Dünyada hiçbir şey sana ait değilken,
Neyi kaybetmekten korkuyorsun?
Marcus Aurelius
Son yılların önemli konularından birisi de “Yüzüncü Yılında Cumhuriyet” tartışmaları olmuştu. Siyasetin yeni yollar açma çabasının etiketi niteliğindeydi. Tartışmalar, Demokratik Kürt Siyaseti de dahil olmak üzere sağıyla, soluyla, kitabın ortasından konuşanıyla tarihten günümüze uzanan bir keşif faaliyetine dönüşmüştü. Sol, sosyalist yapılarla beraber ulusalcı-seküler gruplar “cumhuriyetin kazanımlarını korumak” mottosunu bu tartışmalar döneminde üretti ve iktidar eleştirisinde sloganlaştırdı. “Kaybedilecekler” üzerinden zamanla “korku siyaseti” malzemesi haline getirilen bu slogan, eski statükonun yeni yüzü gibi işlev görmeye başladı. Barış süreci tartışmalarında, bazı sol-sosyalist gruplarla ulusalcı yapılar ve entelektüellerin kenarda bekleyen yedek oyuncu kıvamında sahaya dalmasına bu retorik eşlik etmiş oldu.
“Cumhuriyetin kazanımları” söylemi “laiklik, bağımsızlık ve modernleşme” üzerine inşa edilmişti. Çoğu zaman tartışmaya kapalı biçimde kullanılan bu kavramlar zaman içinde mutlaklaştırıldı. Kazanım olarak tarif edilen dönüşümlerin kimin için, neye karşı, ne pahasına elde edildiği ve içeriğin ne olduğu sorusu göz ardı edildi. “Her şeyin bir bedeli var” denilerek kritik sorgulamalar pas geçildi. Bugünün toplumsal fay hatlarını oluşturan komplikasyonlar ise tarihçilere bırakılacak ayrıntılar olarak görüldü.
Kamuoyunda TKP’nin çağrısı olarak bilinen “Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz” bildirisi yine bu kavramlar çevresinde örüldü. Bildiride “Türkiye Cumhuriyeti’nin, Lozan Anlaşması’nın sorgulanmasını, mevcut sınırlarımızın tartışılmasını, yeni-Osmanlı hayallerini, Türkiye İmparatorluğu gibi gayrimeşru adlandırmaları, ümmetçiliği, etnik ve mezhepsel kimliklere dayalı siyasal yapı ve kurumları istemiyoruz. Barış ve kardeşlik ve de bağımsız ve laik bir ülke, eşitlikçi bir düzen, planlı bir ekonomi istiyoruz” denilerek, dezenformasyon ve hamaset soslu, barış ve kardeşlik garnitürlü ulusalcı bir yemek pişirilmiş oldu. İmzacılara göz atıldığında ise içinde meşhur emekli askerlerin de olduğu bir heyet gözden kaçmadı.
Peki demokrasi nerede?
Komünist-sosyalist olma etiketi kendisini emekli askerlere demokratik yönelimlerden daha mı yakın görmeye başladı?
Demokrasi, cumhuriyetin bir değeri olamaz mıydı?
Cumhuriyetin baskıcı ve tek tipleştirici öteki hikayesi ile hesaplaşmak bu kadar mı zordu?
“Bilmediğimiz devletin” iktidar savaşında ulusalcı grupların temel harcını kardığı Cumhuriyet Mitingleri hatırlanacaktır. Demokratik muhalefetin iktidardan rahatsızlığını ve gelecek kaygısı içinde olan geniş halk kitlelerinin panik halini kullanan ulusalcı siyasi elitler, korku siyaseti ile el yükseltmişti. Benzer bir dilin şu aralar “kaygılı bir kitle” olarak isimlendirilen kesimlere dönük kurulduğunu görüyoruz. Korku siyaseti ve skor peşinde koşan siyasal popülizmin bu seferki hedefi barış ihtimali gibi durmakta.
Laiklik
Kazanımlar, değerler ya da birikimler olarak özetlenen kavram setinin zaafları sol-sosyalist hareketlerin yüzleşmediği bazı gerçekler içermektedir. Otoriter rejim ve demokrasi tartışmasında, Kürt siyasal hareketi ve sol-sosyalist hareketlerce laiklik talebi çoğu zaman dillendirilmiştir. Bu durum, dinci, gerici yönelimlerin ülkeyi getirmek istediği yerle ilgili haklı kaygıyı da belirtir. Ancak laiklik, Kemalist aydınlanmacılar açısından demokrasinin harcanabileceği önemdedir. Sol-sosyalist iddiadaki bazı kesimlerle beraber Ulusalcı-Kemalistler ise laikliği, demokrasiye ön şart koşmanın ötesine geçer. Mutlaklaştırır ve kutsar.
Her türlü melanet laiklikle yıkanabilen bir ayrıntıya dönüşür.
Cumhuriyetin kuruluş dinamikleri ve sonrasında inşa edilen rejimin antidemokratik ortamı görmezden gelinir.
Laiklik adıyla yapılan düzenlemelerle ortaya çıkan Sünni-Hanefi tek inanç sisteminin dayatmaları ile yüzleşilemez. Eğitimin dincileştirilmesi ve yaşam şekline yobaz müdahalecilik karşıtlığı üzerinden laiklik fetişleştirilir. Buraya hapsedilerek korku siyaseti ile seküler kesimlerde rıza üretilmesi hedeflenir.
Laiklik pratiği, devleti tüm inançlara eşit mesafede konumlandırmak yerine, dini devlet kontrolünde tutan bir yapıya dönüşür. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, hilafetin kaldırılması hikayesinde Alevilik gibi geniş halk topluluk inançlarının sistemden dışlanması, ödenen bir bedel gibi görülür. Alevilerin bile inandırıldığı bu korku siyaseti, samimi bir laiklik savunusundan çok statükonun dili olarak kendisini gösterir. Hristiyanlık, Yahudilik, Ezidilik vb. görece daha az nüfuslu inançlar, toplumsal düşmanlık motifleri ile iç içe geçirilir.
Oysa laiklik, tek mezhep dayatması değildir. Tüm inançların özgür biçimde var olabildiği, birbirini kısıtlamadan ve kamusal yaşama dayatmalar yapmadan düzenin kurulmasıdır.
Bağımsızlık sadece dışa karşı mı?
Bağımsızlık, Türkiye solunun tarihsel olarak sahiplendiği anti-emperyalist söylemin merkezindedir. Çoğu zaman sadece dış politik bağlamda dile getirilir. Ülkenin kuruluş mitindeki hikâyeyi güçlendirici bir fon olarak resmedilir. Zamanla ulus-devletçi hattın sol görünümlü versiyonuna dönüşmüştür. Bağımsızlıkla, emek sömürüsü bağlamı bir yana militarist çizginin kutsandığı ve “devrimci” etiketi yapıştırılan siyasal bir merkez tahayyül edilir. İçerideki eşitsizlikler, kültürel bastırma politikaları ve yerel halkların görmezden gelinmesi gibi meseleler “birlik, beraberlik ve kardeşlik” retoriği ile geçiştirilir.
Lozan anlaşması ve dış sınırlar tartışması sol-sosyalist hareketlerin ulus-devletçi dilini de şekillendirmiştir. Ülkenin iç sınırlarının çizildiği Şark Islahat Planı ve rejime otoriter muhteva kazandıran Takrir-i Sükûn yasası görülmez. Sınıf indirgemeci duvar örülür. Otoriter rejimin ulus devletçi varoluşu devrim hikayesiyle allanır pullanır.
Kurtuluş savaşında elde edilen askeri başarılar, emperyalist güçlerin birinci dünya savaşı sonrası yenilen ülkelerle ilişkilerindeki taktiksel dönüşümler, Türkler ve Kürtler için yeni bir olasılığın ortaya çıkmasını sağlamış olsa da bunun heba edilmesi dönemin “zorunluluklarına” yazılır.
Kürtlerin kimliği, dili ve kültürü görmezden gelinirken, bağımsızlık söylemi giderek içe kapalı bir devlet refleksine dönüşmüştür.
Solun, dışa karşı bağımsızlık vurgusu ile içteki demokratikleşme ihtiyacını birleştirmemesi bu söylemin sahiciliğini sorgulatır. Gelinen aşamada bir kısım sol-sosyalist hareketler ve CHP içindeki sol damar ulus-devletçi anlayışa savrulmuştur. Sosyalist devrim, halkların kardeşliği ve sınırları yok etmenin evrensel iddiacılığı yerine geçmişin güvenli gölgesinde kalmak tercih edilmiştir.
Cumhuriyet ama nasıl?
Cumhuriyet, halk egemenliğini ifade eder. Ancak Türkiye’nin cumhuriyet tecrübesi, seçkin bir kadronun çizdiği modernleşme haritası üzerinden yürütülmüştür. Katılımcı demokrasinin inşa edilmediği bu modelde, halkın değil devletin cumhuriyeti kurulmuştur. Bu durum, farklı kimliklerin dışlanmasına neden olmuştur. Aleviler, Kürtler, kadınlar, gayrimüslimler ve emekçi sınıflar cumhuriyetin kazandırmadığı kesimler olarak kalmıştır.
Peki ötekiler açısından bir hesaplaşmayı savunmayan sol-sosyalist mücadele olabilir mi? Günümüzde otoriter rejime karşı kendi mücadelesini büyütemeyen bir kısım sol-sosyalistler, cumhuriyetin siyasi elitleri ile aynı safta buluşmuş ve zamanla statükocu özellikler kazanmıştır.
Mesele cumhuriyetin korunması gerektiğini savunmak değil, onu demokratikleştirip dönüştürmek meselesidir. “Cumhuriyetin kazanımları” söylemine saplanıp kalan bir sol bu dönüşümü gerçekleştiremez. Sol, mevcut devlet yapısının “ilerici versiyonu” olmaktan çıkmalı, cumhuriyeti katılımcılıkla, yerel demokrasiyle ve toplumsal eşitlikle yeniden kurma iradesini ortaya çıkarmalıdır.
Laiklik çoğulcu, bağımsızlık özgürlükçü, cumhuriyet ise demokratik hale gelmeden, bu kazanımların sol-sosyalist değerler açısından bir karşılığı olmayacaktır.
Barış talebinin kendisi ve barış siyaseti de doğası gereği demokratik olup sosyalist iradenin muhtevasını oluşturmalıdır.
Sosyalizm insanlık için umuttur. Ulusalcı-milliyetçi hezeyanlara kurban edilmemelidir.