Saat 05:30’a kurulu alarmın sesini kapatmaya çalışırken, henüz yeni uykuya daldığım için sersem haldeyim. Bir an nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum, evimde değilim, etrafıma bakınca Erbil’de bir otel odasında olduğumu hatırlayarak geçici hafıza kaybıma son veriyorum. Boğazımda ve midemde bir yumru. Saat altı buçukta yola çıkacağımız için kalkmak gerekiyor ama kıpırdayamıyorum. Nasıl bir hissiyat içerisinde olduğumu anlamaya çalışıyorum. Sahi neye benziyordu? Çocukluğumdaki bayram sabahının sevincine mi, bir düğün töreninin heyecanına mı, Newroz ateşinin coşkusuna mı, bir yakınımın cenazesine katılmanın acısına mı, sevdiğim biriyle sonsuza dek vedalaşmanın hüznüne mi, yoksa 47 yıldır anlatılan efsunlu bir hikâyenin ‘şimdilik’ son sahnesine tanıklığın merakına mı? Sevinç, huzur, hüzün, merak, mutluluk, kaygı.. Hayır, hiçbiri değil, belki de hepsi.. Ne olduğuna dair bir isim koyamıyorum. Tek bildiğim gücümü toplayıp bir an önce hazırlanmak. Aşağı indiğimde çeşitli yerlerden gelen insanların meraklı telaşını görüyorum. Yutkunamadığım boğazımdan hiçbir şey geçmiyor, siyah transit araçlara yerleştiriliyoruz. Ve aslında o iki saatlik ama uçsuz bucaksız görünen yol başlıyor. Görkemli dağların gölgesindeki sarp ve virajlı yolları arkamızda ve önümüzde seyir halindeki bir örnek araçların görüntüsü kaplıyor. Araçları izlediğimde gayri ihtiyari Roboski’de katledilen 33 köylünün cenazeleri kaldırılırken bir türlü bitmek bilmeyen o görüntü geliyor gözümün önüne. Daha önce hiç görmediğim yerlerden geçerek gözümle beynime kazımaya çalıştığım manzarayı ve içine hapsolduğum yoğun duyguyu yanıma oturan Eyüp Burç’un vardığımız yerlere ilişkin verdiği bilgiler dağıtıyor. Burası Selahaddin, Barzani’nin sarayının olduğu yer, bak burası da Talabani’nin doğduğu Koye. Degala, Aşti, Taqtaq tabelaları.. Yol yükseldikçe kalp çarpıntımın yükselmesi basınçtan mı yoksa başka bir şeyden mi bilemiyorum. Dukan bölgesine geldiğimizde yüksek yerlere konuşlanmış askeri kıyafetli, maskeli, silahlı kişilerle karşılaşıyoruz. Casene mağarasının önünde duruyoruz. Karşımdaki görkemli dağın yamacı artık bambaşka bir hikâyenin başlayacağı kapıydı. Bir film platosunda mıydım, dış dünyayla bağımın kesildiği bir hayal aleminde mi? Zamandan ve mekândan soyutlanmıştım. Yanımdan, yöremden geçen, baktığım ama görmediğim, bütün izlerin birbirine karıştığı yüksek güvenlik çemberinde herkesin, her şeyin bir görevi vardı. Elimde bana ait tek eşya olan defter ve kalemim olmasına rağmen gördüğüm her şeyi gözümle kaydetmeye çalışıyordum. Çünkü bana düşen sadece şahitlikti.
Nefesler tutulmuş yamaçtaki merdivenlere pür dikkat kesilmişken; güneşi arkalarına alan, yaşları, kıdemleri, kadın-erkek sayıları özenle seçilmiş, uzun adım ve askeri bir disiplinle omuzlarında silahlarıyla gözüküyorlar. İhtişamlı dağların yamacından süzülen görüntü giderek netleşirken, 30 makineli tüfek ve iki sayfa beyaz kağıtla merdiven basamaklarını adımlayan mekap ayakkabılar bize doğru gelmeye başlıyor. Giderek büyüyen adımlarla karşımıza geçiyorlar. Tek tek bakıyorum vakur ve mağrur ifadeyle bakan yüzlerine, kıyafetlerine, kararlı duruşlarına, omuzlarındaki birazdan imha edecekleri silahı tutuşlarına. Keşke hepsinin hikayelerini dinleyebilsem, şu anda ne hissettiklerini bilebilsem. Kulaklarımıza fısıldadıkları çığlık o tekinsiz sessizliği bozarak dağlarda ve kafamın içinde çınlıyor. Çağrıya cevap… hepinizin huzurunda… kendi özgür irademizle… önce kadınlar ve gençler olmak üzere… bu tarihi adımı doğru anlayarak… zulüm ve sömürü son bulacak…. özgürlük ve dayanışma kazanacak… barış…. hukuksal reform.. yasal ve anayasal düzenleme…
Sonra aynı disiplinle kalkıp alana kurulan dev bir kâseye benzeyen malzemenin içerisine tek sıra halinde silahlarını ve bellerindeki rextlerini (şarjör kemeri) söküp özenle yerleştiriyorlar. Hiçbir aksama olmadan telaşsız bir sabır ve kararlılıkla.. Tıpkı bir ayin gibi yanı başlarında duran meşaleyi anaların yüreğindeki korlaşmış ateşle harlayarak silahları tutuşturuyorlar. İyi biliyorlar ki o yürek yangınını ancak yaktıkları bu ateş söndürebilir. Alevlerin içerisinden gözüken binlerce siluet dağlara doğru yükselerek bu mistik ateş dansına tanıklık ediyor. “Dünyaya bir daha gelirsem ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna yapacağım” diyen Aram Tigran’ın dileğini hatırlıyorum, bu anı görse ne hissederdi kim bilir?
Yüklerinden kurtulup, şimdi tonlarca ağırlığı sırtlanarak, yaktıkları ateşin içerisinden geriye dönerken bir bilinmezliğe doğru değil, bir sona değil, belki de yeni bir hikâyenin başlangıcına doğru ilerliyorlar. Onlar basamakları adımlayarak yükselirken örgülü saçlarıyla son siluet kaybolana dek oturduğumuz yerde büyülenmiş gibi kalakalıyoruz. Bize düşen tek şey şahitlik…
Geride kulağımızda şu sözler asılı kalıyor: Hiç değilse ellerini sıksaydık…. Neden sarılamadık, çocuklarımızın kokusunu alırdık onlardan…