önemli. Bu yüzden konunun hukuki ve siyasi boyutlarının meselenin ana aktörleri tarafından gündemleştirilmesi elzem. Bu konuda süreci yürütenlerden Kürt siyasi hareketinin sorumluluğu da, işi de oldukça zor. Hükümete ya da devlete hukuki ve siyasi şartların oluşması için en net baskı yapacak olan onlar. Burada “Kürt olmayan” ancak barışı önceleyen sivil toplumun kuracağı hukuki zemin baskısı Kürt siyasi hareketinin de önünü açacaktır. Hepimiz, tüm halk kesimleri kuracağımız cümlelerde Devlet Bahçeli kadar özgür olduğumuzda ancak tartışabileceğiz, malum…
Kürt sorunu her ne kadar etnik bir mesele olsa da her kesimi her farklı kimliği çeşitli noktalarda etkileyen bir mesele. Ülke de yaşayan diğer etnik kimliklerin Kürt meselesine barışçıl bir perspektiften yaklaşması ve cümle kurmaları için yapılacaklar da var tabi. Öncelik onların sessizliğini anlamak olabilir.
Çerkesler örneği
En basit anlamıyla Madun, “bir tahakküm rejimine doğmuş, o tahakkümü yeniden üretmek dışında varlık hakkı olmamış, tahakküm rejimine rızası olduğu varsayılanlara” deniyor.
Kolonyal teoride en bilinen haliyle Antonia Gramsci ve Gayatri Chakravorty Spivak tarafından gündem edilen madunluk meselesi Türkiye entelektüel atmosferinde hak ettiği yeri bulamamış kavramlardan biri. Özellikle Spıvak “Madun konuşabilir mi” adı makale/kitabında “meseleyi etraflıca irdeliyor. Türkiye özelinde söylersek “devletin/otoritelerin temsiline” muhtaç olduğunu düşünen, konuşmaktan, kendisini ifade etmekten, derdini kamusallaştırmaktan aciz, geçirdiği kolonyal süreçlerin bile farkında olamayan o kadar çok madun kimlik var ki, kendi cümlelerini kuramadığı gibi maruz kaldığı paradigmayı dahi anlayamamış.
Türklük sözleşmesine kadar uzatılacak bir tartışmayı burada yapabiliriz ancak şimdilik “madun bir kimlik olarak Çerkesler” örneği üzerinden “malum süreçte” madunların konuşabilme ihtimali üzerine yoğunlaşalım.
Bir sonraki yazıya…