Geçenlerde bir toplantıda, Trump’ın ırkçı, sağcı politikalarının -özellikle İsrail’e verdiği tam destek nedeniyle- artık daha geniş bir tepkiyle karşılaştığını söylediğimde bana “iyimser” dendi.
Son dönemde siyasetle ilgilenen pek çok insanın karamsar bir ruh hâline büründüğünü gözlemliyorum. Bunun elbette haklı nedenleri var: Ukrayna işgali üçüncü yılına girdi, Gazze’deki soykırım ikinci yılını doldurdu; dünya genelinde milyonlarca insan yoksullukla boğuşuyor.
Ancak bardağın dolu tarafı da var. Bugün o taraftan, yani Trump ve benzeri sağcı liderlerin artık eskisi kadar rahat hareket edemediği bir dünyanın işaretlerinden söz etmek istiyorum.
Bitmeyen iktidar hırsı
Trump, ikinci başkanlık dönemine geçtiğimiz yıl başladı ama gözünü şimdiden yasal olarak iki dönem sınırı olmasına rağmen üçüncü döneme dikmiş durumda. Trump bu fikri defalarca dile getirdi. Eski Beyaz Saray baş stratejisti Steve Bannon, The Economist’e verdiği bir röportajda “Trump 2028’de başkan olacak ve insanlar buna alışmak zorunda… Uygun zamanda planımızı açıklayacağız” dedi.
The Economist’te 30 Ekim’de yayımlanan “Donald Trump 2028’de tekrar başkan olabilir mi?” başlıklı analiz, Trump ekibinin iki dönem sınırını “by-pass” ederek üçüncü bir başkanlık yaratma planlarını tartıştı. Bu tartışmalar, gerçekten de içinden çıkılmaz bir distopyada yaşadığımız hissini veriyor.
Ancak hem Bannon’un hem de The Economist’in unuttuğu bir şey var: Trump’ın aday olabilmesiyle seçilmesi aynı şey değil. İlk döneminin sonunda olduğu gibi bu dönemde de ABD içinde ona karşı güçlü bir direnişin örgütlendiğini ve bu direnişin sonunda büyük bir yenilgi yaşatılabileceğini görmek mümkün. Trump hem dış politikada hem iç politikada vaat ettiklerinin çok gerisinde kaldı.
ABD, zorbaların da zorbalığa maruz kalabileceğini keşfetti
Soğuk Savaş sonrasında küresel hâkimiyetini sürdürmeye çalışan ABD, çok kutuplu dünya düzeninde manevra alanını uzun süre koruyabildi. Ancak Çin’in ekonomik yükselişi bu dengeyi ciddi biçimde sarstı.
Trump, yeni döneminde Çin’i ve Çin’le ticaret yapan ülkeleri yüksek gümrük tarifeleriyle “dize getirmeye” çalıştı; ancak sonunda geri adım atmak zorunda kaldı. 30 Ekim’de bir araya gelen Trump ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, uzun süredir devam eden ticaret savaşında bir “ateşkes” üzerinde anlaştı. Taraflar, karşılıklı olarak yeni gümrük vergilerini ve ihracat kısıtlamalarını bir yıl erteledi. Çin, nadir toprak elementleri ihracatına yönelik sınırlamaları askıya aldı; Amerika da Çin mallarına %100 ek gümrük vergisi getirme planını rafa kaldırdı. Ayrıca, Çin’in Mayıs ayında durdurduğu Amerikan soya fasulyesi alımları yeniden başladı.
Bu sürecin arka planında Çin’in misillemesi yatıyordu. Pekin, ABD’nin artan tarifelerine karşılık olarak Amerikan sanayisinin ihtiyaç duyduğu nadir toprak elementlerinin ihracatına kısıtlama getirmişti. Bu karar, ABD’li şirket sahiplerinin yoğun protestosuna yol açtı ve Trump yönetimini geri adım atmaya mecbur bıraktı. ABD-Çin İş Konseyi Başkanı Sean Stein, bu anlaşmayı hemen kutlayarak “ilişkilere bir miktar öngörülebilirlik kazandıran güçlü bir adım” olarak nitelendirdi.
The Guardian’dan Patrick Wintour, “Xi–Trump görüşmesi: Amerika, zorbaların da zorbalığa maruz kalabileceğini keşfetti” başlıklı yazısında bu durumu net biçimde ortaya koydu.
Trump, Ortadoğu’da da ABD çıkarlarını koruma adına en sert politikaları izlemekle övünüyordu. Özellikle İsrail’e verdiği koşulsuz desteği, Biden yönetiminin politikalarını bile “yumuşak” gösterecek ölçüdeydi. Trump yönetimi, İsrail’in Lübnan’dan İran’a, Suriye’ye kadar pek çok ülkeye yönelik saldırılarına onay verdi; bu bombardımanların tümünü “meşru müdafaa” olarak savundu.
Ancak Katar’a yönelik hava saldırısı bardağı taşıran damla oldu. Bu hamle, bugüne kadar sessiz kalan Körfez ülkelerinde dahi tepki yarattı. Hepsi otoriter yönetimler veya monarşiler olsa da hem bu saldırıya hem de Filistinlilerin açlıktan ölmesine artık seyirci kalamadılar.
Sonuçta Trump, hayranı olduğu Netanyahu’yu ateşkese ikna etmek zorunda kaldı. Bu durum hem İsrail’in hem de ABD’nin bölgede eskisi kadar rahat hareket edemediğini gösterdi.
Direniş sandığa da yansıyor
İsrail meselesi sadece Ortadoğu’da değil, Avrupa siyasetinde de belirleyici olmaya başladı. Dünyanın farklı bölgelerinde yükselen kitlesel protestolar artık seçim sonuçlarını da etkiliyor.
İrlanda’da Katherine Connolly, İsrail’e ambargo uygulanmasını savunan açık bir politik hatla cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı. Bu zafer, Avrupa’da Filistin dayanışmasının yalnızca sokaklarda değil, sandıkta da etkili olabileceğini gösterdi.
Benzer bir tablo Hollanda’da yaşandı. Liberal D66 Partisi, net bir Filistin desteği sergileyen tutumuyla oy oranını belirgin biçimde artırdı. Avrupa kamuoyunun, İsrail’in saldırgan politikalarına verilen koşulsuz desteğe giderek daha fazla itiraz ettiği görülüyor.
Aynı eğilim ABD içinde de görülüyor. Ekim ayında düzenlenen “No Kings” eylemleri, 50 eyalette 7 milyon kişinin katıldığı 2 bin 700 gösteriyle Trump’ın içeride de ciddi bir muhalefetle karşı karşıya olduğunu gösterdi.
Bu tepkinin siyasal alandaki en somut yansımalarından biri ise New York’ta yaşanıyor. Zohran Mamdani’nin, Demokratların belediye başkan adayı olarak yarışa girmesi ve yarışı kazanma ihtimalinin çok güçlü olması, Amerikan siyasetinde aşağıdan gelen sol ve demokratik bir dalganın güçlendiğinin işareti.
Mamdani’nin adaylığı, New York’un ekonomik elitlerini ve siyasi kurumlarını derinden sarstı. Forbes’un analizine göre, Michael Bloomberg, Bill Ackman, John Hess ve Tisch ailesi üyeleri dâhil en az 26 milyarder veya milyarder aile üyesi, Mamdani’ye karşı yarışan adaylara 22 milyon dolardan fazla bağış yaptı. Trump’ın onu “komünist deli” olarak damgalaması ve sınır dışı etme tehditleri ise bu tepkinin siyasi boyutunu gözler önüne serdi.
New York, yalnızca bu şehirde yaşayanlar açısından değil, tüm Amerika açısından belirleyici öneme sahip. Ülkenin ekonomik motoru olmaya devam eden kent, finans, profesyonel hizmetler, medya ve teknoloji sektörlerinin kalbi. 2,3 trilyon dolarlık ekonomisiyle Kanada ekonomisinden daha büyük olan New York, Amerika ekonomisinin yaklaşık yüzde 9’unu tek başına üretiyor.
Bu büyüklüğüyle New York’ta yaşanan her politik dönüşüm, ülke çapında bir etki yaratma potansiyeli taşıyor.
Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği
Tüm bu gelişmeler, dünyanın farklı köşelerinde yükselen itirazların birbirinden kopuk olmadığını gösteriyor. Avrupa’da, Ortadoğu’da ya da Amerika’da olsun, halklar artık sağcı iktidarların ve sermaye yanlısı düzenin yarattığı adaletsizliklere daha güçlü ses çıkarıyor.
Trump ve Netanyahu gibi otoriter liderler artık sınırsız bir güç alanına sahip değil. Sokak hareketleri, seçim sonuçları ve örgütlü toplumsal baskı, bu tür liderlerin manevra alanını daraltıyor. Direnişin bu yaygın biçimleri yalnızca politik bir karşı çıkış değil; aynı zamanda yeni bir enternasyonal dayanışmanın habercisi.
Bu yüzden “iyimser” olmak, bugünün dünyasında bir saflık değil, bir direniş biçimi. Gramsci’nin sözünü ettiği gibi: “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği.”
Gerçeklerin karanlık yüzünü görmekten vazgeçmeden, halkların iradesine duyulan inancı korumak belki de bugünün en devrimci tutumu.




