Trump’ın güç paradoksu: Ulusal güvenlik stratejisi nasıl bir dünya düzeni öngörüyor?

ABD’nin eski Dışişleri Bakanlığı planlama yetkilisi ve tarih profesörü Michael Kimmage, Forreign Affairs’te yayınlanan aşağıdaki makalesinde Trump yönetiminin yeni ulusal güvenlik stratejisinin hangi dünya düzenini hedeflediğini ve bu stratejinin içerdiği çelişkileri mercek altına alıyor.

Trump’ın güç paradoksu: Ulusal güvenlik stratejisi nasıl bir dünya düzeni öngörüyor?
  • Yayınlanma: 8 Aralık 2025 21:25

Trump’ın ABD başkanı olarak ilk döneminde ve 2024’te yeniden seçilmek için yürüttüğü kampanyada çeşitli içgüdüleri açıkça görülüyordu. Bunlardan biri, gücün bizzat kendisine duyduğu hayranlıktı. Trump’a göre dünyayı döndüren şey ilkeler değil, güçtü. Bir diğeri, refahı dış politikanın sihirli örgütleyici ilkesi olarak görmesiydi. Trump, 2016’da “Amerika’yı yeniden zenginleştireceğiz” diye söz vermişti. “Büyük olmak için önce zengin olmak zorundasınız.” Üçüncü içgüdü ise siyaseti kişilikle yakından özdeşleştirmesiydi. 2016’daki Cumhuriyetçi Parti adaylık kongresinde “Bunu ancak ben düzeltebilirim” demişti.

Trump’ın geçen hafta yayımlanan yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, bu üç içgüdüyü bir araya getiriyor ve resmileştiriyor; bunları uluslararası düzenin gerekli itici güçleri olarak sunuyor. Strateji belgesi, “ulusal karakterimize-gücümüzün, zenginliğimizin ve erdemimizin temeline-” işaret ediyor ve bu karakteri koruma görevini bizzat başkana ve “ekibine” veriyor. Bu ekip, Trump’ın ilk döneminde “Amerika’nın büyük güçlerini başarılı şekilde seferber ederek ülkenin yönünü düzeltmeye ve yeni bir altın çağı başlatmaya” koyulmuştu. Bu altın çağı mümkün kılan, Trump’ın kişiliği, gücü ve destekçileri oldu.

Belge aynı zamanda Amerikan muhafazakârlığının da bir ifadesi. Trump’ın Cumhuriyetçi Partisi, George W. Bush ya da Ronald Reagan’ın partisi değil; bu iki isim muhafazakâr iç politikayı liberal uluslararasıcılıkla birleştirmişti. Trump’ın Cumhuriyetçi Partisi ise dostları düşmanlardan ayırmaya daha hevesli; bu ayrım iç politika ile dış politikayı aynı çizgide buluşturuyor. Bu ikili yaklaşım, Biden yönetiminin toptan reddini zorunlu kılıyor (Trump, Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin giriş bölümünde Biden’a “dört yıllık zayıflık, aşırılık ve ölümcül başarısızlıklar” atfediyor). Aynı zamanda ulusal saflık ve dışarıdan gelen tehditlere dair yoğun bir kaygı, “Avrupa’da, Anglosfer’de ve demokratik dünyanın geri kalanında” medeniyete dair ilkeleri güçlendirme iradesi yaratıyor.

Yeni strateji hem uluslararası gerçekliği yansıtıyor hem de onu çarpıtıyor. Kişiliğin önemini kutsayarak -belgede geçen ifadeyle “başkanlık diplomasisi”- tekil liderlerin olağanüstü görünürlüğe, hareket alanına ve güce sahip olduğu medya çağını teslim ediyor. Bu dünyanın oluşmasına katkı sunanlardan biri de Trump’ın kendisi. Ancak Ulusal Güvenlik Stratejisi, ikna yerine çıplak güce öncelik vererek ve ABD dış politikasının odağını her şeyden önce Batı Yarımküre’ye kaydırarak uluslararası gerçeklikle çelişiyor. Oysa belgenin kendisinin de belirttiği gibi, Hint-Pasifik bölgesi artık dünyanın ekonomik ağırlık merkezi ve yirmi birinci yüzyılın emsal oluşturan savaşı Avrupa’da yaşanıyor.

Strateji, Amerikan gücünü yüceltirken bir yandan da bu gücü sürdürmeyi ve büyütmeyi amaçlıyor. Ancak bazı yerlerde hedefin, ABD’nin hırslarını dizginlemek olduğu da görülüyor. Strateji Trump’ın günlük karar alma süreçlerini açıklamayabilir; fakat arzu edilen bir dünya düzeninin taslağını çiziyor. Bu düzen Amerikan liderliğinde olmayacak. Büyük güçler arasındaki rekabetin ya da medeniyetler çatışmasının ürünü de olmayacak ve kurallara dayalı bir sistem olarak da tanımlanmıyor. Bunun yerine, ittifakların ya da ülkeleri demokrasi–otoriterlik ekseninde ayıran kategorilerin ötesine geçen sıkı bir kişisel ilişkiler ağından doğacak bir düzen tasvir ediliyor.

Bu ağ, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e, Ukrayna savaşını kendi koşullarıyla bitirebileceği bir kapı aralayabilir. Çin lideri Şi Cinping’in ülkesine dair büyük ölçekli planları için de elverişli bir zemin oluşturabilir. Fakat her şeyden çok, dünyayı içgüdüsel olarak kişisel bir perspektiften gören; görüşlerini ve taahhütlerini kolayca ve hızla değiştirebilen; müzakere ve anlaşmalardan çok hızlı pazarlıklara odaklanan bir adamın eylemlerine uyum sağlayacak bir düzen sunuyor. Bu, yalnızca Trump’ın istediği bir dünya değil; fiilen sahip olduğu dünya.

Bir satıcının yokluğu

Trump, 21. yüzyıl diplomasisinde son derece rahat hissediyor. Son on yılda Birleşmiş Milletler ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı gibi çok taraflı kurumların etkisi azaldı; yapılandırılmış uzun vadeli diplomasi daha seyrek görülür hale geldi. 1975 Helsinki Nihai Senedi-ABD destekli Batı Avrupa güvenlik mimarisini güçlendiren kapsamlı anlaşma-kimliği belirsiz diplomatların yürüttüğü detaylı müzakereler sonucu ortaya çıkmıştı; artık çok uzak bir geçmişe ait. Bürokratlar, kurumlar ve dışişleri bakanlıkları ise birbiri ardına güç kaybederken, dünyanın en büyük ülkelerinin çoğunda iddialı ve merkezileştirici liderler -kimi karizmatik, kimi otoriter, kimi her ikisi birden- öne çıkıyor. Trump, Putin, Şi, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ülkelerinin dış politikalarını şahsen şekillendiriyor.

Günümüz medyası hâlâ bilgiye erişimi demokratikleştirebilir; ancak aynı zamanda kişiselleşmiş gücün görüntüsünü büyütür. Dijital dünyada Trump Amerika’yı, Putin Rusya’yı, Şi Çin’i, Modi Hindistan’ı ve Erdoğan Türkiye’yi temsil ediyor. Ulusal ve uluslararası kamuoyları bu liderlerle doğrudan ilişki kuruyor; onların eylemleri, sözleri ve tercihleri uluslararası ilişkilerin tonunu belirliyor. Hedeflerine ulaşmada başarılı veya başarısız olmalarından bağımsız olarak, küresel dikkat ekonomisinin merkezindeler; görmezden gelinmeleri mümkün değil. Kaprisleri bile yasaya dönüşebiliyor. Bu düzende bağlayıcı anlaşmalar giderek kaybolurken, karşılıklı çıkar alışverişine dayalı hızlı ilişki trafiği olağanlaşmış durumda.

Stratejinin çarpıcı özelliklerinden biri de aşırı derecede bugüne odaklı olması. Trump öncesi dönemi işlevsiz göstermek ve Monroe Doktrini’ne duyduğu hayranlığı dile getirmek dışında, belgenin neredeyse hiçbir tarihsel zemin sunduğu yok. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin güvenlik, refah ve özgürlüğü destekleyen bir kurumsal mimari inşa ettiği yönündeki yaygın tarihsel anlatı yok sayılıyor. Belge bunun yerine başka bir tarih anlatısı da sunmuyor. Bu, sosyal medya çağının güvenlik stratejisi-sonu gelmeyen, akışkan, sürekli ayarlanabilir bir şimdiki zamana bağlı bir strateji. Bu izlenim gerçeklikle örtüştükçe, yürütme erki daha da güçleniyor. Dünya ise onun bir sonraki adımını bekleyerek sabırla izlemek zorunda kalıyor.

Strateji, birbiriyle çelişen birçok çizgiyi takip ediyor. Batı Yarımküre’de gerekirse askerî yöntemlerle, diğer bölgelerde ise gümrük tarifeleriyle yürütülen bir ekonomik devlet aklını övüyor; ayrıca bu yaz ABD’nin İran’ın nükleer zenginleştirme kapasitesini “yok ettiğini” ileri sürdüğü seçici askerî güç kullanımını da savunuyor. Belgenin diğer yüzü ise geri çekilmeyi ve önceliklendirmeyi yüceltiyor. 1991’de Sovyetler Birliği çöktükten sonra, metne göre, “Amerikan dış politika elitleri tüm dünyanın kalıcı Amerikan hâkimiyeti altında olmasının ülkemizin çıkarına olduğuna kendilerini inandırdı.” Trump yönetimine göre, ABD dışındaki dünya “ancak faaliyetleri doğrudan çıkarlarımızı tehdit ettiğinde bizim meselemizdir.” Amerikan gücü sınırlandırılmalı; aşırı genişlememelidir.

Amerikan gücünün daha çok kısıtlanması gerektiği yerde, Washington’un ikna kabiliyetinde ustalaşması gerekir-hegemon olmayan ülkelerin zorunlu olarak başvurduğu yöntem budur. Fakat strateji, ikna için hiçbir temel sunmuyor. Bu açıdan Avrupa’ya dair bölümler özellikle dikkat çekici. Bir ittifak yapısı içinde dengeli bir ikna stratejisi yerine, Avrupa’da muhafazakârlığın teşvik edilmesini öneriyor. Avrupa’nın mevcut gidişatına “Avrupa ülkeleri içinde direnç geliştirmeyi” savunuyor; bu gidişat ya liberal uluslararasıcılığa ya da Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi liberal ulus-ötesiciliğe yöneliyor. Avrupa’nın siyasi rotasını değiştirmek, ABD açısından radikal bir siyasi proje. Bunu başarmak, Amerika’nın dışarıda sürekli ve güçlü bir müdahil olmasını gerektirir.

“Önce Amerika” mantrası, ikna pratiğini zorlaştırıyor ve daha çok ABD liderliğindeki bir dünya düzenine uyuyor. Gerçek bir ikna çabası, diğer ülkeleri anlamayı -ya da en azından onlara dikkat kesilmeyi- gerektirir: Yabancı ülkeler sadece akut bir tehdit oluşturduklarında değil, her zaman önem taşımalıdır. Gerçek ikna çabası, uzun vadeli çıkarlar uğruna kısa vadeli bazı çıkarları askıya almayı zorunlu kılar; bu nedenle müttefiklere karşı zorlayıcı ekonomik araçlar kullanmak akıllıca değildir. Kısa vadede ara sıra sonuç verebilir ama uzun vadede ittifakı yıpratır. Gerçek ikna, (hak edildiğinde) diğer ülkelere saygı göstermeyi ve karşılığında onların da (hak edildiğinde) saygı göstermesini mümkün kılar. Trump’ın pervasız strateji metninde ise dış politika çoğu kez sadece kaba bir dayatma biçiminde sunuluyor; amacı da “egemen ülkelerden ve özgür ekonomilerden oluşan Amerikan liderliğinde bir dünya.”

Sorun arayan çözümler

Yeni stratejiye bakılırsa Avrupa ikinci planda bir mesele. Batı Yarımküre ve Hint-Pasifik üzerine olan bölümler Avrupa’dan önce geliyor. Strateji, Hint-Pasifik’te seyrüsefer özgürlüğü ve bölgesel istikrarı doğru biçimde öncelik olarak belirliyor; Çin’i bir rakip olarak konumlandırırken nükleer bir güç ve devasa bir orduya sahip ülkeyle doğrudan çatışmadan kaçınmanın önemini vurguluyor. Belgeye göre Hint-Pasifik, “gelecek yüzyılın başlıca ekonomik ve jeopolitik mücadele alanlarından biri olmaya devam edecek.” Bölgenin jeoekonomik ağırlığı, ABD için sonsuz fırsatlar barındırıyor; bu, Biden ve Obama yönetimlerinin de inancıydı ve Trump yönetimi de bu görüşü paylaşıyor görünüyor.

Bu nedenle, strateji belgesinde Batı Yarımküre’nin ayrıcalıklı bir yere sahip olması tuhaf. Metne göre Latin Amerika’dan gelen yasa dışı göç ve uyuşturucu trafiği, ABD’nin en büyük ulusal güvenlik sorunları. Bu sorunlar ne kadar ciddi olursa olsun, Avrupa ya da Hint-Pasifik’te ortaya çıkabilecek büyük ölçekli istikrarsızlığın yanında sönük kalır. Ayrıca yasa dışı göç ve uyuşturucu kaçakçılığı, ABD iç siyasetinde köklü reformlardan, göçmen ve uyuşturucu akışına katkı sağlayan ülkelerle ortak çözüm arayışlarına kadar, ince ayarlı bir politika seti gerektiriyor. Trump’ın stratejisi ise askerî nitelikte olmayan sorunları askerîleştirme riski taşıyor.

Strateji, Ukrayna savaşı konusunda en zayıf hâline bürünüyor. Sorunun bir kısmı teorik. Strateji, bazı bölümlerde “bölgesel çatışmaları durdurmayı” ABD’nin sorumluluğu olarak tanımlıyor. Bu perspektife göre Washington, herhangi bir rakip gücün (yani Rusya ya da Çin’in) bölgesel hâkimiyet elde etmesini engellemek zorunda. Ukrayna savaşı Avrupa tarafından üstlenilmeli, Avrupa kendi bölgesini denetleyerek Rusya’nın sınırlarının ötesinde aşırı nüfuz kazanmasını engellemeli. Ancak başka yerlerde strateji, “daha büyük, daha zengin ve daha güçlü ülkelerin aşırı etkisinden” söz ediyor ve bunun uluslararası ilişkilerin “zamansız gerçeği” olduğunu söylüyor. Yani bazı ülkeler üstün konuma “hak kazanmıştır” ve Rusya bunlardan biri olabilir. Oysa Ukrayna’da ve başka yerlerde bölgesel istikrar, birkaç büyük gücün oluşturduğu nüfuz alanlarından doğmaz.

Strateji, “Rusya ile stratejik istikrar” arayışını ilerletiyor ve barışın önünde engel olarak Avrupa elitlerini suçluyor. Ukrayna’nın savaştan sağ çıkacağını varsayıyor ama Ukrayna’nın güvenliğine dair hiçbir şey söylemiyor (NATO’ya katılmayacağını öngörmek dışında) ve Ukrayna’nın Avrupa’ya entegrasyonuna da değinmiyor. Belge, Ukrayna’nın savaşı kaybedebileceği ihtimalini ele almıyor -ki bu gerçek bir olasılık- ve ABD için temel çıkmazı görmezden geliyor: Rusya ile stratejik istikrar ancak Rusya’ya Ukrayna üzerinde belirli bir kontrol alanı vererek sağlanabilir. Fakat Rusya böyle bir kontrol elde ederse, bu hem NATO’yu hem de NATO üyesi olmayan Avrupa ülkelerini istikrarsızlaştırır. Ukrayna konusunda yeni strateji, büyük ölçüde iddialar sıralıyor; bunların çoğu Ukrayna’nın hayatta kalması için gerekenler konusunda fazla iyimser, Rusya’nın yapıcı bir bölgesel aktör olabileceği konusunda ise fazla saf. Strateji, Avrupa elitleri devre dışı bırakılırsa Ukrayna’da barışın mümkün olabileceğini ileri sürüyor. Bu ise çatışmanın önemini ve özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı kontrol etme arzusunu ödüllendirmenin ve normalleştirmenin doğuracağı tehlikeyi hafife alıyor.

Her zaman istediğini elde edemezsin

Bu tür ulusal güvenlik strateji belgeleri birer yol haritası değildir. Amerikan başkanları, sonuçları belirlemekten çok krizlere tepki vermek zorunda kalır. 11 Eylül 2001’de George W. Bush’un başkanlığı beklenmedik bir terör saldırısına yanıt vermeye dönüştü. Barack Obama başkanlığının büyük bölümünü Arap Baharı’na, Rusya’nın 2014’teki Ukrayna işgaline ve Suriye iç savaşına yanıt vermekle geçirdi. Donald Trump’ın ilk dönemi COVID-19 pandemisiyle baştan şekillendi. Joe Biden ise Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı yeniden işgali ve Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırılarının bölgesel sonuçlarıyla uğraşmak zorunda kaldı. Kuşkusuz Trump’ın ikinci dönemi de 2025 NSS’deki herhangi bir paragraftan çok öngörülemeyen krizler tarafından şekillenecek. Her Amerikan başkanlığının hikâyesi budur.

Geçtiğimiz şubat ayında Foreign Affairs’te, Trump yönetiminden gelebilecek “esnek diplomasi” ihtimalinden ve çevik bir Beyaz Saray’ın “sürekli gerilimleri ve aralıksız çatışmaları ustaca yönetme” becerisinden söz etmiştim. Geçtiğimiz yıl boyunca zaman zaman böyle bir çeviklik ortaya çıktı: Gazze’de ateşkese yol açan diplomasi örneğinde veya Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki barış anlaşmasında olduğu gibi.

Fakat strateji belgesi, Trump’ın istediği dünyanın içsel çelişkilerini ve paradokslarını farkında olmadan gözler önüne seriyor. Ukrayna’daki çatışmayı çözmek yalnızca esneklik değil; müttefiklerle yakın koordinasyon ve Rusya’nın saldırganlığını dizginlemek için dikkatle kurgulanmış teşvik mekanizmaları gerektirir. Bu, ABD’nin Avrupa’ya Amerikan tarzı muhafazakârlık dayatma projesiyle bağdaşmaz. Çin’in Hint-Pasifik’teki ve ötesindeki etkisiyle başa çıkmak, tarifeler dayatmaktan çok ABD’nin ikna yeteneğinden fayda sağlar. Ve ABD askerî varlığını en aza indirmek istiyorsa, hangi medeniyet kalıplarına ya da kültürel yakınlıklara dayanıyor olursa olsun, onları aşarak karşılıklı saygıya dayalı küresel ortaklıklar kurmak zorundadır. Amerikan gücünü sınırlama vaadiyle kampanya yürüten Trump, bu güce ve onun sunduğu dünyayı değiştirme imkânlarına aslında büyük hayranlık duyduğunu açıkça gösterdi.