DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, 4 Kasım 2016’da gerçekleşen tutuklamaların Türkiye’de demokratik siyasete yönelik bir kırılma olduğunu söyledi.
Bakırhan, “Eş Genel Başkanlarımız Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile birlikte birçok milletvekilimiz, 9 yıl önce bugün evlerinden alınarak cezaevine gönderildi. 4 Kasım sadece bir tutuklama dalgası değil, iktidarın Kürt meselesine yaklaşımında radikal bir paradigmanın miladıydı” dedi.
Tutuklamaların yalnızca siyasetçileri değil, onların temsil ettiği “üçüncü yol” anlayışını hedef aldığını vurgulayan Bakırhan, “Demokratik Kürt siyasetiyle Türkiye sol-sosyalist güçlerinin kurduğu ittifakı dağıtmak, barışı ve eşitliği savunanları cezalandırmaktı” ifadelerini kullandı.
‘4 Kasım’da başlayan yol kayyumlarla devam etti’
Bakırhan, 4 Kasım sürecinin kısa süre sonra yerel yönetimlere yöneldiğini belirterek, “O gün döşenen yol, bugün Akkale’den İstanbul’a uzanan kayyumlarla devam ediyor. Hukuk, bir siyasi araç haline getirildi. Ancak biz ne içeride ne dışarıda mücadeleden vazgeçmedik” dedi.
“Barışın dili susmaz, barışın dilini susturamazsınız” diyen Bakırhan, 4 Kasım sonrası gösterilen çabanın bugün yürütülen barış sürecinin temellerini oluşturduğunu ifade etti.
‘AİHM kararı kesinleşti, tahliyeler derhal yapılmalı’
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Selahattin Demirtaş hakkındaki kararına da değinen Bakırhan, “AİHM, Kobanê davasındaki tutukluluğun siyasi saiklerle sürdürüldüğünü açıkça tespit etti. İktidarın itirazı reddedildi ve karar kesinleşti. Türkiye bu karara uymakla yükümlüdür” dedi.
Bakırhan, “Bir an önce Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş ve Kobanê davasında yargılanan bütün arkadaşlarımız serbest bırakılmalıdır. Türkiye’nin normalleşmesi hukuka uymaktan geçer” diye konuştu.
‘Sürgünler dönmeli, kumpaslar sona ermeli’
Bakırhan, siyasi tutsakların ve sürgündeki isimlerin serbest bırakılmasını isteyerek, “Yüksekdağ, Demirtaş, Ali Ürküt, Nazmi Gür, Günay Kubilay, Dilek Yağlı, Pervin Oduncu ve daha yüzlerce arkadaşımız özgür olmalıdır. Selim Sadak gibi sürgündeki arkadaşlarımız da artık kendi topraklarına dönmelidir. Barışın temeli demokratik siyasettir; sürecin güvencesi de demokratik siyasettir” dedi.
Bakırhan konuşmasını, “Sürgündeki arkadaşlarımız ülkesine, tutsak siyasetçiler meydanlara; barış da bu topraklara dönmelidir” dedi.
Bakırhan konuşmasına şu sözlerle devam etti:
Demokrasilerde Meclis yürütmeyi denetler, yargı herkes için eşit çalışır; hükümet de Meclis’e hesap verir. Peki Türkiye’nin bu durumda ihtiyaçları nedir? Devletin halka hükmetmediği, halka hizmet ettiği bir düzen kurulsun. Hiç kimsenin kimliğinden ve inancından dolayı ötekileştirilmediği bir ortak yaşam inşa edilsin. Yargının bağımsız, Meclis’in güçlü ve yürütmenin şeffaf olduğu gerçek bir denetleme ve denge sistemi tesis edilsin. Sorunlar şiddetle değil, müzakere ve diyalogla çözülsün. Toplumsal barış sağlansın ve irade yerellerde, halkın bizzat kendisinde olsun. Güçlü bir şekilde yerel demokrasi güvence altına alınsın. Yas gibi en kutsal hakka saygı duyulsun. Bu vesileyle ifade etmek isterim ki, dün Şırnak’ta, ondan önceki gün Urfa ve Ağrı’da taziyelere yapılan çirkin saldırıları kabul etmiyoruz ve kınıyoruz. Barışmanın en gerçekçi yolu herkesin yas hakkına saygı göstermektir. bu ve buna benzer onlarca öneri yapabiliriz. Fakat kısaca sözün özü şudur. Bir ülke barışla büyür, korkularla küçülür. Biz barışla ülkeyi ve demokrasisini büyütmek istiyoruz.
Süreci demokratik dönüşüme çevirmek
Değerli halkımız, içtenlikle söyleyelim. Bu süreç toplumun tüm kesimlerini içine almak zorunda. Bunun yolu 2024 Ekim’inde başlayan süreci gerçek bir demokratik dönüşüme çevirmekten geçiyor. Mardin’den Muğla’ya, Kars’tan Hatay’a herkes bu dönüşümün öznesi olmalı. Çünkü biliyoruz ki Kürt meselesi Türkiye’nin demokrasisinin kilit taşıdır. O taş yerine oturmadıkça üzerine inşa ettiğiniz hiçbir şey sağlam olmaz. Haliyle Kürt meselesi çözüldükçe Türkiye demokratikleşecek, demokratikleşme genişledikçe hepimiz daha özgür ve rahat nefes alacağız. Bu vesileyle dün heyetimiz Sayın Öcalan’la bir görüşme gerçekleştirerek açıklama yaptılar. Sayın Öcalan’ın herkese, hepimize Türkiye’deki emekçilere, yoksullara selam ve sevgileri var. Sağlığı ve moralinin güçlü olduğunu arkadaşlarımız söyledi. Sayın Öcalan, dün özellikle tarih ve sosyoloji üzerinde durarak tarihsel Türk-Kürt ilişkilerini bu iki kulvardan onarmayı, güçlendirmeyi öneriyor. Tarihi bir mesele için büyük çalışmalar yapıldığını, bunu yaparken de özellikle çizgiler çekerek değil kapsayıcı şekilde yıkıcı ve negatif değil pozitif bakmak gerektiğinin altını özellikle çizdiğini belirtti arkadaşlarımız. Son olarak da Kürt olgusunun Cumhuriyetin yasallığına dahil edilmesi için demokratik entegrasyona dikkat çekerek ciddiyet ve sorumluluğa herkesi davet ettiğini belirtmiş. Peki bunu nasıl yapacağız? Elbette demokratik entegrasyon yasalarını geçirerek yapacağız.
Demokratik entegrasyon
Peki nedir bu demokratik entegrasyon? Çünkü herkes bu süreci biraz kendisine göre okuyor, kendisine göre tarif ediyor. Biz gerçeğini söyleyelim. Demokratik entegrasyon kavramı özce birbirine alışma, birbirine sahip çıkma, birbirine uyumdur. Demokratik entegrasyonu zıttı olan asimilasyonla kıyaslayarak açıklamaya çalışacağım. Çünkü birileri bu süreci asimilasyon süreci olarak tarif ediyorlar. Yıllardır bu topluma dayatılan asimilasyon unut der. Dilini unut, kimliğini unut, benliğini unut, onurunu unut, benim gibi ol der asimilasyon. Asimilasyon eritir, yok eder, tek tipleştirir. Sayın Öcalan’ın önerdiği demokratik entegrasyon var ol der. Sen Kürt olarak, o Türk olarak, diğeri Süryani olarak, Alevi olarak hep birlikte Demokratik Cumhuriyet’in eşit yurttaşları olarak yaşayalım der. Biri yok eder, diğeri kucaklar, biri reddeder, diğeri sahip çıkar. İşte ikisinin arasındaki fark bu kadar net ve açıktır.
‘Önemli olan birlik ve uyumdur’
Demokratik entegrasyon haklar ve inançların kendi diliyle, kültürüyle, kimlikleriyle özgürce yaşamasının adıdır. Devletin buradaki görevi halkları birbirine benzetmek değil, herkese eşit mesafede durup her birinin kendi kökleriyle büyümesini garanti altına almaktır. Bu nedenle demokratik entegrasyon sadece Kürt sorununun çözümü değil, Türkiye’nin topyekûn demokratikleşmesinin anahtarıdır. Kimsenin devlete ters düşerim. Başıma iş tarafların birbirini kabul etmesi ve birlikte yaşamayı esas almasıdır. Farklı renklerin, kültürlerin bir araya gelip birbirini tamamlamasıdır. Önemli olan birlik ve uyumdur. Bunun yolu da demokratik entegrasyon yasalarıdır. Sıkça dile getirdiğimiz daha henüz bir adımın atılmadığı ama önümüzdeki günlerde atılacağına dair umudumuzu koruduğumuz entegrasyon yasalarıdır. Yani birlikte yaşamının önünü açacak düzenlemeler bu yasaların bir an önce çıkarılmasına bağlıdır. Tarih bize bu fırsatı sunuyor. Vakit bu büyük dönüşümü gerçekleştirme vaktidir. Bu tarihi fırsatı hep birlikte değerlendirelim, heba etmeyelim diyorum.
‘Milyonlar neredeyse kuru ekmeğe muhtaç’
Kime dokunsan bin ah işittiğin bir meseleye açlık ve sefalete biraz değineceğim. Milyonlar neredeyse kuru ekmeğe muhtaç. Bunu biz söylemiyoruz. Sahalarda, sokakta buluştuğumuz vatandaşlar söylüyor. Perişan haldeki esnaf söylüyor. Açlık ile yüz yüze olan asgari ücretler ve emekliler bunu feryat ederek dile getiriyorlar. İktidarın kendi verileri de bu bedbaht durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor. 2026 yılı Cumhurbaşkanlığı yıllık programında sosyal yardıma muhtaç hane sayısı 4.5 milyona ulaştı. 4.5 milyon hane demek 18 milyon kişi demek. Yani yardıma muhtaç 18 milyon vatandaşımız var demek. Bu sıradan bir rakam değil. Bu bir faciadır. Bu ekonominin en güzel fotoğrafıdır. 2013’te kişi başına Türkiye’de makarna tüketimi 4.4 kilogram. Peki 2025’de ne olmuş? Yaklaşık 8.1 kg olmuş! Yani iki katına çıkmış. Bu iktidarın ayıbıdır. Bu yoksulluğun fotoğrafıdır! Yani neredeyse 360 günün 60 gününü insanlar makarna yiyerek geçiriyorlar. Sadece ev kiralarına bakarsanız nutkunuz tutulur. Kiralar son 4 yılda 8 kat artmış. İnsan hakları, hukuk ve gelir dağılımı da istatistiklerde sonlardayız ama kira artışında Avrupa’da 1’inci sıradayız. Ne acı değil mi? Açlık sınırı 28 bin TL, yoksulluk sınırı 92 bin TL iken asgari ücret 22 bin TL. En düşük emekli maaşı 16 bin 881 TL, milyonlarca emekli bu parayla yaşamaya çalışıyor.
‘Asgari ücret en az 46 bin lira olmalı’
Asgari asgari ücret zamları enflasyon karşısında buharlaşıyor. Bugün bir asgari ücreti ayın yarısında cebine cebinde para kalmadan yaşam mücadelesi veriyor. Bu ülke yurttaşları, emekçileri insan onuruna yaraşır bir yaşamı en çok hak edenlerdir. Bunun için DEM Parti olarak diyoruz ki asgari ücret 2026 yılı için en az yoksulluk sınırının yarısı olan 46 bin lira olmalı ve yılda iki kez enflasyon rakamlarına göre güncellenmelidir. İktidar ‘Az kaldı toparlanıyoruz’ diyor. Televizyonları, oradaki yorumcuları izlerseniz böyle bir ülkenin ekonomi fotoğrafı yok. Onlar toparlanıyoruz hikayesi anlatsalar da biz her geçen gün geriye gidiyoruz. Neden düzelecek gibi değil: Çünkü emekçiye, emekliye asgari ücretliye değil, varsa yoksa sermaye yandaşa çalışma yapıyorlar. 2 yıldır düşecek denilen enflasyon yine yükselişe geçti. Üretim yavaşladı, fabrikalar kapısına artık kilit vuruyor, tekstil sektörü başta olmak üzere üretim alanları kriz içinde. Tekstil fabrikaları ya kapanıyor ya yurt dışına göçüyor. Bunun bedelini kim ödüyor: Orada çalışan işçiler ödüyor. Ancak bir taraftan da işçiler, emekçiler direnmeye devam ediyor. Bu vesileyle ‘Digel Tekstil’de direnen kadın işçileri, ‘Smart Solar’da direnen hakkını arayan işçileri ve onların onurlu direnişlerini selamlıyoruz.
‘Afrika bugün küresel hegemonyanın çıkar mücadelesi sahasına dönüştürülmüştür!’
Dünyanın birçok yerinde katliamlar, sürgünler, büyük acılar ve kan akmaya devam ediyor. Ortadoğu’da çatışmalar yayılıyor. Şimdi Afrika’da da iç savaşlar kıtayı kan gölüne çeviriyor. Bu nokta noktada Sudan’daki gelişmeler çok kaygı vericidir. Geçtiğimiz hafta Sudan’ın El Faşir kentinde yaşanan soykırım aslında hegemonik güçlerin Afrika’ya dayattığı politikaların bir sonucudur. Bu yaşananları sert şekilde kınadığımızı belirtmek istiyorum. Yüzyıllar boyunca Batı sömürgesinden kurtulmaya çalışmış Afrika halkları bugün küresel hegemonyanın çıkar mücadelesinin sahasına dönüştürülmüştür. Bölgede toplumsal, etnik, inançsal farklılıklardan kaynaklanan çelişkiler bilerek derinleştirildi. Kıta kan pahasına çıkar hesaplarının yürütüldüğü bir alana dönüştü. Tıpkı 1994’te Ruanda’da Hutu’lar ile Tutsi’lerin sömürgeci politikalarla nasıl düşmanlaştırıldığı ve bunun nelere mal olduğunu acı bir şekilde gördüğümüz gibi bugün Sudan’da yaşananlar da benzerdir. Farklı gruplar arasındaki siyasi husumetler derinleştirildi. Her iki tarafta farklı güç odakları tarafından silahlandırıldı. Ortaya çıkan tablo soykırımın eşiğidir.
‘Hegomonik güçler kınamakla yetiniyor’
Şimdi hegemonik güçler çıkıp ne diyor? Saldırıları kınıyoruz, kaygıyla izliyoruz. Zaten yaptıkları başka bir şey yok. Bu nasıl bir iki yüzlüktür ki hem bölgeyi soykırım pahasına silahlandıracaksın hem toplumsal kesimler İnançlar ve halklar arasındaki çelişkileri derinleştireceksin. Hem de verdiğin silahlar yüzünden halk soykırıma uğrayacak ama sen kınamakla yetineceksin. Sudan’dan Afrika’nın birçok bölgesinde değerli madenler uğruna halklar karşı karşıya getiriliyor. Bu iki yüzlüye derhal son verilmelidir. Afrika’da savaşı körükleyen değil barışın etkisini yaratacak politikalar hayata geçirmelidir. Yüzlerce yıldır kan, savaş ve gözyaşından kurtulmayan Afrika’nın üzerinden sömürgeci eller çekilmeli. Afrika artık huzura kavuşmalıdır.
YÖK’ün yıl dönümü
6 Kasım 12 Eylül’ün ürünü YÖK’ün üniversiteleri Karanlığa hapsetmesinin yıldönümü biliyorsunuz. 44 yıldır bilimsel özgürlük akademik özerklik boğuluyor. Gençlerin söz hakkı gasp ediliyor. Akademisyenler ihraçlarla; öğrenciler gözaltı ve disiplin cezalarıyla susturuluyor. Üniversiteler fikir üreten değil, iktidara biat eden yapılara dönüştürülmek isteniyor. Öğrenciler düşük burs, yüksek kira, yetersiz yurt ve geleceksizlikle boğuşuyor. Liyakatsizlik ve torpil ülkede yaygın. YÖK ve iktidar gençliği tehdit olarak görüyor.
En son Hacettepe’de palalı satırlı saldırıda bulunan saldırganlar korundu. Dayanışma gösteren öğrenciler cezalandırıldı. DEM Parti olarak gençlerin yanında olduğumuzu bir kez daha belirtmek istiyoruz. Özgür, eşit, parasız ve ana dilinde eğitim mücadelesinde onları desteklediğimizi, bizim de bunları savunduğumuzu belirtmek istiyorum. Gündüz ortası üniversitede kaybettirilen Rojinlerin, Gülistan Dokular’ın kaybolmadığı bir gelecek kurmak ya da kuruncaya kadar bize rahat olmadığını belirtmek istiyorum.
‘Kimse tek başına değil’
Son olarak da cezaevindeki ve gündeki arkadaşlarımız açlıkla boğuşan milyonlar, ezilenler ve tüm mazlumlar çok iyi bilsin ki mücadelemiz onların özgürlüğü ve sofralarının bereketi içindir. Bunu sağlayıncaya kadar 7/24 bütün arkadaşlarımızla birlikte çalışacağımızı belirtiyorum. Kimse bu ülkede tek başına değil. Çünkü DEM Parti var. Ezilenlerin, emekçilerin, öğrencilerin, hak arayanların yanında duran bir zemin var.” (MA, Haber Merkezi)

            


