Suriye politikası: Gerçeğin mümkünü aştığı mecra

Suriye’de inşa edilmekte olan devlete bir biçim arayışı sürüyor. Süreç, seçeneklerin ve konum alışların hızla değiştiği kaygan bir zeminde ilerliyor. Bugün ülkenin geleceği hakkında söz sahibi hâline gelmiş olan güçler, fiilen kontrol ettikleri bölgelerdeki kazanımlarını kurumsallaştıracak önerilerle öne çıkıyor. Ancak bu öneriler, görebildiğimiz kadarıyla, sadece Suriye halklarının canlı deneyimleri, yaşadığı sorunlar ve bunların gerekli kıldığı çözümler üzerinden tartışılamıyor. Müzakereler, hem Suriye’de bölge devletlerinin kendi çıkarlarını gözeten müdahaleleri hem de küresel aktörlerin gelişmelere jeopolitik dengeler üzerinden yön veren müdahaleleriyle ortaya çıkmış üç katmanlı bir yapı üzerinden yürütülüyor. Çok taraflı ve birbiriyle çelişen taleplerin ileri sürüldüğü, dengelerin nasıl değiştiğine bağlı olarak mümkün ile imkânsızın sık sık yer değiştirdiği böylesi süreçlerde başarısızlık riski her zaman vardır. Ama tarafların birbirine güç yetiremediği her durumda olduğu gibi, bu özel konjonktürde de en güçlü olan ihtimal, herkesin isteğinden bir parça taşıyan ama kimsenin isteğine tam olarak uymayan bir sonuç çıkmasıdır.

Böylesi bir sonuç, Suriye’yi bugünkü yeniden kuruluş sürecine getiren savaşın kendine özgü doğasıyla yakından ilgilidir. İktidar karşıtı protesto gösterileriyle başlayan süreç, Esad rejiminin şiddetle karşılık vermesi üzerine hızla muhaliflerle merkezi yönetim arasında bir iç savaşa dönüştü. Sonraki aşamalarda bölgesel güçlerin ve küresel aktörlerin de işe karışmasıyla süreç, iç ve dış ayrımının belirsizleştiği; ortak düşmana karşı mücadele eden güçlerin, iş hâkimiyet veya nüfuz genişletmeye geldiğinde birbirleriyle de savaşmaktan kaçınmadığı yaygın ve süreğen bir savaş ortamına dönüştü. Bu şekilde on dört yılı aşkın bir süre devam eden savaş, sadece Suriye’de devlet ve toplum ilişkilerini köklü bir şekilde dönüştürmekle kalmadı; siyaset teorisinde genel kabul gören devlet anlayışlarının bu gibi özel durumları anlamaya elverecek şekilde gözden geçirilmesini gerekli kıldı. Bugünün Suriye’sinde yaşanan gelişmeleri anlamanın yolu, esasen bu dönüşümün oluşturduğu siyasi atmosferi ve geriye bıraktığı mirası çözümlemekten geçiyor.

Suriye’de yaşanan savaşın yarattığı kurumsal çöküş, toprak kaybı ve dış müdahalelere rağmen devletin varlığını nasıl devam ettirebildiği sorusu bütün yakıcılığıyla önümüzde duruyor. Dahası, Suriye’de devletin şebekeleşmiş, askerî ve melez otorite biçimleri üzerinden kendini dönüştürerek duruma uyum sağladığını görüyoruz. Westphalia Barışı’ndan bu yana “egemenlik”, hâkimiyet sürdüğü topraklarda meşru güç tekelini elinde bulunduran, dış müdahalelere görece kapalı bir devlet yapısıyla özdeş olarak kabul edilmiştir. Oysa Suriye sürecinde ortaya çıkan tablo, egemenliğin; devlet ve devlet dışı aktörlerin patronaj ilişkileri, dış destek ve ekonomik güç örüntülerinin oluşturduğu şebeke içerisindeki konumlarına göre paylaşıldığını gösteriyor. Dolayısıyla devlet, varlığını iktidarı tekelinde bulundurmasına değil, bu iktidar ağı içindeki güç yığılmalarının oluşturduğu merkezler arasında brokerlik yapmasına borçludur. Bunun en önemli sonucu, egemenliğin belli bir kuruluş anında ortaya çıkmış bir “kurucu iktidar”a ait olmanın ötesinde, bu merkezler arasında gelişen ittifaklar, alışverişler veya düşmanlıklar üzerinden sürekli pazarlığa tabi hâle gelmesidir.

Bu tarz bir dönüşümün, savaş koşullarının açığa çıkardığı ve birbiriyle bağlantılı olan iki faktörün etkisi altında gerçekleştiğini belirtmemiz gerekiyor. İlk olarak, yaygın ve sürekli çatışma ortamının gündelik hayatı militarize ederek nüfusun toprağa olan bağlılığını ortadan kaldırması üzerinde durmalıyız. Bu süreçte militarizm hayatın her alanına hâkimdir; öyle ki savaş aslında toplum ile devlet arasındaki yönetsel bağı ortadan kaldırmamış, aksine askerî rasyonaliteye uygun olarak yeniden tanımlamıştır. Başka bir deyişle, yönetim meselesi her şeyden önce güvenli alanlar oluşturma hedefine odaklanmış, nüfus hareketleri güvenlik ihtiyacının gösterdiği istikamete doğru yönelmiştir. Bu bağlamda, milisler ve onlardan teşkil edilen ordular idarî, ekonomik ve siyasî bir aktör hâline gelmiştir. İkinci olarak, bu milis güçlerinin her biri dış destek yoluyla zaman içerisinde bir veya daha fazla yabancı gücün vekili hâline dönüşmüştür. Bu durum, hem bölgesel aktörler hem de küresel güçler açısından Suriye’yi adeta nüfuz ticareti yapabilecek bir jeopolitik pazar hâline getirmiştir. Merkezi hükümet, ülke içindeki silahlı gruplar kadar, bu grupları destekleyen güçler üzerinden yürüttüğü bir denge oyunu sayesinde, yerine göre bu grupların çıkarlarına aracılık da yaparak varlığını koruyabilmektedir. Böylelikle “devlet”, Rusya, İran, Körfez ülkeleri, İsrail, Türkiye ve ABD gibi aktörlerin oluşturduğu bir ulusötesi destekçiler ağının ortasında kalmakta; devlet politikaları, sadece bu ağın dolayımından geçmeleri koşuluyla geçerlilik kazanmaktadır.

Esad rejiminin çöküşüyle Şam’a yerleşen HTŞ ve onun tarafında kurulan bugünkü merkezi hükümet, işte bu siyasi koşullar içinde böylesi bir “devleti” devralarak yönetime gelmiştir. Bugün Suriye’de sadece merkezi hükümetin değil, ülkeyle ilgili bir siyasi iddiası olan her gücün cevap bulması gereken temel soru şudur: İç ve dış siyaset ayrımının kalmadığı, çok merkezli bir iktidar ağı içerisinde uluslararası sistemin egemen güç olarak tanıyacağı bir devlet biçimi nasıl inşa edilebilir? Milislerin veya paramiliter güçlerin siyasi aktörlere dönüşmesi (ki bu dönüşüm hükümet için de geçerlidir), siyasi temsil ve hukukun yerini pazarlık veya güç kullanımının alması, resmî kurumlar kadar enformel yapılarla da egemenlik yetkilerinin sürekli müzakere edilmesi Suriye’deki siyasi tartışmanın ana problemini oluşturuyor. Süreci anlamaya çalışırken dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da “vekalet” ilişkisinin iki yönlü bir ilişki olduğu, yani destekçi devlet kadar desteklenen yerel gücün de stratejik çıkarlarını gözettiği gerçeğidir.

Suriye’nin geleceğine, sahadaki fiilî kontrol alanlarını elinde bulunduran güçlerin siyasî tasarımlarının yön vereceği görülmektedir. Bu bağlamda, 2030’lara uzanan dönemde ülkenin yeniden yapılanmasına dair üç temel yaklaşım öne çıkmaktadır: Şam hükümetinin güçlü bir üniter devlet vurgusu, SDG’nin federalizm ve ademimerkeziyet temelli modeli ile çeşitli azınlık topluluklarının savunduğu ortaklaşmacı yönetim anlayışı. Ancak mevcut güç dengeleri ve dış destek ilişkileri dikkate alındığında, azınlık merkezli ortaklaşmacı modelin uygulanabilirliği sınırlıdır. Bu nedenle tartışmalar esasen ilk iki öneri üzerinden, yani üniter devlet ve federal/ademimerkeziyet modelleri etrafında şekillenmektedir. O yüzden bu iki yaklaşımın temel varsayımları, siyasî mantığı ve Suriye’nin geleceğine olası etkilerine odaklanmak yararlı olacaktır.

Şam hükümetinin Suriye’yi yönetirken uyguladığı politikalar ile oluşturmak istediği devlet biçimi arasında belli bir açı olduğunu söyleyebiliriz. El-Şara, Suriye’yi güçlü bir merkeziyetçiliğe dayalı, sınırlı alanlarda yerinden yönetim öngören üniter bir ulus-devlet şeklinde kurumsallaştıracak bir politik hedefe kilitlenmiş durumda. Ancak uygulamada bu konuda oldukça toleranslı bir politika izliyor. Zira hem Suriye siyasetini çerçeveleyen uluslararası ağın kırmızı çizgileri hem de ülkede egemenliğin parçalı ve kademeli yapısı böyle bir açının oluşmasını zorunlu kılıyor. Bununla birlikte, hem oluşturulan Geçici Anayasa’da hem de 5 Ekim seçimlerinde uygulanan politikalar, Şam hükümetinin aslında güç konsolidasyonu amacıyla motive olduğunu ortaya koyuyor. Her şeyden önce iki dereceli seçim sisteminin uygulanması, meclisin üçte birinin Şam tarafından atanacak olması, yine Kürt seçmenlerin ve Dürzilerin bulunduğu bölgelerde seçim yapılmaması ve 19 sandalyenin boş bırakılması, aslında oluşacak meclis aritmetiğini HTŞ lehine yoğunlaştıran uygulamalar niteliğinde. Seçimler, temsil, kapsayıcılık ve hukuk açısından taşıdığı mahzurlar nedeniyle ağır eleştirilere maruz kalsa da El-Şara böylesi bir hamleyle kısa vadede güç toplayıp meşruiyet tabanını genişletme kaygısında.

SDG tarafının Suriye tasarısı ise savaş sürecinde farklı etnik ve dinî gruplar arasındaki çatışma potansiyelini yönetmeyi odağına alan, kısmen toplumsal eşitlik ve ekolojik adalet ilkeleriyle zenginleştirilmiş bir yaklaşıma sahip. Bu yaklaşımın öngördüğü devlet formu ise ademimerkeziyetçi ve federalist bir siyasal örgütlenme modeline dayanıyor. Önerinin uygulanabilirliği önündeki en büyük güçlüğü Türkiye’nin kırmızı çizgileri oluşturuyor. Türkiye, bir yandan federe bir Kürt devletini kendisi için fiilî bir tehdit olarak görüyor, diğer yandan Suriye genelinde yürürlüğe girecek federal bir yapılanmayı İsrail ile bölge hâkimiyeti üzerinden giriştiği rekabette bir dezavantaj olarak değerlendiriyor. Buna karşın SDG’nin talepleri ve etkisi konusunda ABD’nin müttefiki olmaktan kaynaklanan açık bir desteği var. Ancak unutulmaması gereken asıl nokta, ABD desteğinin SDG’nin kapsayıcı, ekolojik ve sosyal boyutları güçlü bir siyasî form önermesinden ötürü olmadığıdır. SDG’nin stratejik değeri, Kürt hareketinin Müslüman bir nüfusa dayanmasına rağmen bölge siyaseti içinde seküler bir güç olarak konumlanmasından ve DAİŞ’e karşı mücadelede üstlendiği aktif sorumluluk ve gösterdiği kararlılıktan ileri geliyor.

Bu iki öneriden hangisinin Suriye siyasetinde belirleyici olacağını kesin olarak belirlemek kolay değil. Siyaset için genel olarak “mümkün olanın sanatı” denir. Bununla anlatılan, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan talep veya önerilerin siyasî bir değerinin olmadığıdır. Ancak neyin mümkün olduğu, büyük ölçüde siyasal gerçekliği tesis eden güç dengelerine ve öngörülemeyen gelişmelere de bağlıdır. Öngörülemez olan gerçekleştiğinde mümkünün sınırlarını genişletmekle kalmaz, imkânsıza dair anlatıları da tersyüz eder. Suriye deneyimi, modern siyasal düşüncenin temel kabullerinden biri olan “kurucu iktidar” fikrini yerinden ediyor. Çünkü burada devlet, bir defaya mahsus bir kuruluş iradesinin değil, sürekli yeniden kurulma zorunluluğunun ürünüdür. Egemenlik artık bir başlangıcın değil, bitimsiz bir müzakerenin adıdır. “Gerçeğin mümkünü aşması” tam da bu anlamda, Suriye halklarının kendi siyasal biçimini imkânsız görünen koşullar altında var edebilme kudretine işaret eder.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.